“Adalete eşit olmayacak herhalde, erkeğe eşit olacak”
Ayşe Aydın Şafak ile Türk Aile Hukukunda Kadın Bedeni kitabı üzerine söyleştik.
Kitabında kadın ve erkekler için aynı kuralı öngören, yani eşitliğe aykırı olmayan kanun maddelerine dayanan Yargıtay kararlarını inceliyorsun. Neden ve neden kadın bedeni ve cinselliği ile sınırlandırıyorsun çerçeveni?
Kağıt üzerinde, örneğin Medeni Kanun karşısında Türk kadınlarının harika bir hayatları varmış gibi görünürken, nasıl olup da günlük yaşam pratiklerinde kadınların konumunun böylesine ikincil, hayatlarının böylesine sefil olabildiği sorusu, buradaki çelişki merakımı uyandırdı. Aradığım sorunun cevabı yargı kararlarındaydı. Yemek tarifi iyi hoş da, demek ki bu tarif biraz fazla başka türlü yorumlanarak uygulanıyor ki, sonuçta berbat bir yemek çıkıyor ortaya.
Yasa metinlerinin kadınların toplumsal konumunda sağlayabilecekleri ilerlemenin önemi şüphe götürmez. Her şeyden önemlisi, yasalar topluma neyin doğru olduğuna dair bir mesaj verirler. Ancak sonuçta yasalar kişilere uygulama yoluyla etki ettiğine göre, bir yasa hükmünün kadınlara nasıl etki ettiğini incelemek için, içtihada ve doktrine bakmak gerekir. Örneğin, eski Medeni Kanun’un “Koca, birliğin reisidir” şeklindeki 152/1 hükmünün yerine Medeni Kanun’un 186/2 maddesi kabul edilerek “Birliği eşler beraberce yönetirler” denmiştir. Buna karşın, söz konusu madde hukuk fakültelerinde okutulan bir ders kitabında “erkek eşin evin döşenmesinde kadın eşin önerilerine katılarak ona bu konuda serbestlik tanıması, çünkü yuvayı dişi kuşun yaptığının unutulmaması gerektiği, kadın eşin ise harcamalarında eşinin iş durumunu ve mali gücünü göz önünde bulundurması gerektiği” şeklinde bir örnekle öğretilmektedir. Hal böyle iken, Medeni Kanun’un uygulayıcılarının önlerine gelen bir uyuşmazlıkta kadınlar ve erkekler için eşit haklar öngören bir kuralı ataerkil düşünce kalıplarıyla yorumlaması da oldukça mümkündür. Yani yasa maddelerine bakıp da “tamam, bu iş oldu” dememek gerekiyor. İşte kitap tam da genelde ihmal edilerek karanlıkta kalan bu alanı aydınlatmayı amaçlıyor. Kitap, benim İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları yüksek lisans programında yazdığım tezimdir ve tez konusu olarak, kadınlar ve erkekler için aynı kuralı öngören yasa maddelerine ilişkin Yargıtay kararlarını bu sebeple inceledim. Ataerkinin devlet tarafından kurumsallaştırılmasında yasa yapımı kadar yasaların uygulanış şekli de belirleyici oluyor. Ben de Yargıtay tarafından verilmiş olan kararlarda ataerkinin izini sürmeyi seçtim.
Tez danışman hocam sevgili Yrd. Doç. Sevgi Usta’nın da yönlendirmesiyle (sevgili Yrd. Doç. Dr. İrem Çakırca’nın yardımlarına da değinmek isterim) yargı kararlarına bakacağım konuyu kadın bedeni ve cinselliği olarak belirledim. Kadın bedeni ve cinselliği, feminist hukuk çalışmalarında Medeni Hukuk çerçevesinde sıklıkla ele alınan bir konu değil, daha çok Ceza Hukuku kapsamında ele alınıyor. Oysa aileyi düzenleyen Medeni Hukuk kadın için bilhassa önemli çünkü ataerkil bakış açısından bakıldığında kadın zaten aile demek, beden demek. Yani, kadını ağırlıklı olarak yerleştirildiği yerde inceledim diyebiliriz.
Hukuktaki feminist tartışmalara değinirken farklılık / eşitlik ikiliğinden söz ediyorsun. Ve soyut eşitliğin (maddi eşitlik yerine biçimsel eşitlik) yetmeyeceğini, meselenin kadınların neden erkek ölçütüne göre değerlendirildiği olduğunu söylüyorsun. Son dönem eşitlik / eşdeğerlik tartışması konusunda ne düşünüyorsun? Erdoğan’ın “kadının özellikle adalet karşısındaki eşitliği asıl olandır” sözüne buradan yola çıkarak nasıl cevap verilebilir?
Eşitlik/farklılık ikiliği, feminist hukuk teorisinin odaklandığı temel bir sorun: Kadın ve erkekler için, fırsat eşitliği sunan, biçimsel olarak eşit olan hukuk kuralları mı yoksa sonuçlarda eşitliğin sağlanabilmesi amacıyla farklı hukuk kuralları mı uygulanmalı? Kanımca ikincisi daha kadınlar için daha olumlu olmakla birlikte (ki bu da tamamen yapılacak düzenlemenin konusuna ve amacına göre değişir), her iki seçenek de mükemmel değil. Biçimsel eşit kurallarda, aynı olmayan kişilere aynı hukuk kurallarının uygulanmasının sonuçta eşitsizliğe neden olabilmesi söz konusu. Kadın ve erkeklerin farklarını dikkate alan hukuk kuralları ise, kadınların ikincil konumunu pekiştirebiliyor. Çünkü bu defa erkekler norm, kadınlar ise normdan sapma olmuş oluyor. Sonuçta ilk halde erkeklere eşit, ikinci halde erkeklerden farklı… Bu nereden baktığınızla alakalı. Ataerkil bir dünyada yaşadığımız için, doğum yapmak ölçüttür, yapmamak farklıdır gibi bir yerden bakamıyoruz, kendimizi ölçüt kabul edemiyoruz, ölçüt biz değiliz maalesef. Ölçüt, erkek. Yoksa biz de ölçüt olabilsek, erkek ölçütüne göre değerlendirilerek erkekten farklı olduğumuz ölçüde -örneğin- iş dünyasının dışında kalma korkusu olmadan, bir takım uygulamalar talep edebiliriz ve bunlar “farklı” uygulamalar olarak algılanmaz. Ben mesela, biz de ölçüt olabilsek, kadınların regl dönemlerinin ilk gününde izinli olması düzenlemesi getirmek isterdim. Ancak içinde bulunduğumuz koşullarda böyle bir düzenleme gelse ilk itiraz eden ben olabilirim.
Erdoğan’ın başlattığı eşitlik/eşdeğerlik tartışmasında yorumlanacak ciddi bir şey bulamıyorum açıkçası. Anlamsız kelime oyunlarıyla kafalarda anlık soru işaretleri yaratarak artık bu aşamada tartışılmasının mümkün dahi olmaması gereken şeylere dil uzatmış olmak. Eşit kavramı ile aynı kavramı arasındaki farkı ilkokuldan beri biliyor olmalıyız. Aynı değil eşit demeye çalıştığının farkında olmadan, eşitliği yıpratmak için de sağından solundan çekiştirip böyle anlamsız bir söylem ortaya çıkmış. Zaten söylem kendi içinde tutarsız ve komik. Kadın ve erkek eşit olmayacak ama aslolan adalet karşısındaki eşitlik olacak. Peki kadın adalet karşısında neye eşit olacak? Adalete eşit olmayacak herhalde, erkeğe eşit olacak. Cevaben hak eşitliği talep edilecek bir durum yok, zaten kendisi hak eşitliğinden bahsediyor farkında olmadan. Hak eşitliği de zaten olması gereken ve büyük ölçüde olan bir şey, artık bu aşamada bunu tartışacak değiliz. Sorun, onun yetmemesi ve ötesine de geçmek gereği.
Eşitlik/farklılık konusunun acıklı yanı, fırsat eşitliğinin ötesine geçilerek maddi eşitliğin sağlanması tartışması sürerken, aslında bir yandan halihazırda yasa metinlerinde öngörülen biçimsel eşitliğin dahi uygulama eliyle yok ediliyor olması. Yani teori düzeyinde daha ileri gitme gereği tartışılırken, pratikte aslında biçimsel eşitliğin de gerisine düşebiliyoruz. İşte kitapta ele alınanlar da tam olarak bu örnekler.
Cinsiyetçi olsa da mevcut toplumsal koşullarda kadınların lehine gibi gözüken uygulamalar konusunda ne düşünüyorsun? Örneğin bekaret kavramının tamamen ortadan kalkmasını istesek de şu halde evlenme vaadiyle “bekareti bozulan” kadına tazminat ödenmesi, maddi manevi tazminat uygulamaları gibi?
Bence bu konuda genel bir değerlendirme yapmak doğru olmaz. Her konu, her durum ayrı ayrı ele alınmalı. Ancak aklıma gelen örneklere istinaden bu yöndeki mevcut uygulamaların çoğunluğunun kısa vadede kadınların lehine görünse de uzun vadede aleyhine olduğunu söyleyebilirim. Kadınlar için farklı hukuk kuralları, sonuçta eşitliğe yönelmekten ziyade kadınların ikincil konumunu daha da pekiştirmek için kullanılıyor maalesef.
Bu konu seyrek olarak yargıya taşınsa da, nişanın bozulmasında bekaretini “kaybeden” kadın lehine manevi tazminata hükmedilmesi, bu durumun kadının evlenme şansını azaltmasına dayanmaktadır. Bunu kabul ettiğiniz anda, artık kadınların bakire olması gerektiğini kabul etmiş olursunuz. Ondan sonra da Yargıtay’ın verdiği “zifaf gecesi kız çıkmamak” üzerine “kadında bulunması lazım gelen vasfın bulunmaması sebebiyle” evliliğin iptaline ilişkin karara karşı çıkamazsınız. Bu arada, böyle bir karar gerçekten var ve henüz 7 sene önce, 2007’de verilmiş. Bekaret ile zarar arasındaki bağıntıların hukuk sisteminde hiç bulunmaması gerekiyor.
Benim özellikle korkunç bulduğum bu tarz bir hüküm de İş Kanunu’nda yer alıyor: Kadın işçi, evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde iş sözleşmesini kendi arzusu ile sona erdirmesi halinde kıdem tazminatına hak kazanıyor. Yani hukuk sistemi kadınların evlendikten sonra işten ayrılmalarını destekliyor. Bu ne demek? Kadın işçilerin evlenene kadar geçici olarak çalışmaları uygun olabilir fakat evlendikten sonra asli görevleri ev işleri ile çocuk bakımıdır demek. Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde Sağlık Bakanı Müezzinoğlu da kadınların asli kariyerinin annelik olduğunu buyurdu. İş Kanunu’ndaki söz konusu hüküm de tam olarak bu manaya geliyor.
Kadınlara erkekler tarafından şiddet uygulanmasını engelleyecek önlemler gibi gerçek manada kadınların lehine sonuç doğuracak hükümler ise etkin şekilde uygulanmıyor. Bu bile az önce saydığım örneklerde amaçlananın kadının iyiliği değil, ikincil toplumsal konumunun pekiştirilmesi olduğuna işaret ediyor. Yani kadının gerçekten lehine olacak bir şey zaten uygulanır mı?
Cinsel ilişki olmadığı için boşanma durumlarında kim ne durumda kusurlu? Bu kararlar kadınların lehine mi?
Cinsel ilişkinin kurulamaması, evlilik birliğinin temelden sarsılması hali olarak değerlendirilmekte, cinsel ilişkinin kurulabileceğine dair bir ihtimal de görülmüyorsa, boşanmaya hükmedilmekte. Tahmin edilebileceği gibi, bu konunun yargıya taşındığı haller de nadirdir. Bu konuda kusurun saptanması, cinsel ilişkiden kimin kaçındığının belirlenmesi hayli zor olduğundan, hakimler kaçınmanın varlığına kanaat getirirse kaçınan tarafın kusurlu olduğuna, aksi halde yalnızca boşanmaya karar veriyorlar. İncelediğim kadarıyla, çoğunlukla böyle oluyor. Fakat kusura ilişkin bir tespit yapılacaksa, erkek eş tam kusurlu veya ağır kusurlu bulunarak kadın lehine tazminata/nafakaya karar veriliyor. Yani, Yargıtay, kusur saptaması yapacaksa cinsel ilişkinin kurulamamasından erkek eşi sorumlu tutuyor. Çünkü bunu erkeğin görevi olarak görüyor. Yani; kadın ve erkek sağlıklıysa ve kadın bakireyse, erkek, karısının “kızlığını bozmakla” yükümlü. Kadın ise bundan kaçınmayacak. Cinselliğin toplumsal anlamında erkek eş aktiflik, kadın eş ise pasiflikle görevli oluyor. Evlilik hukuku, eşlere negatif cinsel yükümlülük ve pozitif cinsel yükümlülük getirir. Yani, başkasıyla cinsel ilişki yaşamama ve eşiyle cinsel ilişki yaşama. Birini getirince zaten diğer yükümlülüğü getirmek kaçınılmaz, dolayısıyla sorun burada değil. Sorun, her iki eş için düzenlenmiş olan pozitif cinsel yükümlülüğün, genelde yalnızca erkeği baskı altına alacak şekilde uygulanması. Hal böyle olunca, buradaki tazminat/nafaka uygulamasının kadınların lehine olduğu kesinlikle söylenemez. Bu konunun iki kritik uzantısı var: Biri, kadınların cinselliklerinin yok sayılması ve cinsel açıdan kimliksizleştirilmeleri. Diğeri, erkeklerin karılarıyla cinsel ilişkiye girmekle görevlendirilmesinin ve aksi takdirde neredeyse otomatik olarak sorumlu tutulmasının erkeklerin cinsel ilişki için kadınları zorlamasına yol açması. Evlilik içi tecavüz, cinsel ilişkiye girmek istemeyen ve hatta giremeyen kadınların kocaları tarafından dövülmesi…
Ancak şunu da söylemek gerekir: Genel olarak Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin yerleşik uygulaması cinsel ilişki yokluğundan erkek eşi sorumlu tutmak yönünde olmakla birlikte, kararlardaki muhalefet şerhlerinden anlıyoruz ki, üyeler arasında bu konuda bir tartışma da var. Erkek eşin tam veya ağır kusurlu, eşlerin eşit kusurlu veya her iki eşin de kusursuz kabul edilmesi gibi farklı görüşler de var.
Boşanma davalarında kocanın uyguladığı fiziksel şiddetin ne kadar hafife alındığını, kadının bir hakaretiyle aynı şey sayıldığını görüyoruz. MK ile TCK arasında nasıl bir ilişki var? Örneğin aldatma boşanma gerekçesi olarak MK’da yer alması gerekirken kadın cinayetleri davalarında hafifletici sebep olarak da kullanılıyor. Benzer şekilde “iyi eş olmamak” da… Boşanma davalarının nasıl yürüdüğü ile kadın cinayetleri davaları arasındaki ilişki ne?
Az önce, cinsel ilişki kurulamaması konusunda genel eğilimin, kadınlara tazminat ve nafaka ödenmesi pahasına, erkeklerin kusurlu sayılması olduğunu konuştuk. Tabii ki bu çok istisnai bir durum, konu erkeğin cinselliği olunca… Yoksa diğer konulardaki genel eğilim, şüphesiz, kadının kusurlu bulunması, daha ağır kusurlu olmasa dahi mutlaka bir eşit kusur kararı olacak. Olacak ki, kadına tazminat ödenmesin. İncelememde adamın kadını defalarca dövdüğü, buna karşılık kadının adama “salak, aptal” dediği ve sonuçta eşlerin eşit kusurlu sayıldığı Yargıtay kararlarına rastladım… Bir kararda da kadın kocasına tokat atıyor, adam kadını ceza mahkemesinden ceza alacak kadar dövüyor ve kadın daha ağır kusurlu sayılıyordu. Böyle bir kararın topluma verdiği mesaj çok açık değil mi? Dolayısıyla, Aile Hukuku kapsamında kadına nasıl muamele edildiği, kadın cinayetleri ile doğrudan bağlantılı bir konu. Eğer aile mahkemelerinde kadının kocası tarafından dövülmesi normal bulunuyorsa, tolere ediliyorsa –ki bunun hiçbir yasal dayanağı yoktur ve olamaz-, yine aynı devletin ceza mahkemelerinde kadının öldürülmesi de aynı bakış açısıyla değerlendirilecektir. Dövmek serbest ise öldürmek ancak yarım yasak olabilir. Çünkü hakaret etmek, dövmek, taciz etmek, tehdit etmek, öldürmek, bunların hepsi bütüncül bir şekilde ele alabileceğimiz erkek şiddet zincirinin parçaları. Her ne kadar yeni TCK ile birlikte kadın cinayetlerinde hafifletici sebep indiriminin önüne geçilmiş, haksız tahrikin uygulanma şartları ağırlaştırılmış ve bunun töre cinayetlerinde uygulanmayacağı açıkça belirtilmişse de, gerek töre cinayeti kavramının kapsamının darlığı gerekse uygulayıcıların bakış açısı sebebiyle, biliyorsunuz, caydırıcılıktan çok uzak bir durum söz konusu.
Boşanma davalarında verilen kararlarla birlikte kadın bedeninin toplumsal denetimi her gün yeniden üretildikçe, Aile Mahkemeleri kadınlara bakire olma görevi yükledikçe, kadınların kocaları tarafından dövülmelerini hoş gördükçe, kadın cinayetlerinin ideolojisi beslenecek, zemini sağlamlaşacaktır. Dolayısıyla, kadın cinayetleri konusu Ceza Hukuku alanına hapsedilemez. Burada bütüncül, kuşatıcı bir sistemle karşı karşıyayız.
Bu araştırmanın sonucunda ailenin Türkiye’de kadınların hayatında ailenin kapladığı yer açısından ne gördün?
Araştırma sonucunda, yargı kararlarının kadına bekarsa evlenmesi gereken, evli ise boşanmaması gereken bir tür aile unsuru olarak baktığını gördüm. Bekaret, aile kurmaya giden anahtar olarak görüldüğü için tazminatla ilişkilendiriliyor. O kadın aile içinde yer alma şansını kaybederse artık zaten toplum dışı biri olacaktır. Boşanma davalarında kadınların tazminat almamaları için kusurlar eşitleniyor ki, o kadın boşanırsa sürünsün, bitsin, boşanamasın. Türkiye’de kadın aile dışında yoktur. 32 yaşında bekar bir erkek, yalnız yaşayan bir bireydir, 32 yaşında bekar bir kadın ise anne-babasının ailesinin evlenmemiş parçasıdır hala. Bu arada, artık erkekler için de durum pek parlak değil. Türkiye toplumunda aslolan birey değil aile. Bu zaten böyleydi, ancak AKP’nin aile politikalarıyla aile kurmayan bireylere yönelik baskı giderek artıyor. Tek başına yaşayanların enerji sarfiyatının gündeme getirilmesi, genç yaşta evlenen öğrencilere kredi sağlanmasına yönelik dahiyane fikir ve daha niceleri… Konu kadınlar olunca kapan daha da daralıyor. Çünkü erkek avukattır, doktordur, yöneticidir; ama kadın evlidir veya evlenecektir, annedir veya anne olacaktır, bunların yanı sıra da avukatlık veya doktorluk yapmaktadır. Erkeklerin aile sistemi içinde yer alması tercih edilir, aksi durum hoş karşılanmaz; fakat kadınların aile sistemi dışında yer alması zaten öyle korkunçtur ki, düşünülemez bile. Kadın demek aile demektir. Haziran 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulması da, artık kadının aile içinde tamamen eriyip yok olması manasına geliyor. Kadın ile aile böylesine özdeşleşmişken, aile politikaları kadınlar için hayati bir öneme erişiyor. Dolayısıyla 3 çocuk dayatması, esnek çalışma modelleri, kadınların kocaya itaate zorlandığı için kadınlar için sözde danışma/eğitim programları, babaların izinlerinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın annelerin doğum izinlerinde yapılacak uzatmalar ve şu anda aklıma gelmeyen onlarca aile politikası, hepsi kadınları aile dışındaki dünyadan tamamen silmek için varlar. Kadınların çok ciddi mücadele etmesi gereken, çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Oysa, kendilerine dayatılan rollere inanılmaz bir motivasyonla sahip çıkan kadınlar görüyorum. Bu aralar kafayı en çok taktığım, gerçekten sinir bozucu bulduğum bir trend, kadınların sosyal medya hesaplarında kendilerini tanımlayan bölüme “…’nın karısı, ….’nın annesi” yazmaları. İngilizce’den aparılmış bu deyiş tarzı, cool olduğu düşünülse de, çok acıklı bence. Biri ile hayatı paylaşmak, birine annelik etmek harika olabilir ancak erkekler kendilerini asla bunun üzerinden tanımlanamazken kadınların kimliklerini bunun üzerine inşa etmesi gerçekten irkiltiyor beni.
Hukuk alanında nasıl bir feminist mücadele yürütülebilir? Dava takipleri ile ilgili ne düşünüyorsun?
Hukuk alanında feminist mücadele yürütülmesi için, en başta hukukun kadınlara bakışı, kadınları konumlandırışı deşifre edilerek sorun ortaya konmalı. Daha sonra da hem yasa yapımı, hem doktrin hem de uygulama takip edilmeli. Bunların üçü birden incelenmeli, yoksa eksik kalır. Yalnızca hukuk kurallarını değiştirmek asla yeterli olmayacaktır, yoksa Medeni Kanun’un eşitlik ruhunu taşıyan metninin mahkeme süzgecinden geçtikten sonra kadınlara cinsiyet ayrımı ile uygulanmasında olduğu gibi, her şey kağıt üzerinde kalacaktır. Hukuktaki değişim ile toplumsal değişim birlikte yürümelidir, biri diğerinden ayrı düşünülemez. Çünkü hukuk kurallarını öğretecek ve uygulayacak olanlar da bu toplumda yaşayan insanlar. Bu sebeple, hukuk fakültelerine zorunlu toplumsal cinsiyet dersi konulması ne kadar iyi olur. Tabii, hukukun dili de çok önemli. Bir hukuk ders kitabında, bir yargı kararında kullanılan dil çok önemli.
Feminist dava takibi, ataerkil sisteme karşı kadınların birbirlerine sahip çıktıkları, birbirlerini kolladıkları ve sonuç da aldıkları, harika bir yöntem, bir dayanışma ve mücadele örneği. Feminist dava takibinde, münferit vakalarda dikkatler verilecek karara çekilerek ve kamuoyu oluşturularak haksız tahrik indirimi uygulanmasının engellenmesi çok olumlu. Ancak belki daha da önemli olan, feminist dava takibinin, kadın cinayetlerinin bir sistem olduğunu, erkeklerin hukuk dahil ataerkil sistemin bütün araçlarını arkalarına alarak, işbirliği içinde ve pervasızca kadınları kıtır kıtır kesmeleri demek olduğunu ve kadınların buna seyirci kalmayacağını haykırıyor oluşu.