Özgür Bir Kenttir Elimizden Aldığınız!

ozgurbirkent1Özlem Çelik

Özgecan’ın yaşadıkları hepimizin hayatta en az bir kere düşündüğü, bu ihtimalin çok yakınlarında olduğunu bildiği bir olaydı ve de tesadüf değildi

“Dolmuşa bindiğinde, şoförün kapıyı kapatıp, gaza basıp ıssız bir yere götüreceği korkusunu yaşamayan; bu korku yüzünden tek kalmamak için son inenle birlikte inmek zorunda kalmayan,
ıssız bir sokakta iki adımda bir arkasına tedirginlikle bakmadan yürüyebilen, arkasından gelen kişinin adımlarının temposuna kulak kesilmeyen,
yanından geçen birinin kendisini taciz edebileceği korkusu yaşamayan,
eve yemek siparişi verdiğinde bile tekse eğer, siparişi getiren kişinin yalnız olduğunu anlamaması için elinden geleni yapan,
hayatında hiç tacize uğramamış olan,
bindiği taksinin plakasını almak zorunda kalmayan,
hayatında bir kere olsun tecavüze uğrama korkusu yaşamamış olan bir kadın kaldı mı bu ülkede?”

Özgecan’ın ardından bu alıntı birçok kadının facebook sayfasında paylaşıldı. Özgecan’ın bundan birkaç gün önce yaşadıkları bir taş gibi oturdu içime. Hepimize oldu bu. Doğru ama, feminist olan ya da olmayan kadınlar bu tecavüz ve cinayet ardından neden bu kadar hızlı sokağa çıktılar?

Çünkü Özgecan’ın yaşadıkları hepimizin hayatta en az bir kere düşündüğü, bu ihtimalin çok yakınlarında olduğunu bildiği bir olaydı ve de tesadüf değildi. Hep sırtımıza yapışmış bir çift göz gibi bizi bırakmayan bir tehditti. Otobüs çok doludur, taciz edileceğini bilirsin binmezsin. Otobüs boştur, pek tenhaymış der binmezsin. İşten eve en ilk gelen ulaşım aracı iki sokak ötede bırakıyorsa, o yolu yürümekten ürktüğün için ikinci vasıtayı beklersin. Bu liste uzar gider…

İşte üstteki alıntı tam da bunu söylüyor, bu ülkede yaşayan hiçbir kadın bu korkulardan azade değil. Yani mesele ‘gencecik bir kızın talihsizliğine’ hapsedilemeyecek kadar yaygın ki, bu ülkedeki tüm kadınlar ölüm, her türlü şiddet, taciz ve tecavüz ile sokakta olduğumuz her an tehdit ediliyor. Bu tehdidin gerçekliğini yeniden içinde hisseden kadınlarca geçen iki günde farklı biçimlerde “kadına şiddete son” çağrıları değişik tonlarda yapıldı, yapılıyor.

Elbette taciz, tecavüz, cinayet davalarında şahit olduğumuz indirimler ve katillerin – tecavüzcülerin korunmasına olanak veren yasal düzenlemeler ya da yasal düzenlemeleri uygulamayan hukuk sistemi; medyanın kadın bedenini bir arzu nesnesi olarak fütursuzca kullanımı; devletin en üst kademesinden en alt kademesine kadar muhafazakarlığı kadınlar üzerinden dayatan ve tanımlayan politik baskılar; günün her anında sokakta, işyerinde, evde erkeklerin devletin açtığı yoldan destek alarak kadınlara her türlü saldırı, baskı ve kontrolü ‘temel görevleri’ olarak görmeleri ayrı ayrı tartışma, direniş alanları yaratma ve talepleri oluşturup baskı kurma konusu.

Bir üniversitenin yer seçimini belirleyen daha üst düzeydeki devlet kurumları gerekli altyapıyı sağlamakla yükümlüdürler. Bir vakıf üniversitesi söz konusu olduğunda ise sorumlulara sermaye sahipleri de eklenir.

Ancak, başa dönersek ve de bu yaşanan olayın ‘tali’ ya da ‘bir sapığın bir anlık aşırılığı’ olmadığının altını kalınca çizersek; Özgecan’ın katledilmesini kolaylaştıran minibüsle yolculuk etme zorunluluğu üzerinden meseleyi ele almak gerekmektedir. O zaman kadınların aslında çok temel bir ihtiyacı olan –ulaşım hakkı-nı tartışmaya yeniden yeniden açmanın ve ulaşım hakkının -ucuz ya da bedava- olması talebi ile sınırlı kalamayacağını yeniden gündeme -nasıl bir ulaşım?- sorusu ile taşımak gerekmektedir. Ulaşım meselesinin teknik bir meselenin çok ötesinde kadınların yaşamını tehdit edebilir bir noktaya gelebileceği bu yaşadığımız olayla daha da net ortaya çıkmadı mı? Özgecan’ın katledilmesini kolaylaştıran, kadınları şiddetle yüz yüze bırakan bir faktör olarak ulaşım hakkı önümüzde durmaktadır.

ozgurbirkent2Son on yıldır üniversitelerin kampüs sistemi ile kent dışında kuş uçmaz kervan geçmez alanlara taşındığını ve de ulaşım yetersizliklerini biliyoruz. Özgecan’ın okuduğu vakıf üniversitesi de Mersin, Tarsus, Adana hattının tam ortasında yer seçmiş ve böylece çevresindeki yakın illerden yarım saat uzaklıkta bir yolun ortasına kurulmuştur. Ancak o çevrede yaşayan kadınların da yakından bildiği üzere net bir denetim mekanizması olmayan özel bir işletmeye ait dolmuşlarla (TOK) ulaşım sağlanmaktadır. Oysa yaşadığımız kentlerdeki belediyelerin en temel görevlerinden biri, kendi denetimlerindeki toplu taşımacılık sistemleri ile ulaşımımızı sağlamaktır.

Bir üniversitenin yer seçimini belirleyen daha üst düzeydeki devlet kurumları ise gerekli altyapıyı sağlamakla yükümlüdürler. Bir vakıf üniversitesi söz konusu olduğunda ise sorumlulara sermaye sahipleri de eklenir. İki kentin tam ortasında yer seçmesini bilenler, diğer bir değişle her iki kentte yaşayanları üniversitelerine “müşteri” olarak çekmeyi iyi bilen yatırımcılardır; aynı zamanda güvenli ve özgür ulaşımın sağlanması için altyapı oluşturmak, denetlemekten de sorumludurlar. Ancak, unutmayalım ki Özgecan’ın üniversitesi bunun ilk örneği değildir, Özgecan da o üniversitede bu yolu minibüslerle gitmek zorunda olduğundan tacize, tecavüze, ölüm tehdidine maruz kalan ilk kadın değildir. Benzer durumların yaşandığı TOK hattı ile ilgili defalarca şikayet dilekçesi veren kadınlar yanıtsız bırakılmış, dikkate alınmamış ve de hem üniversite hem de belediye ve devlet tarafından sağlanmayan servisler nedeni ile minibüs taşımacılığını kullanmaya mecbur bırakılmışlardır. Özgecan’ın katli münferit bir olay değildir, politiktir ve de failleri bellidir!

Kadınların özgürce ve güvenli seyahat etmeleri bir otobüs “ayarlamaktan” çok daha derin ve katmerli bir süreç.

Ulaşım meselesi kadınların özgür ve güvenli olarak istedikleri yerlere istedikleri saatte ulaşabilmeleri temelinde tartışılmaya açılınca önümüze konan reçete belli: “Pembe otobüsler”. Bu kez de hiç gecikmedi bu teklif ve de ülkede yaşanan kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzlerin ortadan kalkması için yine yeniden şiddeti uygulayan, taciz, tecavüz eden katil erkekleri tartışmadan, “nasıl mücadele edilir?” diye sorulmadan, seyahat etmek “zorunda” olan kadınları pembe bir otobüse tıkmak önerisi geliverdi. Oysa kadınların özgürce ve güvenli seyahat etmeleri bir otobüs “ayarlamaktan” çok daha derin ve katmerli bir süreç.

  • Kürtajı ve boşanmayı zorlaştıran,
  • üç çocuk doğurmayı öngören,
  • AVM’leri “tek” sosyal mekan haline getirmeyi hedefleyerek parkları kapatan;
  • sokakları güvensiz ilan eden ama hiçbir önlemle güvensizliğin faillerini engellemeye, ortadan kaldırmaya yanaşmayan,
  • şiddet gören, ölüm tehdidi altında yaşayan kadınlara güvenli sığınaklar kurmayan,
  • insanların yaşam alanlarını kent merkezlerinden çeperlere sürükleyen,
    kadınları aileye ve haneye hapseden politikaları bize dayatan AKP siyaseti ve bu tarz-ı siyasete sırtını dayayarak güçlenen erkeklikle mücadele etmenin bir boyutudur güvenli ulaşım hakkını talep etmek.

Bizi gün içinde uzun ve tekinsiz seyahatlere mahkum eden böylesi bir kentleşme hem muhafazakar aile yapısının kurulmasını, hem de kadınların işgücünde ancak güvencesiz ve esnek koşullarda yer almalarını dayatmaktadır

Özgür, güvenli ve ucuz ulaşımın bu derece hayati bir talep olarak önümüzde durmasının sebebi son on yıldır kentlerin yapılandırılmasında kent merkezindeki “değerli” alanlarda yaşayanların yerlerinden edilmesine dayanan ve ağırlıklı olarak TOKİ eliyle yürütülen “kentsel dönüşüm” uygulamalarıdır. Bu uygulamalar konut meselesi ile sınırlı olmayıp, kent merkezindeki okulların ve üniversitelerin boşaltılarak satılması ve çeperlerde “eğitim kampüsleri” kurulmasını, aynı şekilde kent merkezindeki sağlık tesislerinin kampüslere çevrilmesini de kapsamaktadır. Farklı mekansal kullanımlardaki bu değişimin ortak keseni kent merkezinden en az yirmi beş-otuz km uzaklıktaki boş ve ucuz arazilere taşınmalarıdır. Kent merkezlerinden belli sınıfların sürülmesini şimdilik bu tartışmanın dışında bırakırsak, bu taşınmanın beraberinde kentin çeperindeki alanlara ulaşma ihtiyacına dönük altyapının ya hiç yapılmaması ya da yetersiz olması sorunu karşımızda durmaktadır.

AKP dönemine damgasını vuran inşaat sektöründeki büyüme aynı zamanda kentsel alandaki yatırımlara ilginin giderek artmasıyla el ele gelişmiştir. Ellerimizden sadece yaşadığımız evleri, sokaklarımızı, parklarımızı almakla kalmayıp aynı zamanda özgür, güvenli ve ucuz ulaşım hakkımızı da almaktadır. Bizi gün içinde uzun ve tekinsiz seyahatlere mahkum eden böylesi bir kentleşme hem muhafazakar aile yapısının kurulmasını, hem de kadınların işgücünde ancak güvencesiz ve esnek koşullarda yer almalarını dayatmaktadır. Böylece kadınların hane içinde ücretsiz, dışarıda da esnek ve güvencesiz çalışma koşullarına mecbur kalmalarının temeli sağlamlaştırılmış olur.

Otuz yıllık haykırdığımız “Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz”a bugün “Kadınlar için özgür, güvenli ve ucuz ulaşım hakkı!” sloganını da ekleyerek, alanlarda mücadeleye devam edeceğiz.

Kadınların güven içinde eğitim alması, çalışması, eğlenmesi ve sosyalleşmesi kent yöneticilerinin, devletin ve sermayenin sorumluluğundadır.

Biz içimizde hiçbir tedirginlik olmadan, sokağı, bindiğimiz aracı kollamadan istediğimiz saatte, istediğimiz yere seyahat edebilmeyi, bunu özgürce, güvenli ve ucuz bir yöntemle yapmayı; kentin her sokağının erkekler kadar bizim de olduğunu; AVM’lere mahkum olmadığımızı; sokakların da gecelerin de bizim olduğunu yeniden haykıralım, talep edelim!

Bu yaşanan olayın failleri kadınlar üzerinden muhafazakarlığı kuranlar, kentleri kadınlar için hapishanelere çevirip kent merkezinden, kamusal alanlardan atanlar, bu siyasete sırtını dayayarak erkekliği yücelten erkeklerdir! Otuz yıllık haykırdığımız “Geceleri de, sokakları da, meydanları da terk etmiyoruz”a bugün “Kadınlar için özgür, güvenli ve ucuz ulaşım hakkı!” sloganını da ekleyerek, alanlarda mücadeleye devam edeceğiz.

 

 

*Çizimler Özlem Çelik’e aittir.

 

 

Yorumlara kapalıdır.