Ayşe Toksöz-Özlem Barın
Patriyarkal sistem içerisinde kürtaj, kadınların bedenlerinin, cinselliklerinin ve doğurganlıklarının denetlenmesine karşı, kadınların kendi bedenlerini, yaşamlarını belirleyebilmelerinin ayrılmaz bir parçası.
Kadınlar istenmeyen gebeliklere maruz kaldıkları müddetçe, bu gebelikleri sağlıklı bir şekilde sonlandırmak, kadınların kendi bedenlerini ve yaşamlarını belirleyebilmelerinin bir önkoşulu olmaya devam edecek.
Bugün hem Türkiye’de hem de genel olarak dünyada neoliberal politikalar ve yükselen muhafazakârlık altında kürtaj karşıtlığının artması, kürtajı yasaklama girişimlerinin hız kazanması hiç de tesadüf değil. Kadınların bedenleri, doğurganlıkları, cinsellikleri ve bu yolla kimlikleri ve emekleri üzerinde denetimi tahkim etmenin saç ayaklarından birini kürtajı yasaklamak, kadınların kürtaja erişimini sınırlandırmak, kürtajı tüm toplumu ilgilendiren bir ahlaki mesele olarak sunup kadınların karar verme kapasitesini sınırlandırmak ve kadınlığı annelikle özdeşleştirmek oluşturuyor. Bu saldırı karşında, kadınlar olarak kürtaj hakkını en temel haklarımızdan biri olarak savunmak, erkek egemenliğine, patriyarkal kapitalizme karşı ciddi bir darbe indirmek anlamına geliyor.
Fakat feministler olarak kürtajı vazgeçilmez bir hak olarak savunurken, kazanılmış ya da verili bir hakka yönelik saldırı karşısında salt bu hakkı korumak adına soyut bir yerden mücadele etmiyoruz. Kürtaj tartışmasının embriyonun yaşam hakkı gibi ahlaki bir düzeye çekildiği ideolojik bir ortamda kürtajı kadınların kendi yaşamlarını belirleyebilmelerini, kendilerini gerçekleştirmelerini mümkün kılan bir hak olarak kurgulamak gerekiyor. Kürtajı bu şekilde savunurken ise, kadın bedenini ve cinselliğini, kadınların yeniden üretim kapasiteleri ile birleştiren bir biyolojik özcülüğe düşmemeye ve kürtaj hakkını bireysel bir seçim özgürlüğüne indirgememeye dikkat etmek gerekiyor.
Kişinin bedenin metalaştırılmasına, nesneleştirilmesine, dışarıdan belirlenmesine karşı bedensel dokunulmazlığı ve bedeni üzerindeki kendi denetim hakkını bir doğal hak olarak savunmak elbette önemli. Fakat kürtaj hakkını bedeni bir özel mülkiyet olarak kurgulayan ve mahremiyet üzerinden tanımlayan liberal bir anlayış üzerine oturtmak, kadınların yeniden üretim kapasitelerinin patriyarkal bir toplumsal düzen içinde belirlendiğini, dolayısıyla da kürtajın kadınlar için bir ihtiyaca, zorunluluğa tekabül ettiği gerçeğini göz ardı ediyor. Kürtaj kararının kadınlara ait olduğunu söylerken, “Bedenim benim, embriyo, cenin de benim bedenimin bir parçası, benim malım, ister beslerim, ister atarım, cinsiyetini beğenmedim aldırırım,” gibi keyfi ve atomize bir birey anlayışından hareket etmiyoruz elbette. Çünkü böylesi bir keyfiyet, tam da kadınlar açısından ciddi tehlikeler barındırıyor. Her şeyden önce kadınların cenini bedenlerinin bir parçası olarak görmedikleri, istenmeyen gebelik durumunda bedenin bir işgali olarak algıladıkları şeklindeki deneyimlerine ters düşüyor bedensel mülkiyet anlayışı. Keyfiyet tahayyülü, kadınların yeniden üretim kapasiteleri üzerindeki denetimlerini hem soyut hem de mutlak kılıyor. İstenmeyen gebeliklerde erkeklerin rolünü göz ardı ettiği kadar, yeniden üretimi, doğurganlığı kadınların biyolojik olarak belirlenen, kaderleri olan özel bir alan olarak da mutlaklaştırıyor. Erkek egemen denetim de zaten bu mutlaklaştırma üzerinden işliyor. Soyut bireyci bir hak anlayışına karşı belirli bir toplumsallık içinde belirli ihtiyaçlarla şekillenen, bu ihtiyaçlarının karşılanmasıyla kendini gerçekleştiren somut bir birey anlayışı üzerinden, kendi bedenlerimiz üzerindeki kontrol ve kendini belirleme hakkını pozitif bir noktadan kurgulamalıyız. Patriyarkal ilişkiler içinde, kadınlar hamilelikten bedensel, ruhsal, cinsel olarak daha fazla etkilendiği için ve çocuk bakımının yükü kadınların üzerinde olduğu için kürtaj hakkını kadınların, kendilerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirme hakkını tanıyan, mümkün kılan bir koşul olarak savunuyoruz. Patriyarkal ilişkiler bağlamında ve kadınların toplumsal özgürleşmesi perspektifi içinden düşünmediğimizde tek başına hak kavramı soyut olduğu kadar durağan bir kavram. Var olan toplumsal ilişkileri hedef almayan, patriyarkal tahakküm biçimlerine meydan okumayan, kürtaj hakkını salt bir kürtaj hizmetine erişim hakkı olarak gören bir sabitlemeye de düşmemeliyiz. Kürtajı daha geniş bir özgürleşme perspektifi içinden, kadınların kendi bedenlerini, cinselliklerini, yaşamlarını belirleyebilmeleri, doğurganlıkları üzerindeki patriyarkal tahakküme dur diyebilmeleri, kendilerini gerçekleştirebilmeleri için bir toplumsal hak olarak savunmalıyız.
Bütün bunları söylerken, özcülüğe düşmemek adına biyolojinin rolünü yok saymamak da gerekiyor. Kadın bedeni, cinselliği ve doğurganlığı arasındaki ilişki devam ettiği müddetçe, kadın bedeni hamileliğin gerçekleştiği ortam kaldığı müddetçe kararın kadınlara ait olması gerekiyor. Bu, kürtaj hakkının ve kadınların kendi bedenlerini kontrol ve belirleme hakkının sadece politik bir talep olmadığı, maddi bir gereklilik üzerinden de yükseldiği demek. Bu biyolojiye dayanan maddi gerekliliği, yukarıda bahsettiğimiz üzere “doğal” olana indirgememek elbette önemli. Üreme konusunun biyolojiye dayanan temeli, konunun çetrefil yanlarından biri olsa da, “doğal” olan ile “toplumsal” olan arasındaki ayrımı mutlak olarak almazsak, biyolojik süreçlerin daima toplumsal kurumlar tarafından dolayımlanıyor oluşunu daha iyi kavrayabiliriz. Bir başka deyişle, bedenselliğin bu konudaki merkezi konumu, üremeyi “doğal” bir süreç haline getirmez; tersine, bu bedensel süreç daima sosyal olarak şekillendirilir.
Hali hazırda içinde yaşadığımız toplumlarda bu kurumların erkek egemen bir karaktere sahip olması, kadınlar arasında bir deneyim ortaklığı kuruyor. Kürtajla ilgili içinde bulunduğumuz süreç, bu ortaklığın sınıf, etnik köken ve coğrafi konum gibi farklılıkları nasıl aştığını kanıtlar nitelikte: devlet hastanelerinde, özellikle küçük yerleşim yerlerinde kürtaja erişimin giderek zorlaşmasının ve ardından kürtajı “vicdani” olarak reddeden özel hastanelerin çoğalmasının, bugün kürtaja karşı başlatılan geniş çaplı saldırının habercisi ve ilk adımları olduğunu görüyoruz. Bu, kadınlar arasındaki eşitsizliklerin ve farklılıkların ortadan kalktığı anlamına değil; tüm kadınların ihtiyaçlarına cevap verebilecek, kapsayıcı feminist politikalar üretebilmenin önemine işaret ediyor.
“Tercih” ve “kadınların tercih hakkı” kavramları, yukarıda ele aldığımız gibi, bu aşamada yetersiz kalıyor. Tercihlerin, daima belirli bir sosyal bağlam içerisinde kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekir. Bu demek değil ki mevcut toplumsal koşullar tarafından ikincilleştirilen ve marjinalleştirilen grupların kullandığı tercihler “tercih” sayılmaz. Fakat bu denklemde odaklanılması gereken terim tercih değil, toplumsal koşullar olmalı.
İşte bu yüzden, “kürtaj hakkı”nı bireysel bir hak gibi değil, bir toplumsal hak olarak kavramsallaştırmanın önemine inanıyoruz. Yine de, burada kaçınmamız gereken bir tuzak daha var: “Kadın tecavüze uğrasa da doğurmalı, gerekirse devlet bakar,” diyenlere karşı “Doğmuş çocukların bakımı için devlet şimdiye kadar ne yaptı ki?” diye cevap verildiğinde, sanki toplumsal koşullar daha uygun olsa – diyelim ki, devlete güvensek (!) ya da sosyalizm gelse (!) – kürtaj vazgeçilebilir bir şey haline gelecekmiş gibi bir anlam çıkıyor. Vurgulamak gerekir ki bireysel hak anlayışını eleştirmemiz, hamileliğin kadınların bedensel olarak yaşadığı bir gerçeklik olduğunu göz ardı edebileceğimiz anlamına gelmiyor.
Burada belki hak kavramının içeriğine dair bir not düşmekte yarar var: elbette haklar, kendinden menkul, “sahip olunan” ya da “verilen” yetkileri değil; toplumsal düzenlemelere ilişkin fikir ve talepleri içerir. Bu anlamda, kürtajı bir hak olarak görmek, ne bireyselliğe, “tercih”e, yaşam tarzına öncelik vermektir; ne de kürtajı koşulsuz bir iyilik olarak kabul ettirmeye çalışmak. Eğer hakları, yalnızca yasal olarak tanımlanmış mukavemetler değil, etrafında örgütlenilebilecek kaynaklar olarak düşünürsek; “Kürtaj haktır,” demek, kadınları annelik üzerinden tanımlayarak onları ikincilleştiren, bedenleri üzerindeki tasarruflarını yok sayan patriyarkal sisteme karşı “Bedenimiz bizimdir” fikrini bir kez daha ileri sürmenin bir yoludur.
“Toplumsal hak” kavramının bireysel hak ve insan hakları kavramlarından ayrıştığı nokta burası. Çünkü kürtajı toplumsal hak olarak talep etmek, kürtaj yaptırmayı istemekten öte, kürtajın hangi koşullar altında bir zorunluluk haline geldiğini açık etmeyi de içeriyor: erkeklerin cinsel sorumsuzluğunun tolere edildiği, hatta desteklendiği; buna karşın üremeye ilişkin her konunun (doğum kontrolünden çocukların yetiştirilmesine) sorumluluğunun kadınların omuzlarına yüklendiği gerçeğini. Feministler, yalnızca açık etmekle kalmayıp, bunu değiştirmek için de mücadele veriyor: doğum kontrolüne erişimin yaygınlaştırılması, sorumluluğun daha eşit biçimde paylaşılması için. Bunun yanında, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolün ne olursa olsun kabul edilemez olduğunun altını çiziyor.
Kadınların bireysel (hamilelik ve kürtaj) deneyimleriyle, üremenin toplumsal karakteri arasında bir uyuşmazlık, en azından feminizm açısından bir formül üretme zorluğu varmış gibi görünse de, bu kopukluk aslında yine ikilikler üzerinden düşünme alışkanlığının bir sonucu. “Bedenimiz bizimdir” fikri, hem kadınların bedenleri üzerindeki tasarrufunu, hem de kadınlara doğurganlık üzerinden biçilen sosyal konumu bir araya getirdiği için, feminist politika için vazgeçilmez bir zemindir.