Ortadoğulu göçmen bir ailenin tek kızı olarak Türkiye’de büyüdüm. Çocukluğum ve ilk gençliğim ailemle birlikte geride bırakılanlara bakarak geçti. Yedi-sekiz yaşlarımdayken yalnız başıma odamın penceresinden, evin yakınlarındaki havaalanından kalkan uçaklara iyice ufalıp gözden kayboluncaya dek bakar, ülkeme döndüklerini ve beni de götüreceklerini hayal ederdim.
Zihnimdeki büyük, güneş alan evlerde kahkahaları çınlayan teyzelerin ve teyze kızlarının, yani sadece kadınların ve çocukların olduğu -çünkü erkekler ortama dâhil olunca hep bir gerilim, kavga, gürültü kopar, her zaman bir kadın ağlar- “bir çatışmasızlık alanı olarak ülkem” tahayyülünde oluşan ilk çatlak, on dört yaşıma denk geliyor.
Bunalımdaydım, dokuz yaşımdan itibaren kendime fiziksel zarar verme eğilimlerim vardı… Ve bir genç kıza âşıktım. Kısacası düzeltilmesi gereken bir “hasta”nın tüm özelliklerini taşımaktaydım. Annem, teyzemin önerisiyle beni islami dualar ve Orta Asya felsefelerinin bir senteziyle “şifa” dağıttığını iddia eden bir adamın yanına götürdü. Cinsel tacize uğradım. Bunu kendisine söylediğimde bana inanmadı.
Ardından, ben doğduğumdan beri depresyonda olan annemle, aynı adamdan “şifa bulması” için birlikte gitmeyi reddettiğimde beni suçlayarak ağladı ve tekrar yanına götürdü beni adamın. O gün hissettiğim yalnızlık, çaresizlik ve öfke, aynı zamanda “bana destek olan aile”min de zihnimde aldığı son darbeydi. İlk darbe ise bu olaydan bir yıl önce, âşık olduğum kızla çarşıdaki çiçekçilerin yanında oturdum diye, babamın bana attığı tokat olmuştu.
Tüm bunlar bana Tanrı’dan, insanlardan, insanın -o zamanlar varlığını pek de sorgulamadığım- “öz”ünden duyduğum korku ve nefret olarak dönüp, içime kapanmama sebep oldu. Yeme bozukluklarıyla karşı karşıya kaldım bu sefer: yemek yemeyi her reddedişim annemi, babamı, haberlerde gördüğüm her vahşeti ve tüm düzeni inatla reddedişimdi. Bir nevi ölüm orucuydu aslında, içinde özgürlükten ziyade “sevgi görme” umudunu gizleyen. Bu çemberden, on dokuz yaşıma gelince üniversite bahanesiyle başka bir şehre giderek geçici olarak kurtulduğumu sandım.
Ülkemin Türkiye’de sürgünde olan sol, feminist gruplarıyla faaliyet ettim, bunun nihai kurtuluş olduğu umuduyla sımsıkı sarıldım “ideoloji”me. Yeni, umutlu ve fedakâr bir üyesi olduğum sosyalist ve feminist bir gençlik örgütünün üyelerinin kaldığı bir evde, o örgütün en prestijli – ne kadar hapishane deneyimin varsa o kadar prestijlisindir- üyesi tarafından üç haftalık bir “sevgililik” ilişkisi çerçevesinde, -kendisi ve örgütteki “feminist” aktivistlerin deyimiyle “kasıtlı” olmayan- tecavüzüne uğradım: İki devletten –terk edilen ülke ve geçici olarak “sığınılan” Türkiye’den- kaçış halinde, içine hapsolunan diaspora siyaseti koşullarında bunu yaşayan bir kadın için gidilebilecek hiçbir yer yoktu ve bu durum bir süre daha, o üçüncü bir ülkeye siyasi mülteci olarak gidene kadar devam etti. Kendisi yanı başımdayken yaptığı laf cambazlıklarıyla beni “Acaba o tecavüz eden değil de, ‘cinsel devrimini’ gerçekleştiremeyen mi benim?” diye muallâkta bırakmayı başardığı için, nispeten geç kalmış bir ifşa etme süreci yaşadım.
Daha sonra, patriyarkanın ve kapitalist sistemin dayatmalarını aşmış (!) bu en devrimci hemşerilerimin arasında başka bir örgüt üyesi erkek tarafından defalarca sözlü ve fiziksel tacize uğrayan iki “feminist yoldaş”ımın daha olduğunu, ancak bu yoldaşların “bireyleri değil, toplumu değiştirmenin gerekliliği” ve “hareketin zarar görmesini engellemek” gibi son derece önemli (!) ilkelere dayanarak tacizi bizzat örtbas ettiklerini fark ettim. Yaşadığım tecavüzü ifşa ettiğimde, birlikte “kadının özgürlüğüne” dair onlarca sayfalık yazılar yazdığım, bildiriler yaydığım bu “yoldaş”larımın yüzünde, yıllar önce annemin yüzünde gördüğüm donukluğu, alışmışlığı görünce okuduğum tüm feminist/Marksist eleştiriler sigaramın dumanıyla bir olup, yokluğa karıştılar. Geriye sadece tiksinti kaldı…
Artık beş-altı yıldır tek dayanağım, tek ruhsal savunma mekanizmam olan ideolojimi ve siyasi inancımı da yitirmiştim. Okuldan mezun olup ailemin yanına döndüm. Artık hissetmek, düşünmek, çelişkileri görmek o kadar yoruyor ve tiksindiriyordu ki; kendimi kandırmaya ve oyalamaya başladım. O üç dakikalık TV programı kesitinden iki saatlik sosyolojik, “devrimci” analizler yapan ruhumu ölüme terk ettim. Çünkü başkalarıyla omuz omuzayken de yoktu kurtuluş. Kendi yoksunluğumda boğulmamak için “evet,” dedim, “belki evlilik programları ya da kadının tecavüzcü kocasını yeniden bağrına basmasını allayıp pullayan ‘Türk dizileri’ o kadar da korkunç değiller. Evet, ben de onlar; yani ölümleri, tecavüzleri, cinayeti, atılan tekmeyi oturup seyredenler kadar ruhsuz, hissiz, tepkisiz, donuk ve dolayısıyla ‘güçlü’ olabilir, baş edebilirim ‘hayat’la, sonunun nereye varacağını düşünmeden hiç.”
Bu arada, yaşadıklarımın ve kendimi mahkûm ettiğim toplumsal tecridin etkisiyle, kendi cinsel kimlik ve yönelimimi tanıyamadığımı, kendime kimseye sarılamayacağım, bir erkeğin ya da bir kadının saçlarının kokusuyla uykuya dalamayacağım yalnız, yapayalnız bir gelecek kurduğumu fark ediyorum içten içe. Gece sokakta yalnız başıma yürürken bana bakan erkeklerin gözlerinde anımsadıklarım, her sokağa çıktığımda 14’ümde ülkemde, 19’umda örgüt evinde mahkûm edildiğim sessizliği, o erkeklerin hakaretamiz bakışlarına karşılık saplayacağım bıçakla yükselecek çığlıklarla örtme ihtimalimin verdiği tedirginlik çok zorlaştırıyor hayatımı. Bu zorluktan çıkmak isterken başka birine güvenmekten ve daha çok yorulmaktan, yine bitkin düşmekten korkuyorum.
Kaçmaya, gitmeye direndim hep; en tehlikeli örgütsel anlarda bile nostaljik bir umudun, bir Nazım Hikmet dizesinin, aydınlığa çıkmak için diri diri yanmanın gerekliliği olup haykırdım. Ama şimdi bitti her şey, herkes gitti ardında benim harabemi bırakıp. Belki ben de başka bir insan olmamak, sessiz, tepkisiz kalabalıklarda kaybolmamak adına, sol yumruğu havada, umudu, kadını, hayatı, kurtuluşu haykıran benliğimin en azından gölgesini hayatta tutmak adına bırakıp gitmeliyim; şehrin kalabalık meydanlarında, kısa bir etekle, saçlarım dalgalanarak yalnız başıma yürüdüğümde kimsenin bakışlarıyla beni geçmişimin karanlığına savurmayacağı bir yere…