Devrimin Çocukları belgeselinde bulamadığımız bir eksik: feminist bir bakış. Halbuki büyük idealler uğruna yeraltına çekilen devrimci erkeklerin çoğu zaman kahraman sıfatlarından çok az şey kaybettiklerini, onların ev, aile, çocuk gibi şeyleri geride bırakmalarının çok daha olağan karşılandığını görmek mümkün.
Geçen Cumartesi Depo’da bir belgesel izledik, adı Devrimin Çocukları (Children of the Revolution). Shane O’Sullivan imzalı ve İrlanda, Birleşik Krallık, Almanya ortak yapımı olan belgeselde Ulrike Meinhof’un ve Fusako Shigenobu’nun kızları ile yapılan görüşmeler vardı. Bu iki kadından biri Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) üyesi diğeri de Japon Kızıl Ordusu (JRA) lideri. Çocukların her ikisi de (Bettina Röhl ve May Shigenobu) annelerinin hayatlarını, politik olma süreçlerini ve kendileriyle ilişkilerini anlattılar. Fusako’nun kızı daha olumluydu. Annesiyle beraber yıllarca Lübnan’da kalmış, bu süre boyunca annesinin illegalliği sebebiyle hem annesiyle uzun aralıklarla görüşmüş hem de kendisi de hep gizli kapaklı yaşamış. Bugün ise Japonya’ya dönmüş ve yine Japonya’da yakalanarak cezaevine konmuş olan annesini düzenli aralıklarla ziyaret eden 28 yaşında bir kadın olmuş.
Bende daha çok ilgi uyandıran ise Ulrike’nin kızı Bettina oldu. Annesinin, kendisinin ve kardeşinin doğumunun ardından geçirdiği beyin ameliyatını, annesi ve babasının evliliklerinin bitişini, annesinin devrimci harekete katılışını anlattı. Benim anlattıklarından hissettiğim kadarıyla annesinin onu ve kardeşini savaşmayı bilen insanlar arasında yetişmek üzere RAF kararıyla Filistin’de bir kampa bırakması genç kadında bir kırılma noktası olmuştu. Tam olarak onları oradan kimin aldığını bilmiyorum ama kısa bir süre sonra oradan alınıp babalarının yanına geri gönderilmişler. Kadın eğer bu olmasaydı orada bombalanıp öleceklerini söyledi.
Sadece kızlar değil, başkaları da konuştu. Ulrike’nin kendisine psikanalist diyen bir arkadaşı, -yanlış anlamadıysam- kızlarının kreş müdiresi ve eski bir RAF üyesi de konuşanlar arasındaydı. Psikanalist iki çocuklu bir anneden silahlı bir teröriste dönüştüğünü düşündüğü Ulrike’nin bu durumunu geçirdiği beyin ameliyatına bağladı. Kreş müdiresi ondaki çift kutuplu ruh halinden söz etti. Bu arada Ulrike öldükten sonra beyni çıkarılıp bir “terör bölgesi” bulma amacıyla incelenmişti. Söz konusu incelemeyi yapan patolog da beyinde açık şekilde hasarlı bir bölüm olduğunu ve bunun bazı şeylerin kaynağı olabileceğini söyledi. Bu algıyı besleyen şeyin yalnızca Meinhof’un silahlı bir muhalif olması değil silahlı muhalif bir kadın olması olduğunu düşündüm. Anaç bir doğanın çocuklarını ardında bırakarak yasadışı alana çekilen silahlı bir örgüt üyesine dönüşmesi patolojik bir vaka olmak dışında başka bir şeyle açıklanamadı herhalde.
Bettina ise Almanya’nın Nazizm’le yüzleştiğini ama RAF’la yüzleşemediğini söyleyecek kadar bir terör olayı olarak görüyordu Kızıl Ordu Fraksiyonu’nu. Kendisine annesiyle ilgili her gün gelen onlarca güzelleme mailini aynı heyecanı paylaşmadan yanıtladığı için kötü görüldüğünden yakınıyordu. Yine de durum bundan daha karmaşıktı. Örneğin annesinin ölümünü radyodan öğrendiğini anlatırken gözleri doldu, nasıl hissettiği sorulduğunda ise çarpık bir gülümsemeyle bu konuda konuşmak istemediğini söyledi. Şu sözleri de etkiliydi: “kızı olarak bunu söylemem garip ama bence anne olmamalıydı.”
Bettina’nın hikayesi kolayca ekrana taşınabilecek bir hikaye değildi bana göre. Her ne kadar annesine mesafeli bir kadın izliyorsak da anne bir o kadar merkezde yer almaktaydı. Yoksa Ulrike’nin fikir yazılarını yazmak için ihtiyaç duyduğu tam sessiz odalardan, Bettina’nın kızıyla beraber yazabilme becerisine, anne olmaktan duyduğu mutluluğa uzanmak; kısaca Ulrike ve Bettina arasındaki farkı tam da Ulrike’nin silinmeyen hayaliyle çizmek gerekli olmazdı. Ancak burada ihtiyaç duyup da belgeselde bulamadığımız bir eksik ortaya çıktı: feminist bir bakış. Ulrike-Bettina farklılığında kadınlık durumunun nasıl işlediğini, büyük idealler uğruna yeraltına çekilen devrimci erkeklerin arkalarında bıraktıkları çocuklar için de her şey zor olsa da, bu erkeklerin çoğu zaman kahraman sıfatlarından çok az şey kaybettiklerini, onların ev, aile, çocuk gibi şeyleri geride bırakmalarının çok daha olağan karşılandığını gösteren bir bakış. En azından tüm bunların çoğunlukla bir ‘beyin hasarı’yla açıklanmasına gerek kalmadığını gösteren bir bakış. Belgesel bu bakışı taşımak zorunda değil elbette. Bu yüzden aşağıda bir başka kaydı paylaşmak istedim sizlerle. Ulrike Meinhof annelik ve devrimcilik arasındaki dikenli yolları ‘zor, çok zor’ kelimeleriyle anlatıyor. Her zaman olduğu gibi yine her öznenin kendi adına konuşmasının önemini hatırlatıyor, tıpkı kızı gibi.
http://www.youtube.com/watch?v=k7jEk_f04pE