‘Kardeşimin Hikayesi’ ve Edebiyatta Cinsiyetçilik

kardesiminhikayesiŞaziye İnanç

İçinde yaşadığımız ataerkil sistemde cinsiyet ayrımcılığı her an her yerde karşılaştığımız bir olgudur. Evde, işte, sokakta, ders kitaplarında açık yada örtük olarak hep karşımıza çıkan bu ayrımcılığa edebiyat eserlerinde de sık sık rastlarız.

Edebiyat tarihi bunun örnekleriyle doludur. Cinsiyet ayrımcılığının ayyuka çıktığı memleketimizde bunun son örneklerinden biri de Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikayesi romanı. Çok satanlar listelerine bir anda yerleşiveren bu roman, bariz bir cinsiyetçilik içeriyor.

Kardeşimin Hikayesi’nde her şey bir kadının öldürülmesi ile başlıyor.

Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli bir inşaat mühendisiyle genç bir gazeteci kadının tanışmasına da bu cinayet vesile oluyor.  Öldürülmüş olan Arzu Kahraman’ın  olay gecesi verdiği davette bulunan Ahmet Arslan  ile gazetecinin yaptığı  konuşmalar git gide Ahmet Beyin geçmişine uzanıyor. Sonrasında da kardeşi Mehmet’in öyküsü anlatılıyor.

Roman, aşkın insanlara inanılmaz delilikler yaptırabileceği ve bu nedenle öldürücü bir tehlike barındırdığı temasından yola çıkıyor. Böyle bir konu elbette bir edebi eserin çıkış noktası olabilir. Ama bu romanda farklı bir nitelik kazanıyor.Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti olaylarının neredeyse tüm böylesi ‘‘çılgın aşklar’’ın bir sonucu olarak sunuluyor okura. Onlara delicesine aşık olan erkeklerin öldürdüğü kadınlara ait örnekler defalarca veriliyor. Kitabın ilk baskısının199. sayfasında, bir dönemin kadın cinayeti haberlerinden başlıklar sıralanıyor:

” İstanbul’da akıl almaz yasak aşk cinayeti! ”

” Bağcılar’da karşılıksız aşk cinayeti! ”

” İzmir’de sevgisine karşılık alamayan genç, pompalı tüfekle dehşet saçtı! ”

” Katili, sevgilisi çıktı! ”

” Sevdiği kızdan karşılık göremeyen genç cinnet geçirip kızı vurduktan sonra intihar etti! ”

Bunları izleyen satırlarda bu tür olayların hepsinin de erkeklerin delicesine aşık olmalarının bir sonucu olduğu yorumlarını okuyoruz. Sadece anlatıcı değil, gazeteci kız da ‘‘Haklıymışsın, aşka hiç böyle bakmamıştım.’’ deyiveriyor.  İşte burada, bolca tanık olduğumuz ‘‘Seviyordum, öldürdüm’’ bahanesi ve ‘’hafifletici sebep’’ denilen hukuksuzluk fışkırıyor sayfalardan. Biz ‘‘bu ülkede erkeklerin sevgisi her gün beş kadın öldürüyor’’ diye isyan ederken, yazarımız bunu aşka farklı bir bakış açısı olarak görüyor. Şiddetin ve kadın cinayetlerinin her bahaneyle meşrulaştırılmaya çalışıldığı mevcut ortamda, bu da bir meşrulaştırma yolundan başka bir şey değil aslında.

Öldürülen Arzu karakterini yazarın nasıl betimlediği de bu anlamda önem kazanıyor. Arzu,  ‘‘fazla güzel, kışkırtıcı, nefis, kahkahası erkeklerde güçlü arzular uyandıran, şımarık, kafası çalışmayan, açık saçık giyinen, kocasına ihanet eden’’ bir kadın olarak tanımlanıyor. Böyle ifadelerle anlatılan bir kadının ölüm haberi gerçek hayatta gazetelerde yer aldığında ‘‘ee, böyle bir kadın tabi öldürülür’’ diyenleri düşününce, romanda verilen örtük mesaj da ortaya çıkıyor.

Romandaki bir başka çarpıcı unsur da, kadının varlık nedenini nasıl ortaya koyduğu. Gazeteci kızın ‘‘Ben nasıl biriyim?’’ sorusuna anlatıcının verdiği yanıt gözden kaçırılamayacak bir ayrımcılığı gösteriyor. Şöyle diyor yazarımız: ‘‘Öyle uzun uzadıya anlatacak bir şey yok zaten. Sağlıklı bir kızsın; beynin durmadan hormon salgılıyor ve bu yaşta yoğun biçimde bu hormonların etkisi altındasın. Bu da çok normal. Sen özgür olduğunu, kararlarını kendin aldığını sanıyorsun ama mutlak bir kölesin aslında. O küçük bir soğana benzeyen organın kölesi. Beyindeki hipofiz bezinden söz ediyorum. Neslin devamı için sana çocuk yaptırmak istiyor. Bunun için de çiftleşip çocuk yapacak uygun bir erkek arayışı içindesin.

……

Ama belli bir yaşta. Sonra o ihtiyaç ortadan kalkıverir. Bebeği yaptıktan sonra da hipofiz bezi, seksten çok besleme, koruma, sahip çıkma talimatları yağdırır. Ta ki menopoza kadar. O zaman diktatör talimatlarını yine değiştirir ve artık kadının bencilleşmesini, kendi rahatına bakmasını emreder. Zaten doğa açısından yaşamasıyla yaşamaması birdir artık. Çünkü görevini yerine getirmiş, neslin devamını sağlamıştır. Bu yüzden sen şimdi çocuk yapacak uygun bir erkek arayışındasın.’’(156-157. Sayfalar)

Bu satırları okuduğumda neler hissettiğimi tarif etmem imkansız. Erkeğin aşkını yücelttikçe yüceltip göklere çıkaran, hatta aşkı için kadını öldürmesini bile mazur gören yazarımız, kadının aşka olan ihtiyacını hayvani bir üreme dürtüsüne indirgiyor. Menopoza kadar olan yaşamını çocuğa bakıp büyütmekten, korumaktan ibaret görüyor. Menopozdan sonra da  kadının bencilleştiğini ve duygularının bittiğini iddia ediyor. Hele ki altını çizdiğim satırlar korkunç. Ne biçim bir doğaysa o artık, kadının yaşaması dahi gereksizleşiyor bir noktada. Nasılsa asli görevi bitmiştir!  Tabi ki gazeteci kızımız da buna hiç itiraz etmiyor. Anlatıcımız onun gururunun incindiğini söylüyor ama ‘‘koyduğum tanıların doğru olduğunu yüreğinin kökünde hissetse bile…’’ diye devam ederek kendi kendini onaylıyor.

Erkek egemen söylemler ve tabi ki iktidarlar her daim bunu vurgularlar: ‘‘Kadının varoluş nedeni annelik ve nesillerin devamını sağlamaktır. Bu yüzden özgür olmaması gerekir. Çalışmasına , çocuktan başka bir şey üretmesine gerek yoktur. Zaten doğası gereği aklı da bedeni de buna yetmez. Onun yeri evidir. Bu fikirleri kabullenmeyen kadınlar da cezalandırılması gereken birer isyankardırlar.’’   AKP’nin de 10 yıldır hedefine koyduğu, son dönemde iyice azgınlaşan kadına yönelik ayrımcı politikaların temel kaynağı olan bu düşünce yapısı asla kabul edilemez. Yazar, farkında mı bilmem ama, yukarıdaki alıntıda yer alan sözleriyle, gerici muhafazakar kesimi destekliyor ve kadınlar aleyhine işletilmeye çalışılan sürece katkı sunuyor.

Romanın baş kişilerinden olan gazeteci kız karakteri de incelemeye değer. Onun ismi hiç verilmiyor.” Adı yok” bir kadın. Anlatıcıdan çok etkileniyor ve yörüngesinden çıkamıyor bir türlü. Orta yaşlarını bitirmekte olan bir erkeğin genç kadınlar üzerindeki etkileme gücünü onaylama rolü verilmiş kendisine. Ayrıca ailesine bağımlı, sürekli onlara hesap veren, şaşkın ve aciz bir kişilik giydirilmiş ona.

Bir başka unsur, kitaptaki tüm kadın karakterlerin çok ‘güzel’ olması. Buradaki  güzellik anlayışı topluma benimsetilen ve kapitalizmin dayattığı güzellik anlayışı. İncecik bedenler, çarpıcı dudaklar, dikkat çeken göğüsler, sütun gibi bacaklar…Kadın karakterlerin bu özelliklerine sürekli vurgu yapılıyor. Böyle tanımlanmayan tek karakter Hatice; o da zaten köy halkından olan ve anlatıcının ev içi işlerini kusursuz şekilde yapan ‘hizmetçi kadın’. Anlatıcının kadın bedenine bakış açısı, sistemin kadın bedenine bakış açısı ile birebir örtüşüyor.

Romandaki bir başka cinsiyetçi yaklaşım mesleklerde ortaya çıkıyor. Biraz dikkatle baktığınızda nasıl bir cinsiyetçi iş bölümü olduğunu görüyorsunuz. Karakterlerden savcı, mühendis, doktor, ressam olanlar hep erkekler. Kadınlar ise ya çalışmıyor ya da mürebbiyelik, sekreterlik ve ev işçiliği yapıyorlar. Erkeklerin alanına girebilen tek kişi gazeteci kız. Onun da mesleki başarısı, yine anlatıcının sözleriyle ‘‘patronunun genç bir kızı elde etme amacı’’na bağlanıyor.

Romanda Ludmilla’nın Olga’ya aşık olması sayesinde lezbiyen bireyler de ayrımcılıktan nasibini alıyor. Ludmilla, ‘‘hiç kadınsı davranışlar göstermeyen, bu nedenle güzelliğine rağmen erkeklerin ilgisine mazhar olamamış bir kadın.’’ Anlatıcıya göre hemcinsine aşık olmak ve onu erkeğin elinden almak gibi bir densizlik yapan bu karakter; bencil, acımasız ve hastalıklı bir birey olarak okurun karşısına çıkarılıyor.

Bütün bunlar peş peşe dizildiğinde biz kadınlar açısından 8/8 kusurlu bir kitap Kardeşimin Hikayesi.

Sanatın ve dolayısıyla edebiyatın, tabiatı gereği iktidarın karşısında durması icabeder. Burada iktidardan kasıt yalnızca mevcut siyasi iktidar değil, aynı zamanda erkek egemen zihniyettir. Ama ne yazık ki yazma ve yaratma alanında oluşturulmuş erkek egemenliği, tarih boyunca olduğu gibi bugün de kadınlara saldırmaktan geri durmuyor. Bu ayrımcılığa son kitabıyla katılan Zülfü Livaneli’nin, bence hem kendi düşünce yapısını sorgulamaya ihtiyacı var hem de  tüm kadınlara bir özür borcu.

Bize gelince, hayatın her alanından cinsiyetçiliği temizleyene kadar mücadeleye devam…

*İfadelerin tamamı kitaptan aynen alıntılandı.

Yorumlara kapalıdır.