Şöhret Baltaş, bütün anneler ve kız evlatlar için kaleme aldığını söylediği “Annemle Konuşmalar”ı yazarken yaşadığı ikilemleri, düşüncelerini ve feminist literatürden nasıl faydalandığını Yoğurtçu Kadın Forumu’nda kitabı vesilesiyle yaptığı konuşmada anlattı…
Şöhret Baltaş / Annemi 2009 yılında kaybettim. Yas dönemim çok uzun sürdü ve ben bunun tek başına bir yas değil, aynı zamanda bir hesaplaşma dönemi olduğunun farkına vardım. Annem ve ben hakkında düşünmeye başladım. Düşüncelerimi yazıya dökme kararı verdiğimde, aslında bir başka roman üzerinde çalışıyordum, neredeyse ilk 50 sayfası yazılmıştı ve romanın kurgusu zihnimde hazırdı. Onu olduğu gibi bir kenara bıraktım ve annemle ben’i yazmaya oturdum. Ancak karşımda bir sorun duruyordu: Ben özel olarak Şöhret ve annesi Gülsevin’in hikâyesini, bir tür yaşam öyküsünü değil; tıpkı annem ve ben gibi aşk ve gerilimle yüklü bir bağ kuran bütün anneler ve kızları yazmalıydım; çünkü özel olarak biz de aynı hikâyenin bir parçasıydık; üç aşağı beş yukarı…
Bu, yazım dilinden kurguya kadar uzanan kocaman bir sorular yumağı çıkardı karşıma. Neresinden başlamalı, kendi özgün hikâyemizi, anneler ve kızlar arasındaki genel ve cinsiyetçi toplumun “kader” haline getirdiği çoğu hazin hikâyeye nasıl bağlamalıydım?
İşte bu sorular karşısında, elime kalemi alıp ağlayarak içimden gelenleri yazmanın ötesinde başka bir süreç açıldı önümde. Araştırma ve hem benim hem de annemin, hangi “özgün” gibi görünen yollardan geçerek bütün kadınların az veya çok yaşadığı o nehre aktığımızı ortaya çıkarma süreci.
Bu konuda araştırmaya başladığımda, hayretle fark ettim ki, Türkçede bu konuda yazılmış herhangi bir kitap ya da makale bulmak çok zordu. Sadece, anne olma deneyimiyle tanıştıktan sonra kadın ve anne olmanın her ikisini birden başarabilmenin devasa engelleriyle karşılaşmış az sayıda kadın tarafından kaleme alınan birkaç yazıyla karşılaştım; kitap ise hiç yoktu. Yetersiz İngilizcemle yabancı kaynak araştırırken bu konuda yazılmış metin ve kitaplara rastladım. Feminist arkadaşlarım, bu makaleleri benim için çevirdiler. Evren Balta Paker imzalı son derece sarsıcı annelik yazısından Adrienne Rich’e ulaştım, Susan Griffin yine annelikle ilgili bir başka yazıda söz edilen bir feministti. Judith Kegan Gardiner, Nancy Chodorow, Shulamith Firestone, Nancy Fraser ve diğerleri, ya doğrudan makalesine eriştiğim ya da bir başka yazıda gönderme yapılan kadınlar olarak, benim hem düşüncelerimi hem de duygularımı toparlayıp bir rotaya sokmamda etkili oldular. Hiç yüz yüze gelmemiş olduğum bütün o kadınlar, benim o güne kadarki feminist bilincim ve biraz da sezgilerimle bulduğum yolları aydınlattılar ve sadece bu genel yasanın nasıl işlediği hakkında değil, yazı dili ile kurgu konusunda da nasıl bir yol izlemem gerektiğine dair bana rehberlik ettiler.
**
Anneler ve kızlar meselesi, kuşkusuz hepinizin bildiği gibi, aslında bir kadınlık meselesi. Susturulmuş, hayatı daha doğarken belirlenmiş, edilginleştirilmiş, yalnızca “birinin annesi, kızı, karısı” olmak üzerinden varlığı tanınmış kadınların meselesi; yani bu ülkede yaklaşık 30 yıldır dile getirilen “kadınlık durumu.”
Daha doğuştan pembe zıbınlar ve cici elbiselerle hazırlandığımız bu kadınlık durumu, hayatımızın her evresinde bizi bir forma sokmaya, varlığımızı ancak o form dahilinde algılamaya yönelik. Giydiğimiz eteğin boyu, sokakta kıkırdamanın erkeklere verdiği mesaj, abimize ve babamıza hizmet etmenin doğallığı, geleceğe ilişkin her ne hedefimiz varsa, bunun yanına mutlak olarak eklenen “gelin ve anne olma” ideali, cinselliğin her kuşakta biraz daha artan bir özgürlükle yaşanmasına rağmen inisiyatifin daima erkeklere, bu özgürlüğün bedelinin ise daima kadınlara düşüyor olması, “erkeği idare etmek” denen kavramın az veya çok her genç kadının kulağına yerleşmiş olması, çocuk doğurduğumuzda mesleğimizden, sosyal yaşamımızdan vazgeçmenin doğal annelik güdüsüyle ilintilendirilmesi, erkek ne kadar eşitlikçi olursa olsun bir evin kadının yaptığı ve sürdürdüğü yuva olmaktan bir türlü çıkamaması… Kadınlık durumuna ilişkin bu detayları çoğaltabiliriz ama gerek var mı? Kadınlık durumunu düşünmeye başlamış, hatta düşünmeksizin gündelik hayatta karşısında dikilen engellerle karşılaşarak öfkelenmiş bütün kadınlar bu durumları bilir. “Özel alan” olarak tarif edilen yer, kadının -kamusal alan içinde ne kadar aktif bir rol alırsa alsın- birincil dereceden sorumluluk alanı olmaktan bir türlü çıkamaz.
Aksu Bora, Kadınların Sınıfı Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası adlı kitabında kamusal yaşamdan kopartılan özel alan için şunları söyler:
“Evin dünyanın pisliklerinden uzak, masum ve temiz bir yer olarak tasarlanması, erkeklerin ‘dış’ dünyaya açılırken kadın ve çocukları bu temiz yerde bırakmaları, içinde yaşadığımız kültürün en belirleyici ve güçlü örüntülerinden biri, belki de birincisidir. Evin ve ailenin böyle kutsallaştırılması, orada olup bitenlerin tamamen görünmez kılınmasına hizmet etmiştir. Böylelikle, aile içindeki eşitsizlikler, şiddet ve tahakküm, istismar ve baskı, ‘özel’ alanın sorunları olarak görmezden gelinirken, evdeki iktidar ilişkilerinin ‘dış’ dünyadakilerle sürekliliğinin de üzeri örtülmüştür.”
Dolayısıyla kadınların yaşadığı eşitsizliğin “özel alan” olarak evlere hapsedilmesi, bu durumun “dışarıda” süregiden yüksek siyasetin konusu olmasını engeller. Yukarıda söz ettiğimiz ve çoğu kez anti-depresanlarla baskı altına alınan duygusal girdabın temel nedeni de, yaşadığı acıyı haykıramama durumudur.
Ancak burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Eğer bize bunu yapan cinsiyetçi toplum ve onu taşıyıp güçlendiren erkekler, daha da somutlarsak babalar, amcalar, abiler, sevgililer, erkek arkadaşlar, kocalar ve oğullar ise o halde niçin biz, yani anne ve kız olarak biz, bu gerilimi yaşayan tarafız? Birlikte olup hepimizi ezen erkek düzene isyan etmemiz gerekirken, neden babamızla olduğundan daha fazla annemizle ya da oğlumuzla didiştiğimizden daha fazla kızımızla didişiyoruz? Burada bir mantık hatası var gibi görünüyor, değil mi?
Oysa biraz daha yakından bakıldığında hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Erkek toplumun yumruğu altındaki annenin kızıyla kurduğu ilişki, işbirliğine ve isyana yönelik olmuyor; tersine anne genellikle bilisiz bir şekilde kendi güçsüzlüğünü, edilginliğini kızı üzerinden sürdürmeye ve bazen de tamamlamaya çalışıyor. Her durumda sonuç; anne karnında kurulan o simbiyotik, yani tamamlayıcı ilişki bütün bir yaşam boyu sürüyor. Anne, kızını bir türlü doğuramıyor adeta, doğurup hayata salamıyor. Oğlu zaten anneye ait değil, bu dünyaya bağımsız yaşamını kurmak üzere belli bir süre bakıp büyüttüğü bir birey. Ama kız evlat, ömür boyu annesinin uzantısı ve onun bağımsız değil bağımlı olması yüceltilmiş durumda.
Burada bir parantez açıp oğulları üzerinde egemenlik kuran ve onların bağımsızlaşmalarına izin vermeyen anneler de olduğunu, ancak bunun kız evlatla yaşanan bağımlı ilişkiden farklı olarak kadının elinden alınmış olan gücü oğlu aracılığıyla tesis etme çabası olduğunu belirtmek isterim.
Bu noktada, anne ve kız arasında kurulan simbiyotik ilişkinin kaynaklarına geri dönersek, okuma sürecimde beni aydınlatan bazı görüşlerle devam etmek istiyorum.
Örneğin Jean Baker Miller, Oliva Espin ve Laura S. Brown gibi isimlerin öncülüğünde kurulan feminist terapi, özellikle kadınlara mal edilen bazı ruhsal hastalıkların cinsiyetlendirilmiş bilimin bir sonucu olduğunu söyler. Psikosomatik, yani fiziksel bir nedeni olmadığı halde hissedilen somut rahatsızlıklar, tam da bu kadınlık durumundan kaynaklanır. Susturulmuş ve bastırılmış olarak cinsiyetçi rol dağılımının yüklediği hayatı sürdürmenin ağırlığı, insan bedeninde kaynağı belirsiz ağrılar, duygusal patlamalar, somut bir tarifi olmayan şikâyetler ve çoğunlukla stres ve depresyon olarak ortaya çıkar. Feminist terapiye göre bu adil olmayan sisteme verilen doğal bir tepkidir; bunu hastalık olarak adlandırmak cinsiyetçi bilimi destekler. Bir yaşam boyu kendi istekleriyle başkalarının beklentileri arasında kalan, kendi duygu ve beklentilerini baba, abi, sevgili ve kocanın beklentileri lehine arka plana atmak zorunda kalan kadın, bu yükün altında ezilmesi sonucunda edindiği duygusal travmayı dışa vurduğunda, eskiden “histeri”, şimdilerde “nevroz” olarak adlandırılan duygusal bozuklukla yaftalanır.
Karen Horney de, geleneksel psikanalizin kurucusu Freud’un kız çocuklara atfettiği penis kıskançlığını tartışır ve bu olgunun ancak cinsiyetçi bir toplumda gerçeklik halini alabileceğini söyler. Kız çocuğun büyümesi, anneden uzaklaşıp bağımsızlaşmasını değil, bağlılığı sürdürmesini gerektirirken; erkek çocuk ancak ve ancak anneden bağımsızlaşarak büyüyebilir ve bir “erkek” olabilir. Annenin temsil ettiği duygu dünyasının içine dalarak büyüyen kız çocuğun tersine, erkek çocuk büyümek için o duygu dünyasından uzaklaşmak zorundadır. Bunun sonucunda kız evlat, annesinden koruyuculuğu, bağlılığı, kendinden önce başkalarıyla ilgilenmeyi, isteklerinden taviz vermeyi ve çevresiyle sürekli etkileşim içinde olmayı öğrenirken; erkek çocuk annenin temsil ettiği dünyadan koparak, bağımsız, tuttuğunu koparan, duygularını ifade etmekten kaçınan baba-erkek modelinin yolundan yürür.
**
Burcu Şafak’ın yüksek lisans tezi olan “Füruzan’ın Öykülerinde Anne-Kız İlişkisi” de üzerine düşündüğüm konunun edebiyattaki izdüşümlerini anlamak açısından yararlı bir kaynaktı. Füruzan, özellikle 70’li yıllarda yazdığı “Parasız Yatılı” ve “Benim Sinemalarım” adlı öykülerinde kadınların cinsiyetçi toplum tarafından yaralandığı durumları anlatır. Burcu Şafak, Füruzan’ın öykülerinde geçen kızının hayatını boydan boya kaplayan “mazlum anne” tipini açıklamak için Fethi Açıkel’in “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi” adlı makalesinden yararlanır. Açıkel, burada Lacancı psikanalizin kavramlarına yaslanarak, “mazlum özne”nin yoksunluğunu sürekli dile getirerek güç ve iktidar arayışında olduğunu söyler. Bu kadınları, çoğunlukla bencillikle, kendini çok önemsemekle suçlarız ama aslında kendi hayatının ihtiyaç ve acılarını bu kadar çok dile getirmesi, zayıf ve dolayısıyla kırılgan oluşundan kaynaklanır. Sevgi, ilgi eksikliği hisseden kadın tepkisini söylenme, kendini acındırma, kırgınlık veya öfke olarak dışa vurur.
Burada bir başka olgu çıkıyor karşımıza. Ezilen öznenin her zaman olumlu yaklaşımı hak edecek özellikler geliştirmediği, hatta çoğu kez saygı uyandırmayan gündelik yaşam stratejilerinin tepkiyi hak ettiği gerçeği. Rosalind Coward, Şu Hain Kalplerimiz: Kadınlar Erkeklere Neden Teslim Olurlar adlı kitabında tam da bunu söz konusu ediyor. Evet, erkek toplumda yaşıyor ve eziliyoruz, bu topluma isyan ettiğimizde cezalandırılıyoruz, ama bir de madalyonun diğer yüzü var; biz kadınlar nasıl oluyor da cinsiyetçi toplumun kodlarını eksiksiz taşıyan ve aktaran “suç ortakları” haline gelebiliyoruz?
Coward bu durumun bir yönünü şöyle açıklar: “Yeni bir doğrultuyu benimseyen her kuşak, bir öncekine karşı bir konum alır. Pratik düzeyde bu, kadınların evlilik, çocuklar ve iş hakkında annelerinden farklı kararlar aldıkları anlamına gelir. Duygusal düzeyde ise, kızların annelerinin kendileriyle mutlak bir özdeşleşme kurma ihtimalini yok etmeleri anlamına gelir. Bu durumu son derece acı verici kılan, hiç kuşkusuz kadınların yaygın ‘kadınlık’ fikirlerine karşı aşrı duyarlılıklarıdır. Bu yüzden de bir kuşağın yaşadığı ideal yıkıldığında, kendilerine duyduğu güven de yıkılır. Bu gerilim ve güvensizlik haset, kıskançlık ve kırgınlık dolu bir atmosfer yaratır.” Eğer bir kadın, kendi hayatının anlamını sadece erkek toplumun izin verdiği şeyleri yapmakla gerçekleştirebiliyorsa, ona karşı çıkılmasını hiç tartışmasız koca bir hayatı üzerine inşa ettiği anlamın yıkılması ve değersizleştirilmesi olarak algılayacaktır. Uğruna bir ömür verdiği değerler dünyasına yönelik eleştiri, hatta saldırıya karşı bir kadının ilk tepkisi o dünyayı savunmaktır. Üstelik bu eleştiriyi getiren, o dünyayı paylaşması gereken bir başka kadın, kendi yetiştirdiği kız evlattır ve bu durum anneyi daha derinden yaralar.
Kadınların dünyası, aslında diğer ezilenlerde olduğu gibi, çatışma ve gerilimlerini kendi içinde yaşar, kendi üzerine kapanır. Bu şu anlama gelir: Kadınlar için baba-abi-koca-oğul’un temsil ettiği erkekler dünyası, daha baştan kendisinden uzakta konumlanmış, içine giremeyeceği, rekabet edemeyeceği verili bir dünyadır. Bu nedenle gündelik gerilimler, çatışma ve didişmeler kadınların kendi aralarında yaşanır. Anne-kız evlat, kaynana-gelin, aynı erkeği seven kadınlar, erkek amirin altında çalışan kadınlar… Hepsi de neredeyse erkekleri hiç karıştırmadan sürdürdükleri kronik bir gerilim halindedirler. Bakışlarla, mimiklerle, laf sokuşturmalarla, kıskançlık ve rekabetle süregiden bu gerilime, adeta bir paralel evrende yaşayan erkekler bulaştırılmaz. Bulaşırlarsa olayın boyutlarının büyüyeceği bilinir, büyümesi ise duygusal bir cezalandırılma ile sonuçlanır ki gerilimi yaşayan her iki kadın da bunu tercih etmez.
**
Annenin sevgisi “zaten var olandır” çocuk için, babanın sevgisi ise kazanılması gerekendir. Bu sadece babalığın, annelikten 9 ay sonra gerçekleşiyor olmasından kaynaklanmaz, babanın kadınlara tamamen yasaklanan veya ölçülü izin verilen “dış dünya”yı simgelemesiyle de yakından ilişkilidir. Kız çocuğun yapamadığı, yapmasına izin verilmeyen her şeyin sembolüdür baba. Dış dünyadır, sokaktır, özgürlüktür, bağımsızlıktır ve bu anlamda önemli bir statüdür. Bu anlamda onun onayını almak kız çocuk için özel bir anlam taşır.
Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar adlı kitabında “Kadınlık bir başarı veya edinim değil, veridir. [….] Erkeklik ise veri değil, kazanılan, kaybedilme tehlikesi her an var olduğu için nihai olarak asla elde edilemeyen bir statüdür. [….]” der.
**
Judith Kegan Gardiner’in “Anne için bir uyanış: Kadınların romanlarında annenin ölüm döşeği” adlı makalesi, feminist arkadaşlarımın çevirdiği bir diğer makaleydi. Gardiner, bu makalede ölüm döşeğindeki anneleriyle karşılaşan kızları konu edinen edebi yapıtları ele alır: Agnes Smedley’in Daughter of Earth (Dünyanın Kızı), Jean Rhys’in After Leaving Mr. Mackenzie (Bay Mackenzie’yi Terk Ettikten Sonra), Margaret Drabble’ın Jerusalem the Golden (Altın Kudüs), Marge Piercy’nin Small Changes (Küçük Değişiklikler) ve diğerleri… Tümünde ortak olan nokta anne ile kız evlat arasında yaşanan, “öfkeli bir aşk” diyebileceğimiz yoğun ve çatışmalı duygudur.
Gardiner; Adrienne Rich’in “matrofobi” (“annelerimizin esaretinden kurtulma ve özgürleşme isteği”) teriminden yola çıkarak yaptığı çözümlemeye değinir: “Matrofobi, annelerimizin tüm sınırlarından bir defada kesin bir şekilde kurtulma arzusuyla, bireyleşmek ve özgürleşmek için kişiliğin kadınsı bir şekilde bölünmesi olarak görülebilir. Anne içimizdeki kurbanı, özgür olmayan kadını, şehit olanı temsil eder. Kişiliklerimiz, annelerimizinkiyle tehlikeli bir şekilde bulanıklaşıp örtüşür gibi görünür ve annenin [kişiliğinin] nerede bittiğini, kız çocuğunun [kişiliğinin] nerede başladığını umutsuzca öğrenme girişiminde, radikal bir ameliyat gerçekleştiririz.”
Bir başka makale de Marianne Hirsch’in “Anneler ve Kızlar” adlı çalışmasıydı. Burada Hirsch de, önce Adrienne Rich’i anar: “İnsan doğasında biyolojik olarak benzer iki beden arasındaki yüklü enerji akımından daha fazla yankılanan bir şey yoktur, birinin amniyotik mutlulukta diğerinin içinde olduğu, birinin ise diğerini doğurduğu…” Hirsch, bu ilişkiyi çözmek üzere farklı psikanalitik yaklaşımlardan söz eder hepsinde varılan sonucun aynı olduğunu belirtir: “Bir anne, kızı ile olan ilişkisinde aslında kendi annesiyle çözülmemiş ilişkisini çözmeye çalışır.”
Bir annenin bir kadın olarak sahip olmadığı özgüveni kızına öğretmesini beklemek saçmadır, bunun ancak toplumsal cinsiyetçiliğin aşılması mücadelesiyle el ele yürümesini bekleyebiliriz. Bir kadın, kendisini anne-eş rolü üzerinden değil, bir kadın olarak benimseyebildiğinde kızına aktaracağı miras da bu olabilir. Ayrıca erkekler çocuk bakımında ne kadar fazla rol alırsa, kız ya da erkek çocuğun annelik-babalık ve dolayısıyla kadınlık-erkeklik rollerine bakış açısı da o kadar eşitlikçi olacaktır. Kız çocuklar için erkeğin temsil ettiği akıl dünyasına, erkek çocuk için de kadının temsil ettiği duygu dünyasına giriş kapıları açılacak ve birbirini daha iyi anlayan insanlardan söz etmemiz mümkün olacaktır.
Annelik, insanın hayattaki nadir deneyimlerinden biri olarak yaşanabilecekken sınıflı ve cinsiyetçi toplum bunu bir kendinden vazgeçme pratiğine dönüştürüyor. Özellikle 2000’lerin başından bu yana annelik kurumu tam bir sektör haline geldi. Anne adaylarının elinde bir rehber kitap; tuvalet eğitiminden beslenmede vitamin-protein dengesine her şey standarda bağlanmış durumda. Susan Douglas ve Meredith Michaels tarafından “Yeni annecilik” olarak adlandırılan bu durum yeterince iyi anne olabilmeyi adeta “teknik” standartlara indirgedi. Şu kadar saat uyku, saat tam bilmem kaçta meyve suyu, kaliteli geçirilen ilişki zamanı,, akşamüzeri açık hava… Yeni annecilikte kadın bütün fiziksel, duygusal ve entelektüel varlığını 7/24 çocuklarına adamalı ve üstelik bunun her anından zevk almalı. Bu dışarda çalışan kadınlar için de geçerli. Medyaya durmadan çıkartılan uzmanların sürekli pompaladığı bir suçluluk ile yaşayan kadınlar “süper anne” olduklarını her an kanıtlamak zorundalar. Evler bir tür anaokuluna dönüşmüş durumda; jimnastik saati, suluboya saati vb… Çocuk biraz büyüyünce kurslar, aktiviteler ve tabii danışman psikologlar.
Bu standart anneliğin kadınlarda yarattığı sonuçlar anneliğe dair rekabet ve yarışma duygusu, sürekli bir endişe ve suçluluk, bolca tüketim ve erkenden gelen tükenmişlik hissi.
Rich, anneliğin insanı zenginleştiren bir deneyim olarak yaşanabilmesinin en başta bu standartlara karşı çıkmaktan geçtiğini söyler. Başta babayla paylaşarak, sonra da diğer kadınlarla dayanışma içinde başka türden annelik deneyimlerini yaşama konusunda teşvik edici paylaşımlarda bulunarak.
**
Burada anabildiğim yazıların dışında, Antik Yunan mitolojisinden tek tanrılı dinlere bütün hâkim söylemlerde kadınların nasıl algılandığına ilişkin kaynakları taradım ve başta Füruğ Ferruhzad, Didem Madak ve Birhan Keskin olmak üzere kadın şiirlerine; Sevgi Soysal, Füruzan, İnci Aral başta olmak üzere kadın öykülerine bir de bu gözle yeniden baktım. Hepsinin bana açtığı kapılar birbirinden kıymetliydi.
Annelerimiz ve ardından biz, tarihin yazılmayanlarıyız. Annemi yazmak, aynı zamanda tarihte çok eskilere gitmek ve dinsel söylencelerden cadı avlarına kadar erkekler tarafından günahkâr ya da kutsal olarak anılan tüm kadınları tarihe kaydetmek anlamına geliyordu. Bu kitapla hayatını kız evlat ve sonra da anne olarak geçiren annemi ve aslında hepimizi kayda geçmek, tarihin yazılmayanlarına bir saygı duruşunda bulunmak istedim. Umarım satırlarım, bu arzumu gerçekleştirmiştir.