Annelerin verdiklerini çaktırmadan almaya başlama zamanı geldi. Onca uykusuz gecelerin bedeli olmayacak mı sandınız?
10 yaşlarındaki bir kız çocuğuna “çocukları sever misin?” diye sorulduğunda cevabı muhtemelen “evet çokkk severim” iken, aynı yaşlardaki bir erkek çocuğuna bu soru sorulduğunda “severim” olacaktır. Buradaki ”severim” ile “çokkk severim” arasında elbette fark var ve bu da meselemizin püf noktasını teşkil ediyor. O yaşlardaki çocukların neyi, neden “çok” sevdiklerinin felsefesini yapmadıkları, bu sorgulamanın erişkinlikte gerçekleştiği söylense de, bize öğretilenlere sıkı sıkıya sarılıp, hiç sorgulamadan da bir ömrü yaşayıp gidebiliriz. Yaşadıklarımızın ne kadarı kendi seçimimiz, ne kadarı öğrendiklerimizle ilgili, ne kadarı genlerimizin bize bir oyunu; kim bilebilir!
“Ben aslında evliliğe karşıyım, evlenmeden birlikte yaşayabilirim yeter ki seveyim. Ama ya bir gün çocuk sahibi olmak istersem ya da çocuk sahibi olmadığım için pişmanlık duyarsam?” Ülkemizde çocuk sahibi olmak için evlilik şart; her şeyle mücadele etmek mümkün olmuyor…
“İnsanın kendi çocuğu başka tabii, bunu anne olmayan bilemez…”
“Çocuğumu ilk kucağıma aldığımdaki duygumu unutamıyorum bambaşka bir duyguydu. Çektiğim bütün acılar yok olmuştu birden…”
“Çocuğumu emzirmek büyük bir haz benim için. Onun o minicik ellerini mememin üstünde hissetmem hele…”
“Doktorlar en az bir yıl emzirmek gerektiğini söylüyorlar, çocuğun duygusal gelişimi açısından da çok önemliymiş…”
“Özellikle ilk yıl çocuğun annesi ile birlikte olması şart hatta mümkünse annenin çocuğuyla aynı yatağı paylaşması, olmadı aynı odada yatması, yani annenin soluğunu bebeğin hissetmesi güvenlik duygusunu geliştirmesi açısında çok önemli…”
“İnsanın kişiliğinin önemlice bir kısmı bu da %70’ine tekabül ediyor, ilk üç yılda belirlenir. Geri kalanı ise ergenlik döneminde şekillenir. Tabii burada anneye büyük iş düşüyor. Doğumdan sonraki ilk üç yılda anne eğer çalışıyorsa ücretsiz izin alması bebek açısından çok iyi olur, yok çalışmıyorsa, ev kadını ise yeme de yanında yat…”
“Kadınlar belli bir yaşa gelince doğurmak ister; özellikle 30 – 40 yaş aralığında bu duygu onları sık yoklamaya başlar. Doğasında var bu kadının, üreme güdüsü bu; böyle bir şeyin öğrenilmiş olduğunu söyleyemezsiniz…”
“Bakıcı kadınlar çocuğa uyku ilacı içiriyormuş, en iyisi eşimin annesinin veya benim annemin çocuğa bakması, hem böyle içim daha rahat ediyor…”
“Kreşlerde çocukları dövüyorlarmış, ayrıca da kalabalık oluyor, çocuğum yeterince ilgi göremiyor, çocuğumun ruh sağlığı daha önemli…”
Bütün bu klişeleri duymayan kadın var mıdır aramızda? Ve kadın olma hali ile annelik arasında kurulan bu efsanevi bağdan etkilenmeyen kaç kadın vardır bu koca dünyada? Ya “çocukları en çok anneleri sever, onların en çok anne sevgisine ve şefkatine ihtiyaçları vardır” mitini duymayan? Ha bir de; bütün sakatlıklarımızın nedenini annemizle kurduğumuz bağda aramayan kaç kişi vardır? Kaçımız annemizle ilişkimizin “çok kötü” olduğunu yüksek sesle söylemiştir? “Ben annemi hiç sevmiyorum” diyebilen kaç kadın gördünüz çevrenizde? Vardır mutlaka ama çok azdır. Çünkü annelik miti ile büyümüş, bir zamanların çocukları olan bizler bunu söylemeyi vefasızlık olarak görürüz ve şimdi olay tersine dönmüş durumda. Annelerin verdiklerini çaktırmadan almaya başlama zamanı geldi. Onca uykusuz gecelerin bedeli olmayacak mı sandınız?
Anneleri çocuklarından, çocukları da annelerinden kurtaracak ya da kadınları bu döngüden kurtaracak bir yol yok mudur? Bu karşılıklı yaratılan ve adına sevgi denilen “vicdan” hayatımızın ne kadarını alıp götürdü acaba ve içimizde kalan kadına ne oldu? Ayrıca neden herkes koro halinde (bilimiyle, siyasetiyle, sosyolojisiyle ve felsefesiyle) aynı şeyleri söyleyip duruyor? Üç çocuk tavsiye edenler mi, yoksa çocuklar büyük ailelerde daha mutlu olur diyenler mi almış başını gidiyor? “Kadın ve çocuklar, ne kadar şahane bir fotoğraf karesi”!!! Peki o fotoğraf karesinde gülerken gözlerimizdeki endişeye, yüzümüzdeki yorgunluğa ne demeli? Öpünce geçer mi?!
Ben Hemşin’in bir dağ köyünde oldukça kalabalık bir ailede büyüdüm. 3 – 4 annem, 3 – 4 babam vardı. Zira bizim evde nine ve dedelere de anne / baba denirdi, nedenini bilmiyorum. Annem ev işlerinden hiç haz etmeyen, dağ bayır iş yapmayı seven bir kadındı. Mümkün olsa da hiç eve girmese, şahane olurdu! O yıllarda Almanya’da sarışın kadınlar peşinde koşan babamın bu öyküdeki yeri, annemin kendini dağ bayıra vurmasındaki neden olarak yerleşti belleğimde.
Annemin aklına kızını terbiye etmek geldiğinde, arkamdan attığı odunları savuşturmama yardım eden gölge Hüseyin babamın gölgesi oldu hep (Hüseyin babam büyükbabamla amca çocuğuydu, birinci dereceden akrabam değildi yani). Çocukluğuma dair anılarımda hep Hüseyin babam vardır, yanımda olan oydu çünkü. Bana elmalı tart ve safranlı kek yapan da oydu. Bizim evde iş bölümü vardı; yaşlılar (daha çok yaşlı kadınlar) çocuklara ve ineklere bakar, genç kadınlar ise tarla, bağ bahçe işini yapar. Hemşin’de çocuklarla inekler arasında bir fark yoktur aslında, ama bu konumuz dışında…
İdeal çekirdek aile çocuğu değilim yani. Benim öğrendiklerim arasında annelerin çocuklarına gösterdiği sevgi ve şefkatin, onların yarınlarının teminatı olduğu düşüncesi yoktur mesela. Çocuğunu seven, çocuğuna güven veren herhangi bir büyük de bu işi rahatlıkla görmüş demek ki? Çocukluk anılarımın bana öğrettiği buysa… dedim mi? demedim elbette… Koşar adım çekirdek aileye dahil oldum.
Çocuk doğuruyoruz çünkü “olması gerekenler” arasında bu da var. İnsankızı üreyen bir canlıdır, insankızı soyunun devamını sürdürmek ister, insankızı her duyguyu tatmak ister… mi acaba? Hal böyle ise niye doğurduğumuz çocuklarımız bizim soy ağacımıza kayıtlı değil? Demek ki sürmesi gerekli olan soy bizimki değil. Bizim soyla sopla bir ilişkimiz yok aslında. Biz birilerinin soyu sürsün diye sadece bir aracıyız. Bunca zahmet ve sıkıntı, koca dediğimiz adamların soyları sürsün diye yani. Bunun için de bizim bir yalana inandırılmamız gerekli. Bunun için çocukları çokkkk sevdiğimize inanmamız gerekli, olmazsa olmaz…
Çocukları değil de alıştıklarımızı seviyoruz diye düşünseydik içimizdeki kadına biraz daha fazla yer açar mıydık acaba? Sevgi bir alışkanlığa dönüşmemiş olsaydı, eş dediğimiz o kazmaları onca kazmalıklarına rağmen sevmeye devam eder miydik hiç? Bağlandıklarımızı, bizim gibi olanları, bizi tekrar edenleri veya tekrar etme olasılığı olanları seviyoruz belki de. Kendimizi gerçekleştirdiğimiz alanlar değil midir sevdiklerimiz? Dünyadaki yansımamız veya varlığımızın kanıtı? Çocuğu severken bunları mı düşünsek acaba? Madem çocukları seviyoruz niye başkalarının çocuğu değil de bizim çocuğumuz olsun istiyoruz o zaman? Bütün mesele doğurduğumuzda salgıladığımız prolaktin hormonu mu yoksa? Hem prolaktin hormonunun ömrü emzirdiğimiz kadar, ötesi yok, bunu bilmiyor muyuz? Gerisi sosyal öğrenmişlik değil mi?
Çocuk sevgisinin özel bir sevgi olduğu miti bizi ne kadar daha esir almaya devam edecek acaba? Veya “Çocuklar annelerine muhtaçtır” miti? Veya “Çocuk ailenin güvenli ortamında büyür” miti? Peki hayal ettiğimiz dünya bütün bunların neresine düşüyor?… Roboski ziyareti sırasında mezarlığın başında ellerinde fotoğraflarla dolaşan kadınları görünce şöyle düşündüm: “Bu çocukların babaları çocuklarını sevmiyorlar mıydı?” Niye fotoğraflarla mezarlık aralarında dolaşanlar karalara bürünmüş kadınlardı? Ben oradaki herhangi bir kadının elinden herhangi bir fotoğrafı alıp niye ağıt yakmadım mezar başında, eğer ağıt yakmak bana düşmüşse, kadına düşmüşse… Çok mu komik ve yapay olurdum? Kim bu, meczup mu derlerdi bana? Niye, ben Roboskili çocukları sevmiyor muydum? Peki ne işim vardı orada o zaman? Ateş düştüğü yeri mi yakarmış sadece? Bu da mı mitmiş? E o zaman…
Küçük olan şeyler niye sevilir? Bizim hangi duygumuza veya bilgimize hitap ederler? Çaresiz olduklarından ve muhtaç göründüklerinden mi? Belki büyüme süresi en uzun olan canlı insan olduğundan. Belki bu yüzden çocukların daha çok ilgiye ihtiyacı var. Öğrenme sürecinde onların yanında olacak, onlara öğretecek, onları hayata hazırlayacak bir yakına, sürekliliği olan bir ilgiye ihtiyaçları var, böyle olsa gerek. Ama bu herhangi bir büyük olabilir; çocuk bakım evindeki bir amca veya teyze, komşunun abisi veya ablası, üçüncü dereceden akraba Hüseyin baba, anne / baba / birinci dereceden ebeveyn şart değil. Yüzüne baktığında ona sevgiyle bakan bir çift göz bütün çocukların işini görür. Hele karnını doyurur, altını değiştirirseniz, gerisi hiç umurunda olmaz çocuğun, arkasına bile bakmaz… Hem kim onlara demiş hayat dikensiz bir gül bahçesi diye? Hem kim demiş ebeveynler çocuklarını sever diye? Yok böyle bir şey değil mi? Yaşadığımız hayatlar bunu göstermedi mi bize?
Peki o zaman niye çocuklara ve kendimize yalan söylemeye devam ediyoruz?