Hayatın, geçen sürelerde baş gösterdiği, yaşamının başrolünde olan kadınlar… Bir kadın bedenine hapsolmuşlukla, kadın bedenlerinde kendini bulmak…
Toplum bana ‘kadın’ diyor, kimliğimde, okulda, hastanede, iş yerinde, çay ocağında, otobüste… Bir kenar mahallenin en kuytu köşesindeki bakkalcı bile… Bir kadından daha uzun olabilecek saçlarım, belimin inceliği, sesimin kadınsılığı, el kıvrımlarım ve yüreğimin kadınsı kırgınlığı bunları doğruluyor. Peki, yaşama tutunmam bir kadınken, bunu hiç hissedebildim mi? Bedenimi sevebildim mi? Kendime, kadınlığıma aynada bir kere bile bakabildim mi? Bana kadın diyorlar, duruşum, bir kadından daha kadınken, hissettiklerim bir erkekten daha erkek… Anlamıyorlar…
Kadın bedenine hapsedilmek ve hapsolmuş duyguları kadın bedeni üzerinde özgürlüğe kavuşturmak… Bir kadın bedeninde dirilmek… Tel örgülerin arkasında sevişirken, toplumun bakışlarını, yüreğinin derinlerindeki mezara gömmek… Yağmalanmış özgürlüğün, sonsuz yasaklanışında gökkuşağının altında âşık olduğun kadının baş harflerini haykırmak…
Korkusuzluğun mecalinde, göstermeye çalıştığın masum sevişmelerinin karalanışlarını, topluma hırslanarak, öfke duyarak kendine mal etme girişimlerin sonuçsuzluğunun sonsuz acısını yaşamak.
Bir kadınken, kadın dudaklarına dokunmanın hisleri, yasakların, basmakalıp kuralları, ayaklar altında çiğneyerek acı naralarla kahkahaları gökyüzüne savurmak…
Masum sevgilerden ibaretti, yasaklıların aşkı.
Masum sevişmeleri de beraberinde getiriyordu.
Masum buluşmalar, masum dokunuşlar.
Bir kadın eli dokunuyordu, bir kadının tenine…
Kadın gibi görünüp, erkek gibi yaşayan kadınlardık.
Gökkuşağının arkasında kalan kadınlar,
Güneşin doğmasıyla gün yüzüne çıkacak olanlardık…