Elifhan Köse
Sosyal bilimlerde yapılan tespitlerden biri de sadece Türk modernleşmesi ve cumhuriyet rejiminin değil, aynı zamanda bütün ideolojilerin kendine özgü cinsiyet sembolizmlerinin olması ve bu semboller üzerinden özellikle İslamcılığın ve Kemalizm ideolojilerinin birbirinden ayırt edilmesidir.Bugüne kadar hem Kemalizm’in cumhuriyet “kızları” hem de İslamcılığın “türban” tartışması üzerinden çokça yazıldı çizildi, yorumlar karşı yorumlar yapıldı. Çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde tarafların birbirinden ne kadar farklı olduklarını göstermek için “kadın”lar sınır boyuna dizildiler, hem de düşman hattının diğer tarafındaki kadınlara çoğu zaman kadınlarla karşılık verdiler.
Aslında iki tarafın da birbirinden ısrarla farklılığını ortaya koyması önemliydi, çünkü modern hayatın binbir rengi tahmin edileceği üzere düşman ideolojik hatları birbirine aynı zamanda aynı apartmanda kapı komşu da yapıyor, aynı okula gönderiyor, aynı cafelerde kahve yudumlatıyor, aynı fabrikanın örgütlenen mücadelesinde birlik kılabiliyordu. Sonuçta belki de kadınların hayattan aldığı darbelerin fena halde aynı olması, bilhassa Türkiye’de darbeli matkap gibi acılı bir şiddetle kadın bedeni ve zihni üzerinde işleyen ataerkinin görmezden gelinebilmesi için Türkiye coğrafyasındaki kadınlara yönelik sınıflandırmalar çeşitlendi, zenginleşti. Özellikle halihazırdaki sınıfsal, cinsel ve etnik eşitsizlikleri küresel düzeyde arttıran neo-liberal politikaların sonuçlarının Türkiye coğrafyasıyla ilişkilendirilmesinde ve bu ilişki üzerinden tartışılmasında sadece medyada değil, laiklik-türban tartışmalarının alıp yürüdüğü sosyal bilimler alanında bile gerekli etki yaratılamadı. Sonuç olarak hergün 5 kadının öldürdüğü Türkiye’deki ataerki ile laiklik-ataerki çatışmasının zeminini buluşturmak öyle her ana/baba yiğidin harcı olmadı. Ya da haydi yiğitliğin hakkını verelim; ülkedeki birkaç feminist örgüt ve yarattığı düşünce etkisi dışında dost-düşman ayrımının siyasallığını çözmeye dönük gerçek bir politika zemini yaratılamadı.
Medyanın bu coğrafyada yaşayan kadınların kaderini ortaklaştıran ataerkiden ziyade, farklılaştıran, yabancılaştıran imgelere yoğunlaşıp, bunlardan tüketim malzemesi üretmesine zaten aşinayız. Ana akım dizi sektörünün işlevlerinden biri de bu oldu her zaman. Şimdilerde 70’lerin hidayet romanlarından “Huzur Sokağı”nın günümüze uyarlanarak dizileştirilmesi, basitçe artan kentli muhafazakâr kesime de hitap eden diziler yapma ve satma kaygısı olarak görülebilinir mi? Böylesi bir dizinin kentli muhafazakârlığı pekiştiren, kadınları hizaya çeken, “hidayete ermeyen” kadınları düşmanlaştıran bir işlev göreceği göz ardı edilebilir mi? Bu romanın ana akım medyada uyarlanan hikâyesinin günümüz koşullarında daha fazla ataerkil imgeyle hareket edeceğini tahmin etmek zor değil. Ama romanın 70’ler Türkiye’si bağlamında nereye, nasıl bir tartışmaya tekabül ettiğini hatırlamak da önemli. Aşağıdaki bölüm Birikim Dergisinin 276. sayısında yayımlanan “Edebiyat Üzerinden Dindar Kadın Yazarların Fikir Evreni” adlı yazımın bir parçasını oluşturuyor.
Müslüman Kadın Yazarların Hidayet Öyküleri:1970ler ve “Huzur Sokağı”
İslamcılığın dünyadaki ve Türkiye’deki yükseliş dinamiklerinden hem medyada hem de sosyal bilimler alanında çokça bahsedildi; ayrıntılı çalışmalar yapıldı halen de yapılıyor. Modernleşme ve kentlileşme ile 1979 İran İslam devrimi 1960ların sonlarından itibaren Türkiye’de kendine özgü bir İslamcı yayın faaliyetinin yaratılmasına ve İslami yayınların popülerleşmesine neden olurken; 12 Eylül darbesi ve küreselleşme, 1980sonrası neoliberal politikalarla bütünleşen yeşil sermaye akımları destekli kendine özgü yeni bir görsel medyayı gündelik yaşamın İslamileşmesinde işlevsel bir şekilde kullanıma açmış oldu. İslamcılığın özellikle kentli bir olgu haline dönüşmeye başladıkça tesettür ve başörtüsünün İslamcı yayınların gündemine girdiği görülüyor. Tesettür Türkiye İslamcılığının “siyasal” gündemine 1970lerin sonlarında girmeye başlamış (Aktaş, 2006a, 2006b), küreselleşen ve aynı zamanda kentlileşen siyasal İslamcılığın sembolü olarak gösterilen “yeni örtünme” biçimleri de 1970lerin sonlarından itibaren ortaya çıkmış, “tesettür” İslamcılık hareketinin politik unsurlarından biri haline geline gelmiştir.
Tesettürün İslamcılığın sembolü olarak siyasallaşmasında 1979 İran devriminin rolü oldukça önemliydi. Tesettürün ve çarşafın İran devrimi ile siyasal bir sembol haline gelmesi ve ‘bayrak’laşması Türkiye’deki İslamcı yayınları da doğal olarak etkisine aldı. Aktaş 1978 de Türkiye’de yayınlanan haftalık Şura dergisinin kadın okuyucular için 2 sayfalık Rayet (sancak) eki çıkardığını belirtiyor: “Rayet Bedir savaşında İslam ordusunun önünde dalgalanan siyah renkli tevhit sancağının adıdır ve Resulallah Hz. Aise (R.A) nin siyah ehramını bir mızrağın ucuna geçirerek İslam ordusuna sancak yapmıştır”(Aktaş, 2006b, s. 48). Kadının örtüsünün cemaatin sembolik sınırlarını imleyen “bayrak” vazifesini görmesinin İran devriminden sonra kesinleştiği görülüyor. Türkiye’de aynı yıl tesettür satan mağazaların çoğaldığı, öğrenciler arasında tesettürü benimseyenlerin artığı görülürken(2006b); buna bağlı olarak 1970lerin İslami yayınlarında başörtüsü İslamcılık içinde belirgin bir tema değilken (2006b), 1980lerde İslami kadın dergileri tesettürlü kadını özellikle batılı-seküler bir yaşam tarzına karşı alternatif bir “imge” olarak oluşturmaya başladığı tespiti Aktaş tarafından yapılmaktadır. Tesettür küresel düzeyde yükselen İslamcılığın siyasal sembolü, Müslüman bir toplumun mahremiyet ilişkilerini temsil eden bir söyleme dönüştüyse de, söylemin “temsili” başörtülü kadınla mümkün oluyordu. İslamcılık kentlileştikçe tesettür söylemi geleneksel patriarkal ilişkilerden kopmuş ve kentlileşmiş Müslüman ahlakın bireyselleşmesinin, başka bir deyişle kendi benliği üzerindeki kontrolü artan Müslüman ahlakın söylemini oluşturacak biçimde gelişti. Burada belirtmek gerekir ki tesettür İslam’da sadece kadınların bedensel olarak kapalı giysiler içinde bulunması anlamın gelmemekte, hem erkeklerin hem de kadınların mahrem yerlerini örtmesi, kendilerini haramdan sakınması anlamında takva örtüsü anlamına gelmektedir.
1970lerin sonlarında ortaya çıkmaya başlayan ve Huzur Sokağıyla örneklendirilecek hidayet romanlarında da, sadece kadınlar değil Müslüman erkekler de kentin modern kültürüyle (örneğin “açık-seçik”, “kahkahalarını koyveren”, “kıvrak bir biçimde dans eden” kadınlarla öğrenim görmek ve çalışma zorunluluğu gibi) iç içe yaşamı, kendilik kontrolünü güçlendiren bir nefs mücadelesi olarak deneyimlediler. Tesettür İslamcılık bir siyasal ideoloji olarak kentlerde güçlendikçe yayınlarda giderek daha fazla şekilde dost-düşman ayrımını, cemaatin ahlaki ve siyasi hijyen sınırlarını belirlemeye dönük bir söylem olarak kendini gösterdi. Cemaatin tesettür sınırlarını ise seküler kamusal alanda görünür olmaya başlayan başörtüsü** tarafından temsil edilen Müslüman kadın imgesi belirledi. Tesettürün temsilcisi olarak başörtülü Müslüman kadının seçimi, 1980lerin sonlarına kadar erkek ya da kadın yazar olmaktan bağımsız olarak İslami edebiyatın temel eğilimidir. Bu açıdan bakıldığında bu yıllara kadar egemen olan hidayet romanlarında Müslüman kadın ve erkek yazarlarda bir farklılaşma göze çarpmayacaktır.
1970lerden itibaren hidayet romanı adı verilen çok satan İslami popüler romanları kent yaşamı ve onun zorunlu kıldığı heterososyal ortamlarına karşı İslamcılığın yeni erkek ve kadın kimliklerinin şekillenmesini sağlıyordu. Özellikle Emine Yüksel Şenler’in 1970de basılmış günümüzde de çok satan hidayet romanı Huzur Sokağı bu dönemin İslami edebiyatında “tesettür”ün ideal Müslüman kadın imgesini nasıl yarattığını ifadelendirmek adına önem kazanır. Huzur sokağı “sakinleri kanaat ve huzur içinde yaşayan, zenginlik ve debdebede gözleri olmayan mü’min ve mütavazi kimselerdi. Bu mütevekkil, asil insanlar bütün fakr-ü zarürratlerine rağmen yaşayış tarzlarından gayet memnun, içindeki bulundukları hayat şartlarından dolayı da o derece müsterihtiler”( Şenler, 5). Diğer yandan geleneksel İstanbul yaşamının sürmekte olduğu, dindar değerlere sahip bu sokakta yapılan yüksek katlı apartman ve onun modern sakinleri sokağın havasını değiştirecektir. Bu sokakta yaşayan roman karakteri “Bilal yüksek tahsilini İÜ Kimya Fakültesine devam ederek tamamlamaktadır. O ahlakı terbiyesi çalışkanlığı ve yüksek imanıyla Huzur sokağındaki kız sahibi bütün anne babalar için yegane damat namzedi, başlarındaki tertemiz oyalı yemenilerle perde arkalarında çehiz işleyen bütün genç kızların hayallerinde yaşattıkları ve istikbal için ümit besledikleri ideal eş biricik annesinin ise üzerine titrediği terbiyeli itaatkar hayırlı evlat olarak Huzur sokağının gözbebeği sayılan sevilen her bakımdan mükemmel ve müstesna yaradılışlı bir gençti”(Şenler, 10)
Roman ilerledikçe Bilal’in yapılan apartman ve onun yeni sakinlerinin maneviyatsızlığına karşı imamla birlikte telaşlandıkları, mahallenin kadınlarının “apartman”a karşı uyarıldığını görmekteyiz. Ancak zamanla Bilal, sadece yüzünü görebildiği apartman sakini modern Feyza’ya aşık olmaktan kurtulamayacaktır. Ancak yine de güçlü duygularına karşı koyarak, İslam ahlakına uygun biçimde Feyza’yla gerektiği kadar ilişki kurar ve Feyza’nın hidayete ermesini temenni eder. Feyza’nın da Bilal’e aşık olmasına karşın Feyza onun İslam’ı tebliğini görmezden gelir, bunun sonucunda yolları ayrılacaktır. Roman boyunca Feyza Bilal’i hiç görmemesine rağmen hem Bilal’e duyduğu aşk aşırı romans eğilimi gösteren derinleşen bir tutku halini alacak, diğer yandan tesettüre girerek hidayete erip ailesini, hem de evlendiği, Müslüman ahlaka uygun olmayan eşini terk edecektir. Romanda tesettür Bilal’in mahremiyet sınırlarına riayet ederek ortaya koyduğu Müslüman ahlakı iken, Feyza için örtünme anını ve onun temsil ettiği hidayete erişmeyi ifade eder.
Romanın ilgi çekici özelliği Emine Şenler Yüksel’in Bilal’i aşkına rağmen kendine hakim ve doğru kararlar verme iradesi gösteren bir Müslüman erkeklik üzerinden çizerken, Feyza’yı iç muhasebesi oldukça fazla ve nerdeyse patolojiye varan derin tutkuları olan bir kişilik olarak çizmesidir. Elbetteki Feyza tesettüre girdikten sonra Müslüman bir hayat kurmak için elinden geleni yapan dirayetli bir kişidir, ancak orta yaşlı bir anne olarak resmedildiği romanın sonunda Bilal’e kavuşuncaya kadar hissettiği aşk duygularında nerdeyse hiçbir azalma olmaz. Hidayet romanlarının erkek karakterleri dönüştürücü aktörler olarak uygun Müslüman benliğin yaratılması adına ideal olanı simgelemekte, ideal olan Müslüman kadınlar ise Akçay’ın söylediği gibi “huri” figüründe ancak “temsil” edilebilmekteydi. Huzur sokağının özelliği belki de kadın yazarının ideal kadın kimliğine uygun bir yaşam kurabilmesinin kadın dünyasındaki çatışmalarını, nerdeyse ruhsal buhranlarını erkek yazarlara göre daha içtenlikle aktarması, ancak bu iç muhasebatın hidayete erilip, uygun eşle bir araya gelindiğinde ortadan kalkacağına bir inanç beslemesiydi. Hidayet romanlarında ve İslami yayınlarda tesettür modern dünyanın çelişkilerinin ve kadın yaşamının parçalanmışlıklarının aşıldığına ilişkin bir iddiayı içten içe barındırır. Bütün çelişkiler, cemaatin bütününü bozan ahlaki kirlilik ve pislik olarak dışarıda modern dünyaya bırakılmaktaydı. Tesettür giderek kadının örtüsü ve ahlakı olarak somutlaşacaktır. İslami yazar Şerife Katırcı’nın “Müslüman Kadının Adı var” adlı kitabı benzer özellikleriyle hidayet romanları içinde yerini alır (Katırcı, 1988:90):
“Ha bak kızım zamanın cahilleri ilk önce senin örtüne saldıracaklardır. Örtü bir kadının iffetinin bayrağıdır. Nasıl ki düşmanın ülkeyi ilk zapt ettiğinde yapacağı iş kale burcundaki bayrağı indirmektir. Sen bu bayrağı başında gururla taşımalısın… Örtü Allahın farz kıldığı emirlerdendir. İlim de farzdır. Seni iki tercih arasında bırakacaklardır. Müslüman Allahın emirleri arasında tercih yapabilir mi? O ikisini de yaşamak istemeli ve bu uğurda mücadele etmeli, işte bu cihat’tır!” (Katırcı, 1988: 90)
1990’lara gelindiğinde tesettür Müslümanlaşan bir kentin ve dünyanın sembolik göstereni olarak işliyor, özellikle başörtüsüne giren kadınların hikayeleri nerdeyse birbirinin benzeri iç huzura kavuşmanın tescili olarak ideal Müslüman kadın “imgesi”ni yaratıyordu.
Kaynakça:
Aktaş, C. (2007) İslamcılık / Bir Hayat Tarzı Eleştirisi, İstanbul: Kapı.
————(2006a) Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık-Kıyafet ve İktidar, İstanbul: Kapı.
————(2006b) Türbanın Yeniden İcadı, İstanbul: Kapı.
Katırcı, Ş.(1988), Müslüman kadının Adı Var, Birleşik Dağıtım.
Ramazanoğlu, Y.(2004), İkna Odası, Pınar yayınları
Şenler, E. Y.(Tarihsiz), Huzur Sokağı, Nur YAYINLARI
(Bu yazının daha uzun bir versiyonu Birikim dergisinde yayınlandı)