Emel Coşkun
İstanbul’un göbeğinde, Taksim’deki karakolda 11 Mart gecesi göçmen bir kadına tecavüz edildi. Taksim Polis Merkezi’nde görevli komiser yardımcısı N.K.’nın, “rutin” eğlence yeri kontrollerinde kimliği olmadığı gerekçesiyle gözaltına aldığı bir kadına, kameralarla döşeli binanın kamera olmayan tuvaletinde tecavüz ettiğini gazetelerden öğrendik. Kadının “suçu” ise sahte kimlik kullanması, vizesinin olmaması, ya da izinsiz çalışması… Ne derseniz deyin ama asıl sebep göçmen olması, polisin ve medyanın diliyle “kaçak” olması, üstüne bir de kadın ve Rusya vatandaşı olması.
Bu tecavüz polisin göçmen kadınlara yaptığı eziyetin su yüzüne çıktığı ilk haber değil elbette. Örneklerine karakolda adeta medyan dayağı atılan, Küçükçekmece’de tecavüze uğrayıp yol kenarına bırakılan, her ay rutin olarak Laleli’de gözaltına alınan, kimi zaman ev işlerinde “kaçak” çalıştığı için sınırdışı edilen örneklerle çoğaltmak mümkün. Bu örnekleri göz önüne alınca basına yansımayan çoğu vakanın olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. Peki, görevi insanları korumak olan polisin bu kadar pervasızca göçmen kadınlara karşı şiddet uygulaması neden kaynaklanıyor?
Elbette tek bir sebeple bunu açıklamak mümkün değil ama Türkiye’nin göçmenlere yönelik ırkçı ve ayrımcı politikaları, yasaları ve bu yasaların polise verdiği geniş imtiyazlar bu şiddetin en büyük destekçisi. Bu yasalar göçmenlerin çalışma izinlerinden pasaport kanununa, fuhuş kanununa kadar değişik kategorilerde birbirini besliyor, biri eksik kaldığı yerde öbürü tamamlıyor.
Şöyle ki; Türkiye’nin göç yasaları göçmenlerin pratikte çalışma izni almasını neredeyse imkansız kılıyor. Bir göçmenin çalışma izni alabilmesi için işvereninin başvuru yapması gerekiyor, yani çalışma izinleri işverenin keyfine bağlı. Vergi ve sosyal güvenlik gibi yasal yükümlülükleri ile uzun süren bürokratik işlemler göz önüne alınırsa bu izinler işveren için hiç de cazip değil. Aksine bir de SSK primi ödemektense, yasalar karşısında savunmasız, iki dudağından çıkacak kelimeye bağlı bir göçmen çalışanının olması çoğu işverenin işine geliyor, göçmenlerin esnek ve ucuz emeğini sonuna kadar sömürebiliyor.
Öte yandan 1 Şubat 2012’de uygulamaya geçen yeni bir yasa ile artık turistlerin/göçmenlerin 3 aydan fazla Türkiye sınırları içinde kalmasına izin verilmiyor. Dolayısıyla önceden 6 ay kalabilen ya da 3 aydan sonra aynı gün tekrar giriş-çıkış yapabilen göçmenler artık 3 aydan önce giriş yapamıyorlar. Bu yasa çoğu göçmeni ama özellikle de sayıları yüz binleri aşan ev işlerinde çalışan kadınları vize ihlaline ve resmi dilde “kaçak” olarak Türkiye’de yaşamaya ve çalışmaya zorluyor. Çünkü bir yandan hiçbir işveren üç aylığına işçi kabul etmiyor, öte yandan ne kadar zor şartlarda da çalışsa göçmenler de bulduğu işi kaybetmek istemiyor. İşte bu noktadan sonra artık Türkiye’de yasal olarak kalma hakkını da kaybeden kadınlar için acele etmenin bir anlamı kalmıyor. Nitekim izinsiz göçmen işçi çalıştıran işverene belirli bir para cezası uygulansa da asıl ceza göçmenlere kesiliyor. İhbarla vs yakalanırsa sınır dışı ediliyor ki bunu kimi zaman işverenler de yapıyor. Öte yandan kendi isteğiyle Türkiye’den çıkarsa hem sınırda para cezası ödemek zorunda kalıyor hem de belirli bir süre giriş yapamıyor. Para cezasından ziyade -çünkü artık çoğu bunu kabul etmiş durumda- sınırdışı edilmek kadınların en büyük korkusu, çünkü uzun süre Türkiye’ye girememek demek çalışamamak ve dolayısıyla para kazanamamak anlamına geliyor. Bunu engellemek ve Türkiye’de kalıp çalışabilmek için göçmen kadınlar farklı yollara başvuruyorlar. Bunlar kimi zaman bir Türkiye vatandaşı erkek ile evlenmek kimi zaman kendi ülkesinde kimlik değiştirerek tekrar giriş yapmak gibi farklı yöntemlere başvurmak olabiliyor.
Ama bunlar da çok işe yaramıyor. Çünkü pasaportunuzda vizeniz olsa da, bir cafede otururken gözaltına alınmanız işten bile değil. Hele ki göçmenseniz ve kadınsanız. Çünkü polis sokakta ya da eğlence yerinde kimlik sorduğu bir göçmen kadını fuhuş yaptığı gerekçesiyle gözaltında alıp sınır dışı edebiliyor. Çünkü “yabancıların” çalışmasına izin vermeyen fuhuş yasası, halk sağlığını her şeyin üzerinde tutan Pasaport yasası ile birleşince polisin eline göçmenleri cezalandırmak ve sınırdışı etmek için başka bir sebep yaratıyor. Pasaport Kanunu’na göre bulaşıcı hastalığı olan “yabancılar” sınırdışı ediliyor. Elbette bu yasa sadece fuhuş yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınan, doğru düzgün muayene bile yapılmadan ve herkeste olabilecek hastalıklar sebep gösterilerek sadece (evet yine) göçmen kadınlar için geçerli. Nitekim, Türkiye’de fuhuş yaptığı ya da bulaşıcı hastalık taşıdığı gerekçesiyle sınırdışı edilen kadınların sayısı yılda 2 bini geçiyor. Elbette erkeklere böyle bir kontrol yok.
Çalışma izinlerinin imkansızlığına, vize ihlalleri, fuhuş gerekçesi, halk sağlığı derken bir de üstüne eski Sovyet Bloku’ndan gelen kadınlara yapıştırılan “fahişe” damgası eklenince göçmen kadınlar her türlü sömürüye ve tacize karşı savunmasız hale getiriliyor. Bu “çok işlevsel” yasaların göçmenleri mağdur eden ayrımcılığından yararlananlar elbette sadece polisler değil, genel olarak erkekler ve kadınlar da farklı şekillerde bu pastadan paylarını alıyorlar. Bu kimi zaman göçmenlerin “kaçak” durumundan yararlanarak fahiş kiralar isteyen ev sahipleri, yine aynı sebeple en ağır şartlarda onları çalıştırmaktan çekinmeyen işverenler, kimi zaman da ev ve bakım işlerinde göçmen kadınları çalıştıranlar yani genel olarak erkekler ve kadınlar; ya da son örnekte olduğu gibi onların savunmasızlığından yararlanarak cinsel taciz ve tecavüze yeltenen sokaktaki vatandaş ve hatta kamu görevlileri olabiliyor. Tüm bu kesimlerin en büyük ortak dayanağı hiç şüphesiz göçmenlerin kanadını kıran, onları savunmasız bırakan; pasaport, çalışma, fuhuş alanlarında yapılan yasalar. Türkiye bir yandan kadına yönelik şiddetle ilgili imzalamadığı uluslararası sözleşme kalmazken bir yandan yerel yasaları ile göçmenleri ve özellikle de kadınları saldırıya, ayrımcılığa ve sömürüye karşı savunmasız bırakıyor. Sınırdışı edilme korkusu çoğu kadını ya çalıştıkları evlere hapsediyor ya da son tecavüz olayında görüldüğü gibi insanlık dışı muamelelere katlanmak zorunda bırakıyor. Nitekim son tecavüz vakasında direnmeyişinin sebebini “Oradaki insanların bana inanmayacağını ve beni suçlu ilan edeceklerini düşünmemdi,” diye açıklayan göçmen kadın tam da bu korkuyu dile getiriyor.
Öncelikle bir insanın vizesinin, oturma ve çalışma izninin ya da kimliğinin olmaması onu ne “kaçak” ne de “suçlu” yapar. En genel ifadeyle, her insanın istediği yerde yaşaması evrensel bir haktır. Dolayısıyla herkesin istediği yerde çalışabilmesi, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerden yararlanması ve en önemlisi insanlık onuruna yakışır bir şekilde muamele görmesi gerekir. Bu haklar kadınlar söz konusu olduğu zaman çok daha önemli. Cinsiyetinden ötürü göçmen kadınların ayrımcılığa, tacize ve tecavüze uğraması biz feministler olarak özellikle kabul edilemez, hele ki bu ayrımcılık yasalardan kaynaklanıyorsa. O yüzden, toplumun çeşitli kesimlerinin ortak olduğu bu sömürü mekanizmasının en azından yasal dayanağını ortadan kaldırmak için göçmenler ve özellikle de kadınları mağdur eden bu yasaların bir an önce kaldırılması gerekiyor. Öte yandan oturma ve çalışma izinlerinin kolaylaştırılması, işverene bağımlı olmaktan kaldırılması, kadınların sınırdışı korkusu olmaksızın yardım alabilecekleri mekanizmaların kurulması gerekiyor. Aksi halde, sadece karakolda değil toplumun hemen her kesiminde “tecavüze” uğrayan göçmen kadınların bedenlerine uzanan bu sömürüyü görmezden gelerek, TC’nin “imtiyazlı” vatandaşları olarak biz de bu sömürüye ortak olmuş oluruz. Özellikle de feministler olarak, göçmen kadınların çektiği eziyeti görmeden, onların bedenlerine uzanan sömürüyü deşifre etmeden, hak arayışlarında onların yanında olmadan yaptığımız politika eksik kalacaktır.