Söyleşi
Birikim dergisinin, Ağustos- Eylül 2009 sayısından alınmıştır.
Asena Günal: Feminizm ile sosyalizm arasındaki ilişkiden başlayalım istersen. Bu ilişki nasıl tasarlandı? Bir iç içe geçme mi, organik bir bağ mı, mekanik olarak eklemlenme mi, yoksa sosyalizmin feminizmle ya da tersi feminizmin sosyalizmle tamiri mi? Hem sen nasıl bir ilişkilendirmeden yola çıktın, hem de başka türlü ilişkilendirme biçimlerini nasıl değerlendiriyorsun?
Gülnur Acar Savran: Bu konuda üç yaklaşım belirginleşti gibi gözüküyor. Bunlardan bir tanesi, ÖDP’nin kuruluş aşamasında ve ilk yıllarında ön plana çıkmış bir anlayıştı. ÖDP içinde birçok feminist arasında yaygındı bu yaklaşım. (Tabii burada sosyalizmle feminizm arasında şöyle ya da böyle bir ilişki kuran feministlerle sınırlıyorum söyleyeceklerimi.) ÖDP’nin kuruluş döneminin politik iklimiyle tutarlı bir anlayıştı bu. Kimlik politikasının revaçta olduğu bir dönemdi bu.
Gülnur Acar Savran: … Bu feminist arkadaşlar, ÖDP’yi çeşitli toplumsal hareketlerin bir şemsiye örgütü olarak görüyorlardı. Çok belirgin olarak ifade edilmese bile, yapılan politikalarda böyle bir anlayış ifadesini buluyordu. ÖDP’yi çevreci hareket, anti-militarist hareket, sosyalizm, feminizm, anti-heteroseksizm; bütün bunların yan yana geldiği bir örgütlenme olarak görüyorlardı. Sosyalizmle feminizm de bu yan yana geliş içinde bir tür dışsal eklemlenme içindeydi bu anlayışta. Yani organik bir bağ kurulmuyordu sosyalizm ile feminizm arasında. Kuşkusuz şöyle bir şey vardı: Bu feminist kadınlar bütün diğer hareketleri ya da ÖDP içinde bu hareketlerin yansımalarını, feminist bir eleştiriye tâbi tutma konusunda çok kararlıydılar. Bu örgütlerdeki erkek egemenliğini, cinsiyetçiliği ve cinsiyet körü politikaları eleştirme doğrultusunda çaba harcıyorlardı. Ama buradaki kritik nokta, bu yaklaşımı paylaşan feministler için ÖDP’nin feminist politika yapmanın bir aracı ve alanı olmasıydı. ÖDP’ye, bütün bu farklı yan yana duran kimliklerin kendi politikalarını, bir ölçüde özerk bir biçimde yapacakları bir yapı olarak yaklaşılıyordu.
İkincisi, son dönemde Ecehan Balta’nın Mesele dergisinde (no. 27, Mart 2009) ve Yeni Yol dergisinde (no. 33, Bahar 2009), teorik temelleriyle açıkladığı yaklaşım. Ecehan’a göre sınıf, ırk, doğa, cinsiyet sömürüsü ve kapitalizm arasında içsel bir ilişki var. Tam anlamıyla organik bir ilişki var. Dolayısıyla da sosyalist bir örgüt, bütün bu baskı ve sömürü biçimlerini, politikasının merkezine koymak zorunda. Bütün bu mücadelelerin geniş bir alanını oluşturuyor sosyalist mücadele. Kuşkusuz, sosyalist yapılar dışındaki bağımsız/özerk bir feminist hareketin önemini Ecehan da vurguluyor. Böyle güçlü bir hareket olmadığında, bir sosyalist örgüt içinden yapılacak feminist mücadelenin güç kazanamayacağını düşünüyor. Ama feministlerin sosyalist bir yapı içinde mi feminist politika yapacakları -tabii burada sosyalist feministler söz konusu- yoksa sosyalist bir yapı dışında özerk, bağımsız bir feminist hareket içinde mi politika yapacakları, Ecehan’a göre, konjonktüre göre belirlenecek stratejik bir sorun.
Bir de üçüncü bir görüş var. Benim de katıldığım bir görüş. Bugün Sosyalist Feminist Kolektif’te oldukça yaygın bir şekilde kabul gören bir görüş bu. Bu yaklaşımda da sosyalizm ile feminizm arasında bir tür organik bağ olduğu söylenebilir. Ama bir kayıtla. Ne anlamda organik bir bağ var, ne anlamda bir kayıt var, biraz bunu açmaya çalışayım… Patriyarka, kapitalizmden çok daha öncesine dayanan bir egemenlik biçimi, tarihi çok daha eski. Kapitalizm, mevcut patriyarkayı tarihsel olarak devralıyor ve kendi bünyesine kısmen uyarlıyor. Ama bu tarihsel bir eklemlenme. Bu nokta, benim açımdan önemli. Marx’ın Kapital‘in birinci cildinde tahlil ettiği, o soyutlama düzeyindeki biçimiyle kapitalizmden söz etmiyoruz. O soyutlama düzeyi, emek-sermaye ilişkisinin dinamiklerinin açıklandığı bir düzey. Oysa tarihsel olarak kurulmuş olan kapitalist toplumlar, patriyarka üzerinde temellenmiş, patriyarkaya yaslanarak oluşmuş. Dolayısıyla bugün içinde yaşadığımız, tarihsel olarak varolmuş olan kapitalist toplumlar, patriyarkal kapitalist toplumlar. İşte bu ölçüde organik, sosyalizmle feminizmin ilişkisi: Bugün kadınların patriyarkal baskı ve sömürüden tümüyle kurtulmaları için kapitalizmi aşan bir toplumsal yapı gerekiyor. Dolayısıyla da, tarihsel düzlemde, feminizm kaçınılmaz olarak anti-kapitalist olmak zorunda diye düşünüyorum. Ama bu yeterli değil: Kadınlar için bir gelecek tasavvuru da gerekli, kadınları feminizme çağırabilmek için, onların kurtuluş mücadelelerinin salt bir isyan ve direnişten öte bir doğrultuya kavuşabilmesi için. Bu gelecek tasavvurunun çok temel birtakım öğeleri var, feminizm açısından bakıldığında: Toplumsal kaynakların kadınların ihtiyaçları da göz önüne alınarak bölüşülmesi, toplumsal üretimin “evde işi görülen erkek birey” modeline göre örgütlenmemesi, üretimin cinsiyete göre bölünmemiş olması, kadınların ev içi karşılıksız emeğinin ortadan kalkmış olması, ve heteroseksist, tek eşli, erkek egemen aile yapısının aşılmış olması. Kadınlar üzerindeki şiddetin de çoğu kez taşıyıcısı olan bu aile yapısının aşıldığı, kadınların bedenlerinin ve cinselliklerinin denetlenmesine izin vermeyen bir toplumsal örgütlenme biçimi… Bu da ancak sosyalist bir toplumun temel öncülleriyle uyumlu olabilecek bir perspektif diye düşünüyorum. Şimdi bir de kayıt getireyim, sosyalizm ile feminizm arasındaki bu organik ilişkiye. Erkek egemenliğiyle kapitalizm arasındaki ilişki, mantıksal, zorunlu ve bu anlamda içsel bir bağ değil. Burada ayrılıyorum ben Ecehan’dan. Patriyarkanın, kapitalizmin öncesine dayanan ve bir anlamda kendi iç dinamiği olarak varlığını sürdüren bir işleyişi de var. Bunu gözardı edemeyiz. Yer yer kapitalizmin dinamikleriyle çatışabilir bu dinamik. Kapitalizmin dinamikleri kadınları görece özgürleştirebilecekken, zaman zaman patriyarka bunun önünde bir engel oluşturabilir.
Asena: Ecehan bunu bir tek cinsiyet için değil, ırk ve doğa için de söylüyor. Aynı eleştiri bu alanlarda kurduğu ilişkiyle bağlantılı olarak da gündeme gelebilir.
Gülnur: Çevre meselesinin tümüyle kapitalizme bağlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Modernleşme, sanayileşme vs.nin kapitalizm dışı biçimlerinin dünyada hiç varolmamış olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla çevre tahribatı, kapitalizmin kendi dinamiğiyle, kâr hırsıyla, üretim için üretim mantığıyla birebir bağlantılı diye düşünüyorum. Irkçılık belki daha karmaşık. Irkçılık denen şey, aslında tarihsel dönemlere göre biçim değiştiren bir şey. Yine de, daha eski biçimiyle ırkçılık, yani kölecilik, kapitalizmin ilksel birikim aşamasının asal bileşeni. Bu anlamda ırkçılık kategorik olarak ayrı bir insan türü öne sürmek anlamına geliyor. Bugün ise ırkçılık daha çok, tümüyle farklı bir insan türü öne sürmeksizin işleyen bir ideoloji: Kapitalizm, kendi bünyesi içine çekip sömürmek üzere yararlandığı, aynı türden ama şu ya da bu biçimde “aşağı”, “geri”, “suça eğilimli” vs. insan grupları kurguluyor. Irkçılığın ve doğanın sömürüsünün mevcut haliyle kapitalizmden çok ayrıştırılabilecek dinamikleri olduğu konusunda kuşkuluyum. Ama patriyarkanın var diye düşünüyorum. Heteroseksizm meselesine gelince, onun da doğrudan patriyarkayla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Böylece kapitalizm ve patriyarkayı, iki kurucu, temel baskı ve sömürü biçimi olarak ileri sürmüş oldum. Ama çevre ve ırk konularında Ecehan’dan çok farklı düşünmediğim açık.
Asena: Ecehan’ın, sol örgütler içinde feminist mücadele yürütülebilir, stratejik olarak böyle bir şey seçilebilir yorumu için -özellikle kendi deneyiminden yola çıkarak- neler söylemek istersin?
Gülnur: Ben ÖDP’ye feminist olduğum için girmedim, sosyalist olduğum için girdim. Çünkü feminist mücadele benim için, erkeklerle birlikte yürütülecek bir mücadele değil ve bu, konjonktürden bağımsız, kategorik bir şey benim açımdan. Anti-kapitalist de olsa sosyalist de olsa, karma bir yapıya sığacak bir mücadele değil. Bunun çok açık bir nedeni var: En yakınımızdaki erkekler de, patriyarkanın özneleri. Dolayısıyla onlara karşı da bir mücadeleyi içeriyor feminist mücadele. Onlardan ayrı örgütlenerek, onlara da karşı verilecek bir mücadeleyi. Sevgili, koca, yoldaş neyse ne… O yüzden de karma bir yapıya sığacak bir mücadele değil feminist mücadele. Kuşkusuz, buna rağmen, ÖDP’ye girerken bir feminist olarak umutlarım ve beklentilerim vardı. Beklentilerim neydi: Bir defa örgüt içindeki erkek egemenliğine, cinsiyetçiliğe karşı bir şeyler yapılabileceğini bekliyordum, umuyordum. Bunun mümkün olduğunu düşünüyordum. İkincisi de, ÖDP’nin genel sosyalist politikalarını feminist bir eleştiri süzgecinden geçirmenin, feminizmle aşılamanın mümkün olacağını düşünüyordum. Yani cinsiyet körü sosyalist politikaların cinsiyetlendirilebileceğini umuyordum ve bu yüzden girdim. Ama o aşamada da hep bağımsız, özerk feminist hareketin olmazsa olmaz bir koşul olduğunu düşünüyordum.
Asena: O dönemde bağımsız feminist hareket olarak sayabileceğimiz Pazartesi‘de de vardın.
Gülnur: Pazartesi‘de biz oturup konuşmuştuk. Hepimiz enerjimizin tamamını ÖDP’ye yatırmayalım, aramızda işbölümü yapalım, buradaki gücümüzden eksiltmeyelim diye… O dönemde Pazartesi dışında pek çok münferit feminist vardı. Pazartesi, Mor Çatı ve bazı başka feminist yapılar da vardı; ama esas olarak çok münferit feminist vardı ve ÖDP’nin feministler açısından cazibe gücü de biraz öyle oluştu. Çok fazla feminist yapı olmadığı için, özellikle de birinci yaklaşımı benimseyen feministler ÖDP’de yer aldı. Gerçekten feminist enerjinin çok önemli bir bölümü, ÖDP’ye kanalize oldu. Özerk, bağımsız feminist hareket çok geriledi. Öyle olunca, ÖDP içinde bizim o sırada vermeye çalıştığımız örgüt içi erkek egemenliğine ve cinsiyetçiliğe karşı mücadelede de zaaflar oluştu. Dışarda bir güç olmayınca içerde biz daha kırılgan ve güçsüz duruma geldik. Bunun sonuçlarına hep birlikte tanık olduk.
Asena: Yani bağımsız feminist hareketin güçlü olması, sol içindeki feminist mücadelenin güçlü olması için elzem.
Gülnur: Evet, sosyalist bir örgütte feministlerin vereceği mücadelenin iki ayağını oluşturan, örgüt içi cinsiyetçiliğe/erkek egemenliğine karşı mücadelenin ve örgütün politikalarının cinsiyetlendirilmesi çabasının güç kazanması için… ÖDP’nin bir özelliği daha vardı. Çeşitli sosyalist grupların biraraya geldiği bir mutabakat örgütüydü. Bu farklı grupların erkeklerinin birbirleri karşısında savunma refleksleri hep çok güçlüydü. Dolayısıyla kendi cinsiyetçiliklerini, kendi erkek egemen konumlarını, birbirleri karşısında gerçekten sorgulamaları ve eleştirmeleri çok zordu. Çünkü o gruplar için esas, sosyalizm içi tartışmalardır. Parti içinde bir kadın platformumuz vardı. Bu platformda çok çeşitli sosyalist gruplardan gelen kadınlar ve benim gibi münferit kadınlar yer alıyordu ve birlikte çalışıyorduk. Ama ne zamanki bu sol grupların kendi aralarındaki güç mücadelesi sertleşti, kritik bir noktaya geldi, bizim platformumuz dağıldı. Feminizmin başka önceliklere çok kolayca feda edildiğini gördük.
Asena: Orada ikili bir şeyden söz ediyorsun: parti içindeki cinsiyetçilikle mücadele ve partinin poltikasının cinsiyetlendirilmesi. Ayrı ayrı ikisine baktığın zaman ne gibi zorluklar olduğunu söyleyebilirsin?
Gülnur: Erkek egemenliği, cinsiyetçilik ÖDP’nin ve diğer sol örgütlerin programlarında lafzen yer alıyordu. Örgüt içi cinsiyetçiliğe karşı mücadele, tüzüklerinde yer alıyordu. Şiddet ve taciz disiplin suçuydu, kota vardı. Hem programda hem tüzükte bir sürü şey vardı; ama genel sosyalist politikalar belirlenirken, o anda ortalıkta feministler yoksa otomatik bir biçimde cinsiyet körü politikalar üretiliyordu. Özünde, patriayarkayı hâlâ “kadın sorunu” biçiminde bir alt başlık olarak görme eğilimini aşamadı sol diye düşünüyorum. Bütün politikalarını cinsiyetlendirme perspektifine ulaşamadı. Erkek egemenliğini “kadın sorunu” olarak kuran anlayışın sınırları hâlâ geçerli. Kadın politikası, en iyi durumda, bu işe hevesli kadınlara havale ediliyor, marjinalleştiriliyor. Diğer konuya gelecek olursak; kota, kadınlara ek konuşma süresi…
Asena: Karısına şiddet uygulayanlara disiplin cezası…
Gülnur: Evet. Bunlara rağmen öyle bir davranış kodu vardı ki, mesela Parti Meclisi’nde kadınlar konuşurken salon boşalabiliyordu. Özellikle de parti içindeki sol gruplardan birine mensup olmayan, arkasında erkek gücü olmayan kadınlar söz aldığında, bu kadınlara daha az kulak verildiğini, tutanak tutan arkadaşların daha az not tuttuğunu gözlemleyebiliyorduk. Ya da erkekler kendi aralarında tartışırken -ki bu tartışmalar çok ateşli oluyordu, farklı gruplar arasındaki tartışmalardı sonuç olarak- birbirlerini anlamak ve ikna etmek için değil yenmek için tartışıyorlardı. Satır araları, imalar üzerinden tartışma sürdürüyorlardı. Bütün bunlar, kadınları, özellikle de arkasında örgüt gücü olmayan kadınları dışlayan davranışlardı. Bunları ifade ettiğimizde, karşılığında hep, bunun alınganlık, aşırı duyarlılık, abartı olduğu söyleniyordu. Bunun böyle olmadığına dair bizim bir tezimiz var. Ama karşıda bir tez yok, neden alınganlık, neden abartı olduğuna dair… Tek açıklama ne olabilir: Kadın olmak, fevrî olmak, duygusal olmak, alıngan olmak.
Asena: ÖDP için söylediğin bu işleyiş bütün sol hareket için söylenebilir değil mi? Türkiye’de solun feminizme bakışındaki genel bir sorun olarak. Yaprak Zihnioğlu, MTSD‘nin “Sol” cildindeki yazısında anlatıyor: Solda ya cinsiyet körlüğü var ya da feminizmi bir burjuva akımı olarak dışlama. Hatta 1930-80 arası için “sosyalizmin erkek yarım yüzyılı” diyor. Yeni/İkinci Dalga feminizmin etkilerinin hissedildiği ’80 sonrası dönem için de anti-feminizmin güçlü olduğunu, feminizmden etkilenerek değişme çabasındaki yeni özgürlükçü solun sesinın kısık kaldığını söylüyor. Ama anlaşılıyor ki o kısık sesin içinde de pek çok sorun var.
Gülnur: Evet bu sadece ÖDP’ye özgü bir durum değil. ÖDP başlangıçta feministlere feminist olarak çağrı çıkardı. Bu, demin söylediğim handikapı da içinde barındırıyordu: ÖDP’yi bir toplumsal muhalefetler şemsiyesi olarak görme anlayışını içinde barındıran bir şeydi. Genel olarak politikaları bütünlüklü bir biçimde cinsiyetlendirmeden ziyade, “buyrun özgürsünüz, siz kendi politikanızı yapın burada” hâli egemendi. Diğer örgütlerde politikaların cinsiyetlendirilmesi meselesinin nasıl işlediğini dışardan görüyoruz, gözlüyoruz. Mesela ortak platformlara feministleri çağırabiliyorlar ama kesinlikle kendileriyle eşit politik özneler olarak görmüyorlar. Feminizm sonuç olarak hep bir tür “demokrasi” ya da “kitle hareketi” olarak görülüyor. Bu toplumun kurucu bir egemenlik ilişkisini hedef alan bir hareket olarak sosyalizmle eşit görülmüyor, hiçbir örgüt tarafından. Bu da tabii somut politikalara yansıyor diye düşünüyorum.
Asena: ÖDP dışındaki sol partileri de, SDP’yi mesela, bu çerçevede değerlendiriyorsun.
Gülnur: Bu partileri de sayabiliriz, çeşitli platformları da… Mesela yakın geçmişte SSGSS tartışmaları bağlamında, politikaları cinsiyetlendirme konusunda feministler çok uğraştı. Ancak o zaman bazı şeyler akıllara geldi. Krize Karşı İşçi Forumu’nda tek bir cümle geçiyor, kadınlarla ilgili olarak. Yedinci Paket’te kadınların hiç sözü edilmiyor. Yedinci Paket’te zaten “sınıf” da geçmiyor. Yurttaşlık çerçevesinde kurulmuş bütün çerçeve: Sınıf sömürüsü de, erkek egemenliği/patriyarka da berhava oluyor.
Politikalarda cinsiyet körlüğünün ötesinde, erkek egemenliği, cinsiyetçilik, hatta erkeklik diyelim; bu da varlığını sürdürüyor. ÖDP’yle ilgili olarak saydım: Politika yapma üslubu, kadınların katılımını cesaretlendirmeyen tartışma biçimleri vs. SDP’de ise, bir taciz olayı oldu, partinin merkezi, bazı kadınları yanına çekerek bunun üzerini örttü ve sonuçta parti bölündü. Sadece burada üstü örtülmekle kalmadı, ondan sonra SDP’lilerin de katıldığı Barış Platformu’nda bu tacizcinin ön planda yer almasına çalışıldı ve bu sağlandı. Bu sefer de Kürt meselesi uğruna feda edilmiş oldu feminizm. Orada da tacizin üstü örtüldü. Yine bir başka örnek, DİSK’e bağlı Sine-Sen’de, son dönemde bir taciz olayı yaşanıyor. Sendikanın çalışanı bir kadın tacize maruz kalıyor, hem de uzun bir dönem boyunca. Sonunda Genel Kurul’da bu konu tartışılıyor ve tacizcinin üyeliğinin devamına karar veriliyor. Tacize maruz kalmış olan kadın işten çıkarılıyor! En taze örnek ise, Ayşe Yılbaş davası. Ayşe Yılbaş, kocası tarafından öldürülen bir kadın. Boşanma sürecindeyken kocası geliyor, on iki kurşunla onu öldürüyor. Ayşe Yılbaş, stajyer doktor o sırada. Olay, hastanenin içinde oluyor. Kocanın avukatlığını sosyalizm geçmişiyle övünen Bahri Belen yapıyor. Son duruşmada, adamın katil olduğu artık belli olmuş, ağırlaştırılmış müebbet isteniyor, her şey ortadayken, savunma avukatı haksız tahrik indirimi almak için Yılbaş’ın mahremiyetini inanılmaz derecede ihlal etmenin yanı sıra onu düpe düz aşağıladı. Bana kalırsa kadın düşmanı bir savunmaydı o. Karşısında feminist avukatlar vardı; savunması boyunca feminizm düşmanı bir tavır da gösterdi. Bu örnekler kendini sürekli olarak tekrar ediyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, feministlerle sosyalistlerin pratikteki ilişkisi -teorik olarak bir tür organiklikten söz etmiştim- gerilimli ve çatışmalı bir ilişki. Zaten feminist mücadele sol örgütler dışında verilmeli, bu kategorik bir şey. Feminist mücadelenin ezen-ezilen el ele, erkeklerle verilecek bir mücadele olduğunu düşünmüyorum. Ama toplam bir muhasebe olarak, sosyalizmi feminist bir açıdan eleştiriden geçirme işinin de dışardan yapılması gerektiği sonucuna vardım. Dışarda güç oluşturmak lazım. Bu güce dayanarak ve sosyalist örgütleri feministler olarak kendimizden yoksun bırakarak, kendilerini sorgulamaya zorlamak, bunu yapmak zorunda bırakmak, bu aşamada en anlamlı yol gibi geliyor bana..
Asena: Sosyalist Feminist Kolektif, tam da bu anlattığın çerçeveye oturuyor.
Gülnur: SFK’lı bir sürü kadın, soldan geliyor. Sol içinde örgütlü olmayan ve hiç örgütlü olmamış çok kadın var gerçi. Ama bir bölümü de soldan geliyor. Ve bu deneyimler ve düş kırıklıklarıyla yüklü olarak geliyor… Yalnız burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: İçimizde, az da olsa sol yapılarda yer alan kadınlar da var; yani SFK’yı sosyalist örgütlerden umudunu kesmişlerin örgütü olarak görmemek gerek. Ayrıca, sosyalistlerin pratiği açısından çok daha olumlu bir bilanço çıkarmış olsaydık bile, SFK gibi bir yapı yine olabilirdi ve olması yine anlamlı olurdu. Başından beri vurgulamaya çalıştığım nokta, yani özerk feminist hareketin gerekliliği ve bu hareket içinde sosyalist feminist bir bakışın önemi ölçüsünde yine yer olurdu böyle bir yapıya.
Asena: SFK da zaten sosyalizmin değil feminizmin bir bileşeni olduğunu söylüyor. Kendini öncelikle feminist olarak tanımlayan bir örgüt.
Gülnur: SFK kendini feminist hareketin bir bileşeni olarak görüyor ve feminist hareket içinde kendi özgül bakışını sosyalist feminist olarak tanımlıyor. Yani biraz sosyalizm, biraz feminizm, ya da ikisinin arasında bir konum değil.
Asena: Bir zamandır solun kendini yeniden tahayyül etmesi gereğinden söz ediliyor. Şükrü Argın, Mesele‘de kendisiyle yapılan röportajlarda mesela, solun nostaljik düzlemde restore edilmesi değil, siyasal düzlemde yeniden inşa edilmesi gereğinden söz ediyor. Bugün geldiğin noktada sen nasıl bir sosyalizm tahayyülünden yola çıkıyorsun? Özellikle de eskiyle karşılaştırarak…
Gülnur: Şükrü Argın için özellikle söylemiyorum, ama genellikle İkinci Dalga feminizm sonrası sosyalizm tartışmalarında hep, sosyalist örgütlerin, sosyalistlerin, cinsiyetçi/erkek egemen olmaları ve politikalarının cinsiyet körü olması vs., dönüp dolaşıp emek odaklı bir politika yapıyor olmalarına bağlanır, nesnelciliğe, maddeciliğe atfedilir. Bu argümantasyonda şöyle bir beklenti vardır: Daha politik, ideolojik, hukuksal, söylemsel düzlemde kurulan bir sosyalizm tasavvuru, feminizmi daha kolay içerir. Emek odaklı olmayınca kadınlara da yer açılmış olur. Bu beklentide içkin olan teorik varsayım şu: Erkek egemenliğinin hukuksal, ideolojik, söylemsel düzlemde yer aldığı varsayımı. Ancak sosyalizm böyle bir düzlemde tanımlanırsa feminizmle buluşabilir demek, feminizmin maddi bir tahlilinin olmayacağını, emek tahlilinin olmayacağını ya da bunun belirleyici olmayacağını varsaymaktır. Oysa, kişisel olarak kendime hep Marksist feminist, maddeci feminist dedim, teorik olarak tanımlamaya çalışırken. Patriyarkanın kurulmasında, işleyişinde kadın emeğine el konmasının çok belirleyici bir rolü olduğunu savundum. Hiç kuşku yok ki, bundan ibaret değil erkek egemenliği. Kadınların bedenleri, cinsellikleri üzerindeki denetim, kültürel olarak ikincilleştirme, doğal alana kovma gibi mekanizmalar kuşkusuz hep patriyarkayı bir bütün olarak kuran şeyler. Ama bir tahlil yapıyorsak, bir belirlenim düzeni kurmak, Marksist kafamla, bana gerekli geliyor. Burada da kadınların emeğine el konması kritik bir önem taşıyor.
Peki, sosyalizmin feminizmle buluşabilmesi için, kendini nasıl reforme etmesi gerekiyor? Yeni bir sosyalizm nasıl olmalı? dediğimizde; bir defa bana burada kritik nokta, erkeklerin her şeyden önce kendi cinsiyetçiliklerini, erkek egemenliklerin sorgulamaları gibi geliyor. İkincisi, Marksizmin cinsiyet körü yanının ortaya çıkması, bu teorinin feminist bir eleştiriden geçirilmesi. Ama emek odaklı teoriden kaçış anlamında söylemiyorum bunu. Ve örgütlenme anlayışının sorgulanması, genel olarak politikaya yaklaşım biçiminin sorgulanması, yani politikanın tribünden yapılan, birlikte mücadele ettiğin ve farklı yerlerde durduğun insanları yenmeye yönelik bir tarzdan kurtulması.
Asena: Ekonomizm eleştirisi üzerinden işin maddeci tarafını dışarda bırakma tavrına bir karşı çıkış bu. Aslında genel olarak sosyalizme yöneltilen eleştirilerde, feminizmi de çağırırken mesela, “dil”e yoğunlaşmış bir tavır var. Görünmeyen emek, cinsiyetçi işbölümü vs.ye değinen bir sol tartışması pek hatırlamıyorum.
Gülnur: Yok tabii. Hadi diyelim Marksizme eleştirel bakanlar ve meseleyi daha bir dil, söylem, hukuk, siyaset düzlemine doğru çekmeye çalışanlar için bu anlaşılabilir… Marksistlerin kendilerinin de tarihsel maddeci olmadıkları tek yer, kadın emeği. Tıpkı Marx gibi! Her yere tarihsel maddeci açıdan bakıp, kadının emeğine el konmasını, tahlillerine, ancak basit bir işbölümü ve kültürel bir geleneğin sonucu olarak dahil ediyorlar. Oysa Marksizmin feminist eleştirisi, benim açımdan şunu ortaya koyar: Marx’ın tamamen dışladığı, doğal alana terk ettiği ev emeği ve yeniden üretim sürecinde harcanan emek tahlile dahil edilmeli ve toplumsal üretimle yeniden üretim arasındaki ilişki yeni baştan teorize edilmeli. Ben, sosyalist teorinin esas bu açıdan reforme edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Asena: Stella Ovadya’nın sosyalist feministlere yönelttiği, “feminist hareketi böldünüz” eleştirisine dair iki şey sormak istiyorum. Bir, bunun somut bir gerçekliği var mı; ikincisi de bu eleştiriyi yöneltirken nasıl bir bütünlükten yola çıkıyordu?
Gülnur: Hareketi böldüğümüzü düşünmüyorum. O dönemde, biz sosyalist feministler olarak ortaya çıktığımızda, bir feminist dergi çıkıyordu, Feminist. Biz de bir sosyalist feminist dergi çıkardık, Kaktüs. Bunun dışında bütün eylemlerde birlikteydik. O dönemde biz sosyalist feminizme “kadın örgütlemek” için hiçbir çaba harcamadık. Esas olarak feminizm içinde bu sözü söylemek istedik. Onun için ben bu eleştirinin bir maddi gerçekliği olmadığını düşünüyorum. Ama Stella’nın “sosyalist feminist” kavramına mesafeli durması, eleştirmesi, birtakım kaygılara dayanıyor ve bu kaygılarda bir haklılık payı var. “Sosyalist feminist” lafının, feminizmle eşit ağırlıklı bir biçimde sosyalizmi gözettiği, önceliklerini eşit olarak ikiye böldüğü düşünülebilir dışardan bakınca. Dışardan bakanların böyle düşündüğünü de görüyoruz zaten. Bunun da ötesinde, kendisine sosyalist feminist diyen kimi feministler için geçerli de bu. Dolayısıyla eleştiriyi çağıran bir yanı var bu lafın. Ama gerek kendi açımdan, gerekse SFK açısından, feminizmimize tanıdığımız öncelik açısından kendimizden çok eminim ben. Sosyalizme eleştiri yöneltirken sırtımızda Stella’nın düşündüğü türden bir yumurta küfesi taşımıyoruz. Ancak şunu da itiraf etmek gerekiyor: Sosyalist feminizm, Kaktüs‘ten bu yana teorik olarak gelişti ve daha çok özgürleşti sosyalizmden diye düşünüyorum. Tabii ki ÖDP, SDP ve başka sosyalist yapılardaki deneyimleri de, birçok kadın için bu açıdan önemli oldu. Sosyalist feministler olarak bir biçimde ders de aldık ve kendimizi belki de bu tür bir yalpalama riskine karşı daha donanımlı kıldık.
Asena: SFK’ya dönecek olursak, feminist hareketle ilişkiyi nasıl anlamak lazım? Bir, daha genel olan kadın hareketi; iki, daha politik olan feminizm ve üç, sosyalist feminizm var. Bu çerçeve içinde SFK’nın, sosyalist feminizmle, feminizmle ve kadın hareketiyle ilişkisini nasıl tasarladınız?
Gülnur: Kadın hareketi içinde daha radikal bir ses çıkaran, daha yıkıcı, patriyarkal kapitalist sistemin ötesine doğru bakan feministlerle birlikte olmak, bütün eylemlerini birlikte yapmak diye bir ilkesi, feminist hareketin bütününün güçlenmesini birinci plana koyan bir tavrı var SFK’nın. Burada sosyalist feministler olarak bizim derdimiz, somut mücadelede anti-kapitalizmin öneminin altını çizmek. Bunun fon almak vs. açısından da, AB tartışmalarında alınacak tavırla ilgili de uzantıları var. Ayrıca, feminizm gözlüğüyle biz nasıl bir gelecek tasarlıyoruz, nasıl bir toplum istiyoruz? sorusuna belli yanıtlarımız var. Kadın hareketine gelince, zaten bu çok geniş ve muğlak bir kavram; dolayısıyla da kadın hareketiyle politik bir ortaklık oluşturma derdi çok yok SFK’nın diye düşünüyorum. Öte yandan sosyalist feminist sesin güçlenmesinin feminizmi güçlendireceğine inanıyoruz. Nitekim bizim güçlenmemizin başka feminist grupları da güçlendirdiğini, feminizm içinde genel bir dinamizme yol açtığını da gözlemliyoruz. Ben SFK’nın kuruluşundan bu yana, en azından İstanbul’da, bir sürü genç kadının, SFK’ya girmeseler ve de hiç girmeyecek olsalar bile, yüzlerini feminizme döndüğüne tanık oluyorum ve bu beni aynı derecede mutlu ediyor. SFK içinde kendisini güçlü bir şekilde sosyalist olarak tanımlamayan kadınlar da var, güçlü bir şekilde sosyalist feminist olarak tanımlamayan kadınlar da. Yapılmaya çalışılan politikayı anlamlı buldukları için yer alıyorlar bu kolektifte.
Asena: Peki pratikte nasıl gidiyor, diğer kadın örgütleriyle ilişkiler? Yerel seçimler, Ayşe Yılbaş davası, Barış İçin Kadın Platformu gibi örnekler üzerinden düşünecek olursak.
Gülnur: Bana kalırsa kötü gitmiyor. Gücümüz oranında. Sonuç olarak hâlâ çok güçsüz feminist hareket. Gücümüz olduğu oranda, birçok farklı gruptan ve münferit feministin katılımıyla ortak işler yapıyoruz. Saydığın ilk iki örnek tümüyle feministlerin katıldığı kampanyalar, eylemlerdi. Barış İçin Kadın Platformu ise, tanımının muğlak olduğunu söylediğim kadın hareketinin bir platformu; orada da Kürt kadınlarla dayanışmak için yer alıyoruz. Feministler olarak belirli işbirliği ilkelerini oturttuk ve içselleştirdik galiba. Katılımcı, paylaşımcı, kendi ait olduğu yapıyı/örgütü öne çıkarmaktan imtina eden bir tarz… Kadın hareketi içinde ise her zaman o kadar kolay olmuyor bu tarzı sürdürmek.
Asena: SFK’nın kuruluşuan getiren süreci biraz daha açabilir misin? ÖDP’nin yarattığı düş kırıklığından söz ettin. Sonra yeniden biraraya nasıl gelindi?
Gülnur: ÖDP’ye girmiş ya da girmemiş olan feministler arasında gerçekten bir dağınıklık söz konusuydu. Bu sadece ÖDP’nin etkisiyle olan bir dağınıklık değildi. Feminizm içinde giderek daha belirginleşen bir eğilim ortaya çıkmıştı: Bu kez, feminizmle kadın hareketi ayrımının çok da fazla göz önünde tutulmadığı, feminizmin patriyarkal kapitalizm ötesi, radikal, yıkıcı yanının bir ölçüde geri plana itildiği bir süreç yaşanmıştı. Bu süreçte çok önemli şeyler yapıldı: TCK konusunda yapılanlar mesela. Ama öyle bir yere gelinmişti ki, feminizm, kadın hareketi, medyanın dili, devletin dili, sermayenin dili arasında ideolojik bir muğlaklık hüküm sürüyordu. Bu özellikle de şiddet konusunda çok belirgindi. Televizyon, basın, bir yandan “aile içi şiddet” adı altında, kadınlara yönelik şiddeti patriyarkadan ve onun erkek öznelerinden koparıyor, erkek şiddetiyle kadınların çocuklarını dövmesini aynı “şiddet” kavramı altına sokuyordu. Öte yandan, “töre cinayetleri” adı altında bir tür “çağdaş kadınlık” kurulurken, Kürtlere karşı açık bir ırkçılık yapılıyordu… Feminizm giderek ehlileşiyor, törpüleniyor ve sınıf ayırımcı, ırkçı söylemlere âlet ediliyordu. O aşamada, 2006’da İstanbul’da bu durumdan rahatsız olan feministler olarak birkaç kez biraraya geldik, tartıştık, konuştuk. Herkesin çok içine sinmese de kendimizi “sistem dışı”, “sistem karşıtı” feministler olarak tanımlıyorduk. O dönemin arkasından Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası’nın 20. yılı olan 2007’de, erkek şiddetinin adı yeniden konmalı dedik. 1987’de Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası ile gündeme gelmişti kadınlara yönelik şiddet. Bunu yeniden, bütün feminist yıkıcılığıyla gündeme getirme fikri ortaya çıktı. O kampanyanın 20. yıl kutlamaları kapsamında bir şenlik oldu, çeşitli metinler üretildi. Feministler böylelikle biraraya geldiler ve bu arada farklı bir ses çıkmaya başladı, marjinal de olsa. Bir süre sonra Mor İğne de bu çizginin bir devamı olarak ortaya çıkacaktı… Beyoğlu’nda yeniden mor iğne satılmaya başlandı. Bu bir sürü genç kadını çekti. Unutulmuş ve gençlerin bilmediği bir dönemin bir simgesi geri getirilmiş oldu. Mor İğne’nin yeniden gündeme gelmesi, Taksim’de turist kadınlara yönelik taciz meselesiyle bağlantılıydı gerçi, ama Dayağa Karşı Kampanya’nın 20. Yılı kutlamalarıyla bir biçimde sürekliliği olan bir politik yaklaşımdan esinleniyordu. Bu ikisinin arasında yine çeşitli kampanyalar oldu. 2007 seçimlerinde vesikalı adaylar desteklendi: Kendilerini “sistem dışı” diye tanımlayan kimi feministler bir kampanya yürüttüler. Burada doğrudan heteroseksist ailenin sorgulandığı oldukça radikal bir kampanya yürütüldü ve vesikalı kadınlarla vesikasız kadınların arasında birtakım köprüler oluşturan bir dil kuruldu. Hemen ardından Novamed greviyle dayanışma gündeme geldi. Bu kez, şiddet ve bedenden kadın emeğine doğru giden bir doğrultuda, kadın işçilerin kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarını da gündeme getirdikleri bir grevde, kadın işçilerle dayanışma kampanyası yapıldı ve çok önemli bir dönüm noktası oldu bu bence feministler için. Çünkü uzun uzun kadın emeği, ücretli emek ücretsiz emek bağlantısı, patriyarkal kapitalizmin kadın emeği üzerindeki denetimi ve kadın emeğini kullanış biçimleri tartışıldı, ortaya kondu. Ondan sonra da SSGSS tartışmalarında feministler oldukça radikal ve gelişkin politikalar ürettiler. Bu kampanyalar birçok kadını çekiyordu, birlikte iş yapıyorduk, ama kampanyadan sonra dağılıyordu bu kadınlar. Bu kampanyaları birlikte sürdürmüş feministlerin içinden bir kesim olarak sosyalist feministler, bir örgütlenmenin gerekliliği üzerinde düşünmeye başladılar. Bizle birlikte bir şey yapmak isteyen kadınların kalıcı ilişkiler kurabileceği bir yapı yoktu. Bu ihtiyaca cevap verebilmeyi umarak sosyalist feministler olarak örgütlenmeye karar verdik.
Asena: SFK’nın dergisi Feminist Politika nasıl bir gereklilikten doğdu peki?
Gülnur: Feminist Politika, SFK’nın bir aracı diyelim. Biz bir dergi grubu değiliz SFK olarak. Feminist Politika‘yı kendi politikalarımızı yaygınlaştırmak, bu sözü başka feministlerle tartışabilmek için çıkarıyoruz. Sosyalist feminizme ilgi duyan kadınların kendilerini aktif olarak yazıyla da ifade edebilecekleri bir kanal olarak düşünüyoruz. Dergi burada kendi başına bir amaç olmaktan çok, bir tür hareketlenmenin, örgütlenmenin aracı gibi.
Asena: Örgüt dergisi kategorisine girer mi? Sonuçta dışardan insanların da yazıları var ve dışarıya epey açık.
Gülnur: Örgüt dergisinin ima ettiği katılıkta bir şey kesinlikle değil. Dışardan çok katkı geliyor. Zaten SFK içinde de örgüt çizgisi diye bir şeyden söz etmek pek mümkün değil. Ağırlıklı yöneliş olabilir ama çok farklı vurgularla, farklı tonlarda ifade ediliyor bu yöneliş.
Asena: Siyaset yapma tarzına ilişkin bir şey sormak istiyorum. Ülke gündemi öyle bir dayatıyor ki kendini, sürekli güncel bir sorun var, mahkemelerde taraf olmak durumunda kalmaktan Hakkari’ye gitmeye… Bu esnada “gelecek tasavvuru olan” bir hareketten söz ettin ya hani, bu gelecek tasavvuru üzerine ne kadar tartışılabiliyor.
Gülnur: Maalesef çok değil. Geçenlerde bir tartışmada, sosyalizm anlayışımızı da biraz konuşmak gerektiği gündeme geldi fakat buna gerçekten de fırsat olmadı. Bir yandan krizle birlikte zaten politika yapmanın imkânları çok aşınıyor: İnsanlar, her şeyden önce iş bulma, işinde kalma derdinde. Bir de ülke gündemi bu kadar çok şeyi birden dayatınca, krizden şiddete, kadın cinayetlerine, oradan Kürt meselesine, o eylemden bu eyleme, hep umduğumuzdan az tartışabiliyoruz. Ve hep bundan şikâyet ediyoruz. Dergiyi bu amaçla daha çok kullanabilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Asena: Feminizm ile sosyalizm arasındaki ilişkiye dair tartışmanın 90’larla birlikte, politik ve teorik yönden tüketilmeksizin tavsadığı tespitine katılır mısın?
Gülnur: Biz kendi içimizde SFK’nın kuruluş aşamasında tartıştık. Biz kimiz, neyiz, ne talep ediyoruz, nasıl bakıyoruz diye bir metin çıkarırken epeyce bir tartıştık. Bu metni de derginin ilk sayısında yayınladık. Politik ve başka düzlemlerde eleştirildik de, SFK’nın kuruluşunda sosyalist feminizme yönelik çok fazla teorik eleştiri dile getirilmedi. Ama sosyalist feminizmden ne anladığımız, nasıl bakmamız gerektiği konusunda Ecehan’ın teorik katkılarıyla bence çok anlamlı, çok verimli olabilecek bir tartışmaya başlıyoruz diye umuyorum.. Ecehan bir tür ekosoyalist feminizmi savunuyor. Önemli olan, birbirine hitap eden bir dilimiz var ve bu da tartışmayı ilerletebilir diye düşünüyorum.