En korktuğum şeylerden biri başıma geldi: “Nasıl ‘…’ oldum?”u aktarmak. Kaygım; size ilginç gelebilecek, sürükleyecek, yer yer heyecan, yer yer öykünme duyguları yaratabilmenin üstesinden gelecek, bir açık mektup yazmakla sınırlı değil.
Okumak kadar, okuduklarımızı hatırlamanın da makbul olduğunu düşünürsek, yaşadıklarımızı hatırlamak da önemli oluyor. İşte ikinci kaygım, geçmişimi ezip bükmeden, dağıtıp kaybetmeden, mazeretlerden medet ummadan, bıktırmadan hatırladıklarımı paylaşabilmek.
Geç feminist oldum, genç değil. Aslında Türkiye’deki feminizmin erken yolcuları arasında sayılsam da, feminizmle ilişkim o kadar da geriye gitmiyor. Feminist politikaya soyunmak (her ne demekse!) hemen ve kolayca feminizmle barışmayı, onunla bir arada olmayı getirmiyor.
Herhalde kadınlar için çok geçerlidir: kendi özgürlüklerinin, kurtuluşlarının doğrudan özneleri olmaları. İşçiler için de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum.
Aslında feminizm açısından bu fikre varmam kolay olmadı. Feminizmin temel tespitlerinden biri olan bu ifadeyi zor anladığımı, sindirdiğimi söyleyebilirim: “Kendi kurtuluşunun öznesi olmak!”.
İkinci bir nokta, beraberce yol aldığın arkadaşları sevmek; hem yürümeye hem de sevmeye devam etmek! Tahmin ediyorum ki bu noktada bazı (belki haklı) “itirazlar” çoktan yükselmeye başladı! Kuşkusuz katıksız bir sevgi değildi bu…
İşte böyle oluyor: yaş geçince, eveleme geveleme, odaklanma sorunu…
Peki, konumuza dönelim, erken bir yaşta politikayla (söz ettiğim daha çok örgütlü bir sol politika) tanıştım. Özellikle bugünlerde erken sayılan bir yaşta evlendim, bir çocuğum oldu. Çok geçmeden boşandım; dul, çocuklu bir kadın oldum.
Benim kuşağımda, öyle evlenmeden ayrı ev kurmak kolay değildi. Aile baskısı, o da yoksa çevre baskısı… Çoğumuz için “özgürlük” mücadeleden değil, evlilikten geçiyordu. Devrim için ölmeye hazırdık, hatta güneşe gömülmeye de, ama gelin görün ki, ana babaya isyan etmek pahalı bir pabuçtu.
Yıllar sonra bizi boşayan hakime minnettar kalsam da, üzülerek boşandım. Ama kısa süre sonra bu özgürlük yanılsaması yerini başka bir şeye bıraktı benim için: yaslanıverdim anama, babama.
O günlerin biraz sonrasıydı, evdeki ilk feminist buluşmalar. Somut dergisinin kadın sayfası, Kadın Çevresi’yle pek ilişkim olmadığı halde hararetli tartışmaların içinde buldum kendimi, yarı şuurlu bir halde dememe gerek var mı? 86 yılıydı sanırım. Ev toplantılarını Bilsak buluşmaları izledi.
Yalnız mıydım? Hayır. O sıralarda beş altı yaşlarındaki kızımı ya anneme bırakarak ya da bin bir pazarlıkla yanıma alarak, hiçbir şeyden geride durmamaya çalışıyordum.
“İyi bir eş” olamamışken, “iyi bir anne” olmaya çalışmanın yükünü taşıdım uzunca.
Beş yaşında piyano çalmaya başlayabiliyorsunuz ama feminist olmak neredeyse imkansız! Diğer yandan feminizme giden yol gerçekten “engebeli ve sarp”mış! Yükleri hafifletmek için çok uğraşıyorsunuz çok!
Bir ara evim “karargah” gibiydi. Dinmeyen telefonlardan tuvalete bile zorlukla gidebildiğimi hatırlıyorum. Çocuklu olunca, evinizi politik işlerinize feda ediyorsunuz!
Çocuğunuzu da… Genellikle pek “düzeyli” ilişkiler olmuyorlar!
Her türlü eylem hazırlığı; dövizlerin yazılması, evin arka balkonundaki küçük seramik fırında, gece yarılarına kadar sabırla pişmesini beklediğimiz “ilk” femina amblemliiğnelerimiz, bol kahveli, çaylı ve dumanlı bitmeyen sohbetler. Çocukluktan cinselliğe her türlü kadınlık hallerini paylaşabilmek, benzer yakınmalar… Benzer coşku, benzer heyecanlar… Avizeyi andıran küpeler takmak, sanki hiç hazırlanılmamış gibi, giyinip süslenerek eyleme gitmeler falan.
İnancım, çevremi saran kadınlarla büyüyor, sıkışık kalbim de ürkek de olsa gevşiyordu. İşte böyle feminist olmaya, kendime “feminist” demeye başladım. Sevdim kadınları, politik inanca sevginin eşlik edebileceğini keşfettim. Rahat hissettim yanlarında, ama çok da içimi dökemedim hesapsızca. Neden mi? Daha sonra belki!
Dayağa Karşı Kampanya, feministlerin tarihinde, bir harekete doğru yol alışın önemli bir noktasıydı. İçten içe kaynayan isyan, sokaklara taşınmakla kalmadı, feminist mücadele biçimlerini deneme, öğrenme fırsatı da sundu. Daha sonraki “kadınlık durumları”nı ele alan alternatif eylemler, örgütlenmelere dayanak sağladı. 1990’da şiddet mağduru kadınlar için kurulan Mor Çatı Sığınağı Vakfı, feminist mücadelenin büyük bir başarısıydı. Bense, 1980 askeri darbesinin şiddet ve sindirme sağanağının ardından, sokaklara daha güvenli, daha neşeli ve daha kalabalık basabilmenin keyfini çıkartıyordum.
Babamı aniden kaybedince, kullanmaya pek fırsat bulamadığı yepyeni arabası, ailede ehliyet sahibi tek kişi olarak bana kaldı. Tabii ki annemin “dikkat et, arabayı çarpma “ uyarıları ensemde, küçük küçük denemeler yapıyordum.
Sağanaktan göz gözü görmeyen bir günde, Stella’dan gelen bir telefonla, kızlarımızı (Zeynep 6, Elif Su da 11 yaşlarında) evde öylesine bırakarak, Selimiye semtinde, ilerde kampanyamızın simgesi olacak Gül’ü, kocasının şiddetinden korumak için yola çıktık. Abartmıyorum ama herhalde on bir kez falan arabayı stop ettirdim. Gerçi daha büyük bir bela bizi bekliyormuş! Sürekli kocasının şiddetine maruz kalan Gül, yine o gün kocasının saldırısına uğramış. Koca evdeydi vardığımızda, iki öfkeli kadını görünce, siniverdi. “Yürü karakola!”, dedik. Koca önde, Stella ve Gül arabanın arka koltuğunda, stop ede ede, karakola vardık. Şikayet, zabıt derken, bütün günümüz karakolda geçti. Sonra, bir polisle birlikte Gül’ün evine döndük. Gül’ü kocasından “kurtarmıştık”. Günlerce feminist kadınlar, Gül’ün evinde gece nöbetleri tuttular.
Döndüğümüzde, hava kararmıştı. Çocuklarımız bizi nefretle karşıladılar. “Siz kötü feministsiniz!” dediler. Annemse çocukları bir başlarına aç ve yalnız bıraktığım için beni uzun zaman affetmedi.
Bağır Herkes Duysun! Türlü türlü şiddete uğramış kadınların tanıklıklarının toplandığı bu küçük kitapçığı hazırlarken, (genellikle hazırlık toplantıları benim evde olurdu) kış soğuğuna rağmen arada camları açarak, üstümüze çöken kasveti dağıtmaya çalışırdık. Kadınların hikayeleri ve maruz kaldıkları acılar, gerçek olamayacak kadar ürkünçtü. Bu acı dolu deneyim, bana beni hatırlattı.
Şiddete uğradım, dayak yedim. Bir yaz günü mavi bir kot etek, bir bluz, bir hasır terlikle kaldım ortalarda. Bütün elbiselerim doğranmış, evim adeta misket bombasına maruz kalmıştı. Her durumun “mantıklı” bir açıklaması vardı. Hatta sanırdım ki, benim başıma gelenler “çirkinleşmemiş”. Gül için çabalarken bile, kendi şiddetime dokunamamıştım. Sonra, daha sonra utanmadan, saklanmadan söyleyiverdim.
Günler ve geceler boyunca, feminist yazarların fotokopi halinde çoğaltılmış, sayfa kenarlarına küçücük notlar tıkıştırılmış kitaplarıyla didişe didişe, 1 Mayıs 1988’e Sosyalist Feminist Kaktüs’ü hazırladık. Küçüktük ama fikirlerimiz büyüktü.
Kaktüs’ün ilk sayısında “Neden dergi çıkarıyoruz?” sorusuna, “(…) kadın mücadelesinin, politikayı günlük yaşamımızın bir parçası olarak yaşamakla daha mümkün olabileceğine inanıyoruz.” demişiz. Sonuçta ne kadar mümkün oldu, bilemiyorum, ama bu fikir hâlâ değerini koruyor benim için.
İlki kızımın, ikincisi de Kaktüs’ün isim annesi olmakla içten içe övündüm hep! Peki, övüldüm mü? Kızım için seyrek de olsa, evet! Feministliğim ise pek takdir görmedi!
Kimi kadınlara tanıdık gelecek, “ne sosyalistlere yaranabildim, ne feministlere”. İspatlama hali sürdü de sürdü… İki cephe de hoşnut değildi. Ben de, bazen politik gerekçelendirmelerle, bazen haykırmalar halinde, ardından çaresizliğe varan suskunlukla savunmaya çalıştım kendimi. Çekiştirildim bir o yana bir bu yana. Bazen de gönüllü gittim, kolayca, teklifsiz. Bazen de ağlayarak, ayak sürüyerek… Bazen onlar galip geldi, bazen galip geldiğimi sandım.
Belki de en acıtan, en yakın yol arkadaşlarımla yaşadıklarımdı. Kaktüs özel bir sayı çıkardı benim için. Bir 8 Mart mitinginde yaptığım konuşma yeterince feminist bulunmamıştı. Haklıydılar! Hayal kırıklığı yaşattım onlara. Ben de hayal kırıklığı yaşadım, onaylamasalar da, sabır göstermelerini bekledim. Vaktim gelmemişti henüz. Kırıldım, küstüm feminist mücadeleye uzunca bir süre.
Dayağa Karşı Kampanya’nın 20.yılı, yeniden Mor İğne Kampanyası ile başlayan ısınma, Sosyalist Feminist Kolektif’e kadar uzandı. Hasret bitmişti!
Kadınlarla birlikte olmayı, politika yapmayı ne kadar da özlemişim!
Eğer “özel olan politik”se, özel alanın mağdurları olarak her şeyden önce birbirimize ihtiyacımız var. Birbirimizin sesini, sözünü duymaya, yalnız kalmış isyanlarımızı, birlikte büyütmeye, kurtuluşumuz için özel olanın politikasını birlikte oluşturmaya ihtiyacımız var.
Derdim, politik hedefler uğruna ne sınır tanımaz bir politik dostluk kurmak ne de aramıza kalın duvarlar çekerek uzaktan bakmak. Çok mu şey istiyorum?
Bu yazı Feminist Politika 8.sayıda yayınlandı.