Gülnur Acar Savran
Kadınların erkek egemenliğine karşı kolektif mücadeleleri ve bu mücadelenin dayandığı ideoloji. Feminizmin hareket noktasında, kadınların ezilmesinin diğer baskı ve tahakküm biçimleri karşısındaki özgüllüğünün ve sistematik niteliğinin kabulü vardır. Bu hareket noktasının günümüz feminizminde yaygın olarak benimsenen uzantısı ise şudur: Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi, sınıf çelişkisinin ve ulusal/etnik ya da ırka dayalı egemenlik biçimlerinin yanı sıra toplumları biçimlendiren temel hâkimiyet biçimlerinden biridir. Patriarkanın ve kapitalizmin dinamikleri birbirine indirgenemeyecek ama birbirini besleyen dinamiklerdir. Bu feminist tahlile göre erkek egemenliği, kadınların ezilen, erkeklerin ezen taraf olduğu, başka bir ifadeyle biri hâkim diğeri tâbi iki toplumsal grubun karşı karşıya geldiği bir toplumsal ilişkidir.
Feminizmin bu hareket noktası onun kadın hareketi içindeki ayırıcı özelliğini oluşturur. Kadın-erkek eşitliğini hedefleyen ve bunun mücadelesini veren bütün gruplar ve hareketler, erkek egemenliğinin ya da patriarkanın özgül ve sistematik niteliğini öne çıkarmaz, buna uygun örgütlenme ve mücadele biçimlerini benimsemezler. Örneğin geçmişte II. ve III. Enternasyonal bünyesinde mücadele eden sosyalist kadınları ya da günümüzde kadınların hayatını kolaylaştırmak ve onlara destek sağlamak üzere kurulan çeşitli kadın gruplarını kendiliğinden feminist olarak nitelendirmek mümkün değildir ve zaten de gerekmez. Ne var ki, özellikle 1970’li yıllarda batı Avrupa’da ‘kadın hareketi’ deyimi ‘kadınların kurtuluş hareketi’nin kısaltılmış biçimi olarak kullanıldığı için, günümüzde feminist hareketlerle daha genel anlamda kadın hareketleri sıklıkla karıştırılmakta, feminizmin sözü geçen özgüllüğü görünmez kılınmaktadır.
Tarihçe
Kadınların ezilen bir toplumsal grup olma bilincinin tarihsel önkoşulu eşitlik kavramıdır: Toplumun düzenlenmesinde temel ölçü hak eşitliği olduğunda, insanların her tür farklılıkların ötesinde eşit hak sahibi yurttaşlar oldukları ilkesi yerleşik hale geldiğinde, kadınlar bir toplumsal grup olarak ayırıma uğradıklarının bilincine varır ve buna karşı kolektif bir isyan başlatırlar. Herkes için geçerli olduğu savunulan bir toplumsal ilke kendilerini kapsamamakta, temel toplumsal ölçü açısından kendilerine karşı ayırım yapılmaktadır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin doğal kaynakları olmadığı varsayımına dayanan genç burjuva ideolojisi, kadınları içinde bulundukları ikincil konumun kaynağını toplumda aramaya yöneltir. Nitekim eşitlik ve özgürlük ideallerini yaratan 1789 Fransız Devrimi’nden iki yıl sonra Olympe de Gouges “Kadın Hakları” başlıklı bildiriyi kaleme alır; 1792 yılında Mary Wollstonecraft feministler arasında genellikle ilk feminist klasik olarak kabul edilen Kadınların Haklarının Doğrulanması adlı yapıtını yayınlayacaktır. 1793 yılında Fransa’da kadın kulüplerinin faaliyetleri yasaklanır; Olympe de Gouges giyotinle idam edilir.
Bu tarihsel önkoşullar feminizmin birinci dalgası olarak anılan ve kadınlar için oy hakkını savunan süfrajet hareketini hazırlamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında A.B.D., batı Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar tarihte ilk kez kolektif olarak çeşitli haklar talep etmeye başlarlar. Bu süreç ilkin bir takım medeni hakların kazanılmasıyla başlar: İngiltere’de bir yandan evli kadınlar “evli kadınlar için mülkiyet hakkı”nı elde ederken, öte yandan da boşanmış kadınlar çocukları üzerinde velâyet hakkını kazanırlar. Ayrıca bekâr kadınlar eğitim ve çalışma alanında bazı haklar elde ederler. Ancak, kadınların kendi yaşamlarını denetleyememesi olgusu devam etmektedir. Yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başında, İngiltere ve A.B.D.’deki mücadele siyasal haklar mücadelesine dönüşür. Oy hakkı, kadınlar için bu denetimi sağlamanın simgesi haline gelir. Bu kadınların gözünde oy hakkı, ekonomik – sosyal – siyasal eşitlik için temel araçtır. Bu araçla, var olan toplumsal düzenin sınırları içinde bile çeşitli olanaklara sahip olabileceklerini ummaktadırlar. Bu süreçte çeşitli ülkelerde çok sayıda kadın örgütü kurulur. Bu örgütler oy ve eğitim hakkı, kamu görevlerinde çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret gibi hedefler için mücadele ederler. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’da 21 ülkede kadınlara oy hakkı tanınır.
Osmanlı topraklarında ise kadın derneklerinin kuruluşu İkinci Meşrutiyet döneminde başlar. Çoğu kadınlara yardım ve destek amaçlı olan bu derneklerin açtığı yolda, 1913 yılında Osmanlı Müdafaa-i Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadınının Haklarını Savunma Derneği) kurulur. Dernek, kadınların kamusal alandan dışlanmasından, eğitim hakkına, kadınların çalışma yaşamına katılımının sağlanmasına kadar çeşitli alanlarda eşitlik mücadelesi verir. Osmanlı kadınları bu derneğin dışında da çeşitli faaliyetler sürdürmektedir:1890 yılından başlayarak çeşitli kadın dergileri yayımlanır, çok sayıda kadının katıldığı bir dizi konferans (Beyaz Konferanslar) düzenlenir. Özellikle kimi dergilerdeki öfke dolu ton ve kara mizah örnekleri çarpıcıdır. Kadınların, Cumhuriyet’in kuruluşunda ve onu izleyen yıllardaki oy hakkı ve eğitim hakkı gibi kazanımlarının gerisinde böyle bir süreç yatmaktadır. Bu yıllarda ise Nezihe Muhiddin’in öncülüğünde Kadınlar Halk Fıkrası kurma girişimi(1923) ve Kadın Birliği (1924-1928) en önemli kilometre taşları olarak öne çıkmaktadır.
Feminizmin ikinci dalgası
Batı Avrupa’da ve A.B.D.’de (ve oradan esinlenerek Türkiye’de), feministler feminizmin tarihini iki tarihsel dalga şeklinde kavramlaştırırlar: Yukarıda sözünü ettiğim ve merkezinde oy hakkı mücadelesinin yer aldığı birinci dalga ve 1960’ların ikinci yarısında başlayan ve yeni feminizm olarak da anılan ikinci dalga. İkinci dalga feminizmin birinci dalgadan esas farkı, kadın-erkek eşitliği perspektifinin ötesine geçerek, bizzat bu eşitliği sağlamanın ancak patriarkal sistemin aşılmasıyla mümkün olacağını öne sürmesidir. Bu yeni feminizm, birinci dalganın çalışma hayatına ve yurttaşlığa ilişkin eşitlik taleplerini sürdürmekle birlikte gündemine yeni sorun kümelerini dahil eder: Cinsellik, beden, kadınlara yönelik şiddet ve kadınların görünmeyen ev emeği bunların başlıcalarıdır. Aslında bu yeni mücadele alanları feminizmin politikanın alanının yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir: “Özel (ya da kişisel) olan politiktir!” sloganıyla feministler o güne kadar politika-dışı olarak görülen sorunları politikleştirdiklerini ilan etmektedirler. Evlilik-içi tecavüz, kadınların görünmeyen ve karşılıksız emeği gibi yeni adlandırmalarla, kişisel ilişkilerin ve özel alanın doğallaştırılagelmiş çeşitli boyutları üzerindeki doğallık peçesi böylece sıyrılır; kadın-erkek ilişkilerinin bu veçheleri sistematik bir hâkimiyet ilişkisinin çeşitli boyutları olarak kavramlaştırılmaya başlanır. Aradan geçen yıllarda, evlilik-içi tecavüz, işyerinde cinsel taciz vb hukuksal düzenlemenin konusu haline gelir; ev emeği ölçülmeye başlanır ve tazmini için çeşitli talepler geliştirilir.
Öte yandan, ikinci dalga feminizmin bir ilkesi de erkeklerden ayrı örgütlenmek ve faaliyetlerinin büyük bölümünü erkeklere kapalı olarak sürdürmektir. Ezilenlerin kurtuluşunun ancak kendi mücadelelerinin eseri olacağı bilgisinden hareketle geliştirilen bu ilkeyle, hem erkeklerin kadınlar adına konuşmasının önü alınmış olur, hem de bizzat mücadele süreci kadınların kendilerini dönüştürdükleri bir süreç haline gelir. Bilinç yükseltme toplantıları, feminizmin tek değilse de öncelikli çalışma yöntemlerinden birisidir. Özel/kişisel olanın politik olduğu sloganı bu toplantılarda somut içeriğine kavuşur.
İkinci dalga feminizmin kadınların kurtuluş mücadelesinin örgütlenme ilkelerine yaptığı bir başka katkı ise, hiyerarşik olmayan, esnek, küçük gruplar anlayışıdır. Bu ilke kadınların ezilme biçimlerinin çeşitliliğinden kaynaklanır: Kadınların tümü bir toplumsal egemenlik ilişkisinin tarafıdırlar, ama bu ezilmeyi farklı farklı biçimlerde yaşarlar, dolayısıyla da öncelikleri farklıdır. Kadınların patriarka içindeki somut konumlarını ve ezilme biçimlerini belirleyen bir yandan sınıfsal/ulusal/ırksal aidiyetleridir. Öte yandan, özellikle Türkiye gibi, kamusal alana katılımlarının önünde çeşitli engellerin olduğu ülkelerde, kamusal alanla kurdukları ilişki kritik bir önem taşır. Bunun dışında, cinsel yönelimleri, evli olup olmadıkları, anne olup olmadıkları, tam zamanlı ev kadınlığı yapıp yapmadıkları da tayin edici etmenlerdir. Bu çeşitliliği hiyerarşik, merkezi, geniş bir yapıda, temsile dayalı bir ilişki biçimiyle kucaklamak mümkün değildir. Bu çekirdek yapıların birlikte davranması kampanyalar ya da koordinasyonlar aracılığıyla sağlanır.
Farklı feminizmler
Bu çeşitliliğe ayrıca ikinci dalga içindeki farklı feminizm anlayışları eşlik eder. Üstelik bu anlayış ve yaklaşım farklılıkları, örneğin sınıfsal aidiyet ya da cinsel yönelim türünden tek bir eksene göre tanımlanamaz. Farklı feminizm anlayışlarını kabaca üç eksen etrafında kategorize etmek mümkündür: Gelecek perspektifi ya da ufkundan kaynaklanan anlayış farklılıkları; eşitlik/farklılık ikiliğinin iki kutbundan birinin öne çıkarılmasından kaynaklanan yaklaşım farklılıkları; toplumsal cinsiyet (gender) kategorisinin bir yanda maddeci, diğer yanda ise radikal inşacı (constructionist) bir yorumundan kaynaklanan anlayış farklılıkları.
İkinci dalga içindeki, gelecek perspektifi farklılığından kaynaklanan başlıca feminizm anlayışları liberal feminizm, sosyalist/marksist feminizm ve radikal feminizm olarak sınıflandırılabilir. Siyasal düzlemdeki bu temel ayırımlara anarşist feminizm ve eko-feminizmi de eklemek gerekir. Liberal feminizmin çerçevesini son tahlilde, kadınların bireysel olarak güçlendirilmeleri ve, hak eşitliğinin ötesinde pozitif ayırımcı önlemlere de başvurularak erkeklerle her alanda eşitlenmeleri anlayışı çizer. Bu çerçeve içinde, piyasanın (sermayenin) ve devletin cinsiyetçiliği aşındırılmaya çalışılırken, bir yandan da bunların varlığı veri olarak alınmaktadır. Birinci dalga feminizmin içinde de farklı akımların varlığından söz etmek mümkünse de, bu döneme damgasını vuran anlayış liberal feminizm olmuştur. Günümüzde, en radikal biçimine büründüğü durumlarda liberal feminizm şu türden politikalar önermektedir: Kadınların siyasete katılımının önünü açacak biçimde siyasal temsil eşitliğine yönelik önlemler (kota vb); istihdam alanı ve iş gücü piyasasında kadınlarla erkeklerin eşitliğini sağlamaya yönelik (aile ve çalışma hayatının uyumlulaştırılması da dahil olmak üzere) çeşitli önlemler; kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi için yasalarda ve hukuk anlayışında oldukça radikal değişiklikler; eğitim alanında kadınlar için çeşitli pozitif ayırımcı önlemler; kimi versiyonlarında, kadınların karşılıksız ev emeğini göz önüne alan sosyal politikalar, vb…
Buna karşılık radikal feminist ve sosyalist feminist yaklaşımlar bütün bu politikaları benimsemekle birlikte, kadınların kurtuluşunu çok daha köklü bir toplumsal dönüşümler silsilesi olarak tasavvur ederler. Sosyalist feministler açısından, örneğin çalışma yaşamındaki patriarkal yapının yıkılabilmesi için, (başta eğitim ve sağlık alanları olmak üzere) özel mülkiyetin ve piyasa ilişkilerinin giderek sınırlandırılması; kadınların karşılıksız emeğinin kısmen toplumsallaşarak, kısmen erkeklerle eşit paylaşılarak ortadan kalkması gerekir. Erkeklerle eşit paylaşımın en temel koşulları ise, işgününün kadınlar ve erkekler için ücret kaybı olmaksızın kısaltılması ve güçlü bir soysal güvenlik sisteminin eşlik ettiği esnek çalışma düzenleridir. Sosyalist feminizmin gelecek perspektifinde, toplumsal üretimin kâr için değil insanların ihtiyaçlarına göre yapıldığı sosyalist bir toplum bir önkoşul olarak yer alır. Sosyalist feministler bu toplumun kaynaklarının iradî dağılımında kadınların ezilen bir toplumsal grup olarak söz sahibi olmalarına imkân verecek bir siyasi örgütlenmeyi savunurlar. Bu toplum tasavvuru, kadınların emeğinin özgüllüklerine kör kalan bir marksizmin ötesine geçen ve yeniden-üretim alanında harcanan, duygusal/manevî olsun maddi olsun her türden emeğin toplumsal/insani değerinin tanındığı bir anlayıştan beslenir.
Liberal feminizmden ve sosyalist feminizmden farklı olarak, radikal/devrimci feminizmin gelecek perspektifi başka herhangi bir siyasal anlayışla eklemlenmemiştir. Sosyalist feministlerin savunduğu ekonomik/politik önlemlerin çoğunu savunmakla birlikte, radikal feministler patriarka ile kapitalizmi birbirinden tümüyle ayrı sistemler olarak görürler; bununla bağlantılı olarak da, feministler olarak gelecek tasavvurlarını kadın devrimi, feminist devrim ya da feminist ütopya türünden nitelemelerle dile getirirler. Radikal feminizmin kimi versiyonları, kapitalizmin yanı sıra var olan bir eviçi/hane üretim tarzı tahliline dayanır: Bu yaklaşıma göre, eviçi üretim tarzında kadınlar ve onları sömüren erkekler çıkarları çelişen birer sınıf oluştururlar. Öte yandan (özellikle 1970’li yıllarda) A.B.D., Kanada, ve batı Avrupa’da lezbiyen feministlerin bir bölümü, hem siyasette hem özel yaşamda erkekler karşısında tam bir ayrılıkçılığı savundukları için kendilerini radikal feminist olarak nitelendirirler.
Eşitlik/farklılık ikiliği feminizm için yapısal bir gerilim oluşturur. Bir yandan kadınlar olarak politika yapmak ve bütün kadınların erkekler karşısında, biçimleri değişik de olsa ortak bir ezilmeyi paylaştığını ileri sürmek, bir tanınma talebini içerir. Feminizmin, aslında erkekleri kast eden soyut insan/özne anlayışına yönelttiği eleştirinin anlamı budur. Öte yandan da, hangi versiyonu olursa olsun feminizm erkeklerle eşit hak sahibi olmayı, toplumsal kaynaklardan erkekler kadar yararlanmayı, her alanda erkekler kadar yer tutmayı öne sürer. Başka bir deyişle feminizm ne kadınlara özel ayrıcalıklar getiren pozitif ayırımcı bir anlayıştan vazgeçebilir, ne de erkeklere tanınan bütün hak ve imkânlardan. Feminizmin tarihinde bu ikiliğin bir ikilem hâline getirilmesine ve ikiliğin kutuplarından birisinin mutlaklaştırılmasına yaygın olarak rastlanır. Farklılık kutbunun mutlaklaştırıldığı durumlarda, kadınların ezilmişlik konumlarından kaynaklanan kimi pratikler, davranış biçimleri vb bir kimlik olarak ileri sürülür ve kadın olmak yüceltilir. Anneliğin, duygusallığın, öznelliğin şefkatin, paylaşımcılık adı altında vericiliğin kadın değerleri olarak yüceltildiği, her tür nesnelliğin, rasyonalitenin erkeksilik olarak reddedildiği bir feminizm anlayışı 1980’lerde özellikle Batı’da oldukça rağbet görmüştür.
Bunun yanı sıra bir başka tür farklılıkçı feminizmi, Lacan’ın düşüncesinden hareket eden ama onu aşmaya çalışan bazı Fransız feministlerin düşüncesinde teşhis etmek mümkündür. Dilin öznesinin ancak eril olabileceği tahliline dayanan ve bu durum karşısında kadınlara eril bir düzenin dışında kalmaktan başka bir seçenek sunmayan bu yaklaşımların somut politika alanında pek fazla yankısı olmamıştır. Bu türden bir çerçeve içinde, kadınların farklılığını pozitif bir biçimde kurma çabaları daha çok felsefî/estetik bir alana işaret eder.
Feminizm içinde farklılık kavramıyla ifade edilebilecek bir başka akım ise, kadınların kendi aralarındaki çeşitli bölünmelerin ve hiyerarşilerin farklılıklar biçiminde kavramlaştırılmasına dayanır. Kadınlar arasındaki, sınıfsal, etnik/ulusal/ırksal ve cinsel yönelimden kaynaklanan farklılıkların politik önemi, aslında bunların eşitsiz, hiyerarşiye dayalı ilişkiler olmasından kaynaklanır. Feminist politika alanında bu eşitsizliğin, hiyerarşinin ve görünmezliğin aşılması için, bir ilk evrede Siyah kadınların, Kürt kadınların, Ermeni kadınların, lezbiyenlerin vb kendi kimliklerini görünür kılacak ve olumlayacak biçimde ayrı politika yapmaları gündeme gelir. Bu görünürlük arayışı mutlaklaştığında, feminizmin bir kimlik politikasına evrilmesinden söz edilebilir. 1980’lerin ortasından başlayarak Batı feminizminde bu da yaygın bir eğilim olmuştur.
Eşitlik/farklılık ikiliğinin eşitlik kutbunun mutlaklaştırıldığı durumlarda ise, feminizmin evrenselciliğe, hümanizme, insan hakları savunusuna yaklaşan yüzü öne çıkar. Hem erkeklerle eşit olmayı talep edip hem de örneğin özel annelik hakları, kadın işçiler için kimi politik olarak koruyucu önlemler talep etmek kaçınılmaz olarak bir gerilime yol açar. Gerek bu gerilimi taşımanın politik zorluğu, gerekse kimlik politikasına düşmeme kaygısı dönem dönem feminizm içinde bu tür bir eşitlikçiliği belirgin hale getirmiştir. İçinde yaşadığımız dönemde ise liberalizmin politik ve ideolojik gücü feminizm saflarında da etkisini göstermektedir. Bu etki altında, geçmişte kendini pozitif ayırımcılığa açmış olan liberal feminizm içinde soyut eşitlikçiliğe geri düşme eğilimleri ortaya çıkmaktadır.
Farklı feminizm anlayışlarını şekillendiren üçüncü eksen ise toplumsal cinsiyet kavramının nasıl yorumlandığıdır. Kavram ilk ortaya atıldığında (biyolojik) cinsiyetle karşıtlığı içinde tanımlanır: Kadınların maruz kaldığı çeşitli tâbiyet ve baskı biçimlerini kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklardan türeten cinsiyetçi anlayışları hedef almaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramı cinsiyetler arasındaki ilişkileri toplumsal müdahalenin bir alanı haline getirir. İlk ortaya atılışından kısa bir süre sonra vurgu giderek kavramın, kadınlarla erkekler arasındaki bölünmeleri birbiriyle ilişkilendirme ve bu bölünmenin sistematik niteliğini ortaya koyma yeteneğine kayar. Toplumsal cinsiyet, kadınlarla erkekler arasındaki bölünmenin kendisini, yani bölünme ilkesini toplumsal tahlilin konusu haline getirir. Toplumsal cinsiyet kavramı, biri egemen diğeri tâbi konumda olan iki grup arasındaki toplumsal ilişkileri düzenleyen hiyerarşik sistemi dile getirmektedir; kadınların erkeklerden “farklılıkları”na değil, kadınlarla erkekler arasındaki yapısal eşitsizliğe işaret eder.
Bu aşamada, feminist tarih ve sosyal teori alanında toplumsal cinsiyet kavramı, ücretli/ücretsiz emek ve kamusal/özel alan ayırımının ardındaki dinamikleri ifade etmektedir. En azından maddeci eğilimli feministler için kavram, patriarka, erkek egemenliği, kadınların ezilmesi kavramlarıyla akrabadır. Erkeklerle kadınlar arasındaki, simetrik olmayan, hiyerarşiye dayalı bir ilişkiyi kavramlaştırmaya yaramaktadır.
Ne var ki, toplumsal cinsiyet kavramının akademik dünyada bir başka işlevi olur. Sürekli kadınlardan söz etmenin, kadınları teoriye eklemeye çalışmanın prestij taşımayan, marjinalleştirici bir uzantısı vardır. Buna karşılık toplumsal cinsiyet kavramı akademik sterilizasyon açısından elverişlidir: Toplumsal cinsiyet odaklı araştırma, proje ve çalışmaların hem kadınlara ama hem de erkeklere hitap etme potansiyeli vardır. Her iki cinsiyete de göndermede bulunduğu ölçüde, bu yeni yöneliş kadınların marjinallikten çıkmasına imkân tanımaktadır.
Bu arada, erkek egemenliği kavramının kadınları yalnızca pasif ve mağdur varlıklar olarak sunan, onların dönüştürücü potansiyellerini görünmez kılan ve dolayısıyla kadınları pasifize eden bir çerçeveye ait bir kavram olduğu sık sık ileri sürülmeye başlanır. Hatta egemenlik problematiği ile toplumsal cinsiyet problematiği arasında bir karşıtlık kurulur. Bunun yanı sıra “kadın tarihi” revaçta olmaktan çıkar, yerini tamamen toplumsal cinsiyet tarihine bırakır. Patriarka, erkek egemenliği gibi kavramların geride bırakılması, bir yandan da radikal bir toplumsal inşa teorisinin yaygın olarak benimsenmesiyle el ele gitmektedir: Toplumsal tarihten kültür tarihine, emek odaklı çalışmalardan yurttaşlığın ve ulusun inşasının incelenmesine doğru bir evrim söz konusudur feminist teoride. Bu arada kadın çalışmaları toplumsal cinsiyet incelemelerine dönüşmüştür. Her ne kadar bu ikilikleri birer ikilem olarak kurmak doğru olmazsa da, sonuç olarak günümüzün feminist teorisinde egemenlik problematiği ile toplumsal cinsiyetin inşası problematiği arasında kritik bir vurgu farkı vardır. Bu fark, maddeci bir yaklaşımla, uç noktasında söylemsel inşa teorisine varan öznelci bir eğilim arasındaki farka işaret eder. Bu iki farklı yaklaşımın ise, günümüzün radikal/eleştirel/muhalif hareketlerinin hemen hepsinde bir biçimde kendini gösterdiği söylenebilir.