Yasemin Özgün Çakar
Feminizm düşmanlığı günümüz Türkiye’sinde türlü çeşit biçimde, kılık ve kılıfta karşımıza çıkan bir olgu. Kendisiyle yaşamın her anında, her alanında karşılaşabilme olasılığımız olmasına karşın en çok biz kadınların mücadele için sokağa çıktığımız, görünür olduğumuz, sözlerimizi, sorunlarımızı, meramlarımızı anlatmaya yeltendiğimiz her türlü platformda, mecliste, sokakta karşımıza çıkıyor.
Örneğin, 8 Mart yürüyüşlerinde kenarda durup seyrederken, adeta yıllardır el değmeden korunup beslenmiş, artık içgüdüselleşmiş bir dürtüyle püskürtülen laf atmalarla, tam da sorguladığımız kadının eve, ev işlerine gömülmesi, emeğinin görünmemesi anlayışını doğrular biçimde ortaya çıkıyor: “Önce yemek pişirmeyi öğrenin siz”. Ya da 8 Mart için sendikanızda basın açıklaması yapmaya hazırlanırken, verdiğiniz metne göz atan muhabir arkadaşın, “valla karım, annem benim başımın tacıdır o ayrı, ama bence kadının yeri evidir” diyerek ve de gevrek gevrek gülerek beyan etme ihtiyacını hissettiği “değerli” fikrinde ortaya çıkıyor.
Üstelik sınıf, ırk, etnik köken, statü ayırmadan erkekler arasındaki bütün farklılıkları yatay olarak kesen bir düşmanlık biçimi feminizm düşmanlığı. Aslında muhafazakar, İslamcı, faşist vb. kesimlerin ideolojilerini yaşama geçirmede kadınları ikincil olarak konumlandırmalarının önemi yadsınamaz olduğundan mıdır nedir feminizm düşmanlıkları şaşırtmıyor. Tıpkı tesadüfen bir araya geldiğiniz kendilerini son derece laik, çağdaş, ulusalcı- devrimci olarak tanımlayan, muhtemelen Atatürk’ün kadınlara verdiği haklarla övünen bir grup mühendisin kadın mücadelesine dair birkaç söz ettiğinizde biraz da hayal kırıklığına uğramış bir bakışla “rica ederim hanımefendi feminist feminist konuşmayınız” uyarısına şaşırmadığınız gibi.
Bütün bunlar canımızı sıkıyor ama en çok canımızı yakan anti- kapitalist, anti-emperyalist mücadeleyi omuz omuza verdiğimiz ve kendilerini muhalif, devrimci, solcu, emekten, özgürlükten yana erkek yoldaşlarımız olarak tanımlayanlardan gelen düşmanlıklar oluyor. Bu düşmanlıklar da kendi içlerinde farklılıklar taşımakla beraber en yaygın olanı verdiğiniz mücadeleyi küçümsemek, aşağılamak biçiminde ortaya çıkanı. Onlar ne de olsa çok daha büyük, çok daha kökleri derinde baskı, şiddet, sömürü ilişkilerini sona erdirme gayreti içinde oldukları için (!) mücadelenize burun kıvırma hakkını rahatlıkla kendilerinde görebiliyorlar. Ayrıca da zaten günü geldiğinde, kendilerinin şaşmaz tahlilleri uyarınca devrim olduğunda, kadınların bütün sorunları da otomatikman çözülmüş olacak, e o zaman bu tez canlılık, bu gayretkeşlik niye? “Tamam, kadınlar eziliyor, dışlanıyor, ikincil konumdalar ama kardeşim şimdi sırası mı bunun, ama madem istiyorlar bir kenarda, ayağımıza dolaşmadan, asli işlerimizi aksatmadan yürütsünler mücadelelerini”. Bu arada sözü edilen asli işleri aksatmamak da öyle çok kolay olmuyor; kimi zaman kadınlarla beraber yapacağınız etkinlikte kullanacağınız mekan aslında çok önemli birtakım toplantılara ayrılmıştır, kimi zaman da feminist mücadeleye ayırdığınız zaman değersiz görülüp kolayca çok daha “önemli” başka faaliyetler için ayırarak değerli kılmanız istenir.
Bu grubun daha teorisyen, entelektüel kesiminde feminizm düşmanlığı, aşağılama, burun kıvırma olarak değil daha çok suskun kalma, yok sayma, görmezden gelme biçiminde ortaya çıkar. Bu arkadaşlarla uzun uzun konuşup feminist mücadelenin önemini filan anlatırsınız, size hak da verirler, ama bir yandan da lüzumsuz, tali işlerle ilgileniyormuşsunuz bakışlarından kurtulamazsınız. Bunlar aynı zamanda, dizinin dibinde oturup anlattığı her şeyi hülyalı bakışlarla dinlemek dururken ne diye bunlarla uğraştığınızı anlamayan bakışlardır da.
Feminizm düşmanlığının bir başka tezahürü olarak sıkça karşılaştığımız bir durum da, karma örgütlerimizde, sendikalarımızda, partilerimizde, çoğunlukla erkeklerin, yaşadıkları iktidar hırsından kaynaklı grupsal, örgütsel çekişmelerin gerçek neden ve sorumlularına odaklanmak, sorunlarıyla yüzleşmek yerine feminizme ve feministlere saldırmalarıdır. Ne de olsa gerçek sorunlarla uğraşmak hem güçtür, çetrefillidir, hem de feministlere saldırı her durumda son derece meşrudur, hatta kimi zaman çekişen grupları ortak düşmanlıkta buluşturması nedeniyle de faydalıdır.
Kimi emekten, emekçiden yana sendikalarımız, büyük ölçüde kadın üyelerinin mücadeleleri sonucunda kadın mücadelesine bütünüyle arkalarını dönemezler, düşmanlıklarını diğerleri kadar rahat ortaya seremezler. Hatta kadınlara yönelik ayrımcılık konusunda kurultaylar düzenlerler, broşürler, ciltler dolusu kitaplar basarlar, türlü çeşit zeminlerde kadınların sendikalarda aktif olma, siyasete katılma hakkından söz ederler; ama sözgelimi kadınların sendikal mücadeleye katılmasının önündeki en büyük engel olan cinsiyete göre bölünmüş bakım emeğini ortadan kaldırmaya yönelik kreşler, bakımevleri açmaya asla yanaşmazlar. Maazallah kadınlar ya iyiden iyiye güçlenip iktidarlara ortak olurlarsa!
Bu grubun bir başka özelliği de kürsü merakı şeklinde ortaya çıkar. Çok istemeseler de, mücadelelerimiz sonucunda artık görmezden gelemeyecekleri kadın kitlesine hoş görünmek, batılılaşmak, çağdaş görünmek adına biz kadınları da kürsülerine kabul ederler; ama su uyur düşmanlık uyumaz, ne hikmetse bizleri ittirme kaktırma taktikleriyle en arkalarda görmeye ya da konuşmanın en son sırasında duymaya ancak katlanabilirler.
Bu grup arasında birileri de vardır ki hakikaten kadınların “kendileri dışında” birtakım hemcinslerince şiddete uğradıklarını, siyasetten, çalışma yaşamından, eğitim hakkından dışlandıkları gerçeğini teslim ederler. Özellikle de kadınların kapitalist sistemden kaynaklı baskı ve sömürüye maruz kalmaları konusunda hakikaten duyarlı görünürler. Ama bu grubun özelliği de kadın mücadelesinin yönünü, biçimini, zamanlamasını kendilerinin belirleme istekleridir. Hatta içlerinden birinin “kadın sorunu kadınlara bırakılamayacak kadar önemli bir sorundur” tespitine şahit olmuştum. Onların düşmanlığı feminizmin kendileri için aşırı bir ucu temsil etmesinden, anti- kapitalist, anti- emperyalist mücadeleyi bölen bir özelliğe sahip olduğu iddiasından kaynaklanır. Sıkça kadın çalışmasının gerekliliğinden söz etmekle beraber bundan kastedilen esas olarak kadınların örgüte kazandırılması çalışmasıdır. İlaveten, kadınların vitray, ahşap boyama, takı yapma gibi faaliyetlerde bulunmaları kadın çalışması adı altında değerlendirilir ve özendirilir. Partiye, örgüte para toplama ihtiyacı olduğunda yine kadınlar, bu defa bu kurslardan edindikleri becerilerle küçük çaplı ticari faaliyetlere yönlendirilir, kendilerinden el emeği, göz nuru ile ortaya koydukları becerilerine bir de pazarlama becerisi eklemeleri beklenir. Bu grup feminizm düşmanlığını istikrarlı ve ısrarlı bir biçimde sürdürmede gücünü büyük ölçüde kadın yoldaşlarının da feminizm düşmanı olmasından alır. Kadın-erkek eşitliğini hayata geçirme konusunda pek çok kadına kıyasla çok daha dik duran bu kadınlar için kadın mücadelesinin sınırıdır feminizm, yanına bile yaklaşılmaması gereken bir sınır. Onlar için feministler cinsellik meselelerine, beden politikalarına kafayı takmış iflah olmaz bir grup canı sıkılan kadınlardır, hem devrimciliği feminizmle “yumuşatmayı”, “sulandırmayı” kim ister?
Pekiyi bütün bu düşmanlıkların hedefindeki feministler olarak ne istiyoruz, ne diyoruz, ne yapıyoruz da bunca kem gözü üstümüze çekiyoruz? Efendim, aramızda birtakım farklılıklar var elbette ama temelde, esas olarak biz feministler diyoruz ki: Tarihsel olarak farklı görünümlere bürünse de cinsiyet eşitsizliği, başka eşitsizliklere gömülmüş, onlar ortadan kalkınca ortadan kalkacak bir eşitsizlik olmayıp; farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimler almakla beraber kökleri son derece derinlere uzanan ve türlü çeşit iktidar biçimlerini de içeren bir sistemdir. Bununla da yetinmiyoruz ve diyoruz ki; kadınlar arasındaki sınıfsal, etnik vb. farklılıklar, kaderin bir oyunu olarak değil patriyarka ile kapitalizmin eklemlenmesi sonucu ortaya çıkıyor. Bu oyunu bozmak için de kadınların politik bir özne olarak davranmalarını sağlayacak mücadele biçimlerinin harekete geçirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla diyoruz ki, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için sadece kadın olma temelinde bir dayanışma ilişkisi yetmez, bu ilişki feminist bir politika, bir başka deyişle kadınlarla erkeklerin yaşamı geliştirmek, güzelleştirmek için gerekli olan her türlü kaynaktan eşit biçimde yararlanmaları için ortaya koyduğumuz politikalar dolayımıyla kurulur. Bu mücadele içinde kapitalizmin kadınlara özgül şiddet, baskı ve sömürüsüne karşı mücadelesi de vardır, çalışma yaşamına eşit olarak katılma ve bütün yasal düzenlemelerin eşit biçimde yapılması için verilen mücadele de. Ayrıca çok önemli bir şey daha diyor feminist politika; biz kadınların içinde yaşadığı ve kapitalist sisteme göre çok daha köklü bir erkek egemen sistemin içinde biçimlenmiş, belirlenmiş, her gün yeniden belirlenmekte olan bedenlerimizin kurtulması için mücadele etmemiz gerekiyor. Arkadaşlar, sevgili düşmanlarımız, gördüğünüz gibi işimiz çok, yolumuz uzun, rica etsek de gölge etmeseniz.
Bu yazı Feminist Polika’nın 2. sayısında yayınlanmıştır.