Gülnur Acar Savran
8 Kasım 2009’da TÜYAP’ta aynı başlıkla yapılan paneldeki konuşmanın metni.
Panel’in başlığı, feminizmin, ta başından beri ona içkin olan, yapısal bir gerilimine işaret ediyor: “Biz kadınlar” diye ortaya çıkıp, kadınlar olarak politika yapmak ile “kadınlar” kümesinin türdeş/yekpare bir kategori olmaması arasındaki gerilime. “Biz kadınlar” diye konuşmak ve politika yapmak olanaklı ve anlamlı: Çünkü bütün kadınlar sadece kadın oldukları için eziliyor, baskı görüyor, dışlanıyor, sömürülüyor. Ama “kadınlar” kendi içinde çeşitli farklılıklar barındıran bir toplumsal grup : Bütün kadınlar aynı biçimde ezilmiyor, bu ezilmişliği aynı biçimler altında yaşamıyor. Böyle olunca da, onlar için öncelik taşıyan şeyler farklı olabiliyor.
Peki nedir bizim “farklılıklarımız”? Tam olarak neyi kast ediyoruz “farklılıklarımız” derken? Çocuklu kadınlar var, çocuksuz kadınlar var. Evli kadınlar var bekâr kadınlar var. Lezbiyen/biseksüel kadınlar var, heteroseksüel kadınlar var. Kürt kadınlar var, Türk kadınlar var. Ermeni, Yahudi, Rum kadınlar var, Müslüman kadınlar var. Ev dışında ücretli çalışan kadınlar var, sadece ev içinde karşılıksız çalışan ev kadınları var Evde ücretli ev işçisi çalıştıran kadınlar var, evlerde ücretli ev işçiliği yapan kadınlar var. Meslek sahibi ya da yönetici kadınlar var, işçi kadınlar var, kendi işi olan (iş sahibi) kadınlar var. Bu liste daha çok uzatılabilir.
Ancak şimdiye kadar saydığım bu farklılıkları kabaca iki grupta toplayabiliriz: Bunların bir kısmı ait olduğumuz sınıf, etnisite, ulus vb.’den kaynaklanan farklılıklar, bir kısmı ise, toplumsal cinsiyet düzeninde işgal ettiğimiz konumdan kaynaklanıyor. Ne var ki, bu iki grup ya da kategoriyi birbirinden koparmak da mümkün değil: Toplumsal cinsiyet düzeninde işgal ettiğimiz konum, her zaman ait olduğumuz etnik grup, ulus, sınıf tarafından dolayımlanıyor: Kürt anne olmakla Türk anne olmak, ya da üst düzey yönetici olarak yalnız yaşamakla işçi olarak bekâr yaşamak farklı deneyimler… Ve bunların yol açtığı farklı ihtiyaçlar, talepler var.
Bir de, bu iki farklılık kümesinin dışında, çok daha başka bir düzlemde yer alan bir farklılıktan söz etmek mümkün: Toplumsal konumlarımızdan kaynaklanmayan, feminist politika yaparken ortaya çıkan politik farklılıklarımız… Bunlar, erkek egemenliğini/toplumsal cinsiyet düzenini nasıl anladığımız, nasıl tahlil ettiğimiz ve bunun sonucunda feminist faaliyetimizde nelere öncelik tanıdığımızla ilgili: Patriyarkanın kuruluşunda ve işleyişinde, kimimiz kadın bedeninin denetlenmesinin/ya da toplumsal kuruluşunun kilit önem taşıdığını düşünüyor, kimimiz kadın emeğinin… kimimiz aile ve akrabalık ilişkilerinin, kimimiz üretim ve yeniden üretim süreçlerinin… Ve bu tahlile göre, vurguları, öncelikleri farklılaşan politik pratikler benimsiyoruz.
Bu farklılıklar seli içinde feminist politika nasıl mümkün? Nasıl olur da bütün bu farklılıklarımıza rağmen birlikte politika yapabiliriz? Ya da nasıl oluyor da birlikte politika yapabiliyoruz? Bizi birleştiren, kadınlar olarak kendimizi bir toplumsal grup olarak algılamamıza yol açan, yalnızca, hepimizin salt kadın olduğumuz için eziliyor olmamız. Aksu’nun (Bora) deyimiyle bir tür “negatif ortaklık”. Bu, birlikte politika yapabilmek, ortak bir sözü paylaşmak için nasıl oluyor da yeterli oluyor? Ya da hangi koşullarda, ne yaparsak ortak politikayı mümkün kılabilir? Sevgili Dicle’nin sözleriyle, bu ancak, “kendi hayatımızla başka kadınların hayatları arasındaki bağlantıları anlamak”la mümkün. Yani kendi ezilme biçimimizle, başka kadınların ezilme biçimleri arasındaki bağlantıları…
Nitekim, Türkiye’de feminizmin ilk çıkışında, bizim bilincimizi belirleyen ve bizi harekete geçiren de buydu. Bize hep, “aydın, eğitimli, kentli, çağdaş” kadınlar olarak “kurtulmuş” kadınlar olduğumuz söylenmişti. Bizim yapmamız gereken, bizim gibi olmayan kadınları aydınlatmak, bizim bulunduğumuz yere gelmeleri için önlerini açmaktı. O güne kadar bize telkin edilen, erkekler gibi rasyonel olmak; mahremiyetimizi/özel alandaki deneyimlerimizi “vakur” bir biçimde kendi içimizde yaşamak; bu yaşadıklarımızı özel hayatlarımızda bırakarak, eğitime, politikaya erkeklerin yanında, onlar gibi katılmaktı. Oysa biz bunun, bizi yalnızlaştıran, sorunlarımızla baş başa bırakan, dolayısıyla da güçsüzleştiren bir aldatmaca olduğunu keşfettiğimiz an feminist bir bilince kavuşmuş olduk. O dönemde bizler, tam da bunun böyle olmadığını kavradığımız zaman, bizim de kurtulmuş olmadığımızı, bizimle bizim gibi olmayan kadınlar arasında çok önemli bağlantılar olduğunu anladığımız noktada feminist olduk. Kocasından dayak yiyen bir kadınla o güne kadar kocasından dayak yememiş bir kadının aynı şiddet ya da şiddet tehdidiyle çevrelenmiş olduğunu; ev dışında çalışan “modern” bir anneyle ev kadını bir annenin temelde benzer yalnızlık ve yetemezlik duygularını paylaştığını; akademisyen bir kadınla akademisyen olmayan bir kadının yazma karşısındaki korkularının benzer olduğunu o zaman kavradık.
Bu deneyimleri biraz kavramlaştırmaya çalışacak olursam: Kendi içinde çok çeşitli farklılıklar içeren bir toplumsal grup olan kadınların politik bir kolektif özne olarak davranmaları nasıl mümkün? Bir toplumsal grup olmamız, kendiliğinden, bir politik özne haline gelmemizi sağlamıyor. Bunun için ancak bir nesnel imkân, bir potansiyel oluşturuyor. Bu ezilmişlik temelinde, feminist bilinç aracılığıyla, kadınların ihtiyaçlarını politikada ortak çıkarlar olarak kurmak ve bunları savunmak mümkün. Ya da öfkelerimizi ortak bir isyan, direniş olarak kurmak… İşte kadın dayanışması kavramı da burada gündeme geliyor. Ben bu kavramın öznel duyguların dışında çok nesnel bir boyutu olduğunu düşünüyorum: Farklı kadınlık durumları, konumları, ezilmişlik biçimleri var, ama bunlar birbirini pekiştiren ve aralarında süreklilik olan durumlar. Nasıl bir süreklilik ya da bağlantı var bunların arasında? Erkeklerin egemenliği karşısında, patriyarkal düzen içinde karşılıklı birbirlerini pekiştiren konumlar bunlar: Ev kadınları evlere kapatılıyor ve bedenlerine, emeklerine bu ev içinde rıza ya da şiddet yoluyla el konuyorsa, bunu kolaylaştıran/pekiştiren şey dışarıda, sokaklarda fahişelerin bire bir karşı karşıya oldukları şiddetin onlar için oluşturduğu tehdit. Başka türlü söyleyecek olursak, ev kadınının öznel olarak hasım diye gördüğü kadınların konumu onun kendi konumunu pekiştiriyor. Ya da: Lezbiyenlere annelik hakkı verilmediğinde bu, annelerin cinselliğini denetlemeyi, onları heteroseksüel/erkek cinselliğine mahkum etmeyi kolaylaştırıyor. Kısacası kendimizin tümüyle dışında, bize tümüyle yabancı gördüğümüz bir kadınlık durumu, aslında bizim kadınlık durumumuzu pekiştiriyor, yeniden üretiyor. Politik anlamıyla kadın dayanışması, tam da, hiçbir kadınlık durumunu kendimize uzak, kendimizinkinden ağır ya da kötü görmemek… Ya da tersinden: Hiçbir kadınlık durumunun bir diğerinden daha değerli, daha ayrıcalıklı olmadığını görmek… Tersine birçok kez, kendi konumumuzu ancak bu bağlantıyı kurduğumuzda tam olarak kavrayabiliriz.
Genel seçimlerde vesikalı kadınları desteklerken feministlerin sözleri, kadın dayanışmasının, bu anlamıyla feminist politikanın çok iyi bir örneğini oluşturuyordu. Ne diyordu feministler? “Kimimiz dört duvar arasında, özel alanımız dediğimiz evlerimizde, kimimiz genel evlerde erkeklere itaat etmiyor muyuz? Kimimiz vesikalı, kimimiz cüzdanlıysak, bu biri(ler)imizi yüceltip, ötekileri dışlayarak hepimizi denetlemek için kullanılmıyor mu?” Bu sözlerle, erkek egemenliğinin iffetli kadın/iffetsiz kadın ayırımı yaparak böldüğü kadınlar arasında bir ortaklık, bir paylaşım olduğu ortaya konuyordu.
Bir başka benzer örnek tacize/tecavüze karşı yaptığımız feminist politikalar: Ev içinde, evlilik içinde, kadınların maruz kaldığı taciz ve tecavüz ile sokaktaki yabancıların tacizi ve tecavüzü arasındaki ve bunlarla gözaltında/işkencedeki ve savaşlardaki tecavüz arasındaki sürekliliği ortaya koymak, feminist politika yaparken çok önemli. Bu süreklilik bütün bu tecavüz biçimlerini daha iyi kavramamızı sağlar. Toplumsal cinsiyet düzeni ya da patriyarka içinde kadın bedeni, erkeklerin sahip olma hakkını kendilerinde gördükleri bir bedendir; bu yüzden de cinsel şiddet/saldırı nesnesidir. Böyle olduğu içindir ki, kadınlar her zaman, her yerde tecavüze uğrarlar. Cinsel şiddete bir bütün olarak bakmadığımızda, gözaltında tecavüzü bir takım hasta ya da sapık işkencecilerin işi, savaşlardaki tecavüzü ise bazı düşman milletlerin vahşeti olarak görmek işten bile değil.
Bu kavramlaştırmada biraz daha ilerleyecek olursak: Patriyarka kadınları birbirleri karşısında hiyerarşik kadınlık durumlarına yerleştiriyor. Dolayısıyla, farklı kimliklerimiz olarak yaşadığımız şeylerin, yani ev kadını olmanın, fahişe olmanın, lezbiyen olmanın, heteroseksüel olmanın, patriyarka tarafından nasıl kurulduğunu ortaya koymak önemli. Feminist politika yapabilmenin koşulu belki de bu: Farklılıklarımızı kimlikler biçiminde sabitlemeden, onların bir hiyerarşi ya da egemenlik düzeni içinde nasıl oluştuğunu, kuruluş süreçlerini ortaya koymak. Farklı kimliklerimizin tanınması talebine takılıp kalmamak, onlar arasındaki sürekliliği kavramak, politika düzleminde bu kimlikler ya da farklı konumlar arasında köprüler kurmak. Bu da, patriyarkayı/erkek egemenliğini bütünlüklü bir sistem olarak algılamak, bu kimliklerle erkek egemenliğinin ilişkisini kurmakla mümkün. Örneğin “şiddete uğrayan”, “kurban” kadın, ya da “okumaz-yazmaz” kadın kategorileri biçiminde, bazı kadınları belli kimliklere sabitlemek yerine, kadınların neden şiddet gördüklerini ve eğitimden dışlandıklarını ortaya koyup, bunlara karşı politika yapmak; ya da “anne” kimliği altında bazı kadınlara destek vermeye çalışmak yerine, kadınların karşılıksız ev emeğini karşımıza almak… gibi.
Buraya kadar, feminist politika yaparken kadınlar arasında kurulması görece kolay olan köprülerden söz ettim. Kadınlar arasındaki hiyerarşiler, etnik, ulusal, sınıfsal aidiyetten kaynaklandığında ise, işimiz daha zor gibi görünüyor. Özellikle de çatışma, savaş dönemlerinde, milliyetçilik/şovenizm, kadınların, hiyerarşik olarak kurulmuş kadın kimliklerinin (gerilla annesi/şehit annesi) ötesine geçmelerini güçleştirebiliyor. Öte yandan, ezilen etnik ya da ulusal toplulukların, böyle dönemlerde, kendi kimliklerini, iç hiyerarşileri olmayan, türdeş kimlikler olarak kurmaları yaygın ve anlaşılabilir bir savunma biçimi. Egemen olan ulusal ya da etnik grup içinde ise, şovenizmin, savaş çığırtkanlığının bunu sağlaması oldukça kolay oluyor. Oysa her iki grup içinde de kadınlar araçsallaştırılıyor, yer yer kutsanıyor, simge olarak kullanılıyor. Özellikle de, kadınların anneler olarak kullanılması bu simgeleştirmenin en yaygın biçimi. Bunun her iki toplulukta da geçerli olduğu, feministler arası diyalog ve fikir alışverişiyle ifşa edildiğinde bir adım atılmış sayılır. İşte bu ifşanın gerçekleşmesi, bir kez daha, erkek egemenliğinin ulustan, etnisiteden bağımsız olarak evrensel ve bütünlüklü yapısını kavramaya bağlı. Kürt ve Türk kadın kimliklerinin arasında kurulmuş olan hiyerarşi ancak bu yapı ışığında kavranabilir. Bunun ötesinde, egemen ulus ya da etnik topluluğun feministlerine düşen, kendi grubunun baskı ve dışlama politikalarının karşısında yer almak ve ezilen grubun özgürleşme mücadelesine destek vermek.
Emek temelinde şekillenen kadınlar arası farklılıklara gelince: Ücretli emek/ücretsiz ev emeği kıskacı, kadınların sınıfsal aidiyetleriyle eklemlenerek onların çalışma yaşamındaki konumlarını belirliyor. Başka bir deyişle, bu bağlamda oluşan hiyerarşileri bir yandan sınıfsal aidiyet bir yandan karşılıksız ev emeği oluşturuyor. Bu konuda öne sürülebilecek tavırların (kısmi de olsa) bir örneğini ise, SSGSS karşısında feministler olarak ürettiğimiz politikada bulabiliriz. Karşılıksız ev emeğinin erkek egemenliğinin kuruluşunda kritik bir önem taşımasından ve bütün kadınların hayatını şu ya da bu biçimde belirlemesinden hareketle oluşturduğumuz politikalardı bunlar. Bir anlamda, erkek egemenliğini bütünlüklü bir sistem olarak görmenin önünü açtığı politikalardı: Karşılıksız ev emeğinin ve kadınları erkeklere bağımlı kılan sosyal politika anlayışının eleştirisinden türetilmişti. Böyle olduğu içinde, ev kadınları ile ücretli çalışan kadınları, ya da ev eksenli çalışanlarla formel sektörde çalışanları beli başlı bazı talepler etrafında birleştirmek mümkün olmuştu. Ama daha önce de söylediğim gibi, etnik/ulusal ve sınıfsal farklılıklarımız arasında köprüler oluşturmak politika yaparken her zaman kolay olmuyor…
Ve nihayet, politik farklılıklarımız: Bunlar bizim zenginliğimizi oluşturuyor. Patriyarka ya da toplumsal cinsiyet düzenini nasıl tahlil ettiğimize bağlı olarak, erkek egemenliğinin farklı dinamik ya da düzlemlerini öne çıkarıyoruz. Daha önce de söylediğim gibi, kimimiz beden politikaları üzerinde yoğunlaşırken, kimimiz emeği, kimimiz akrabalık/aile ilişkilerini, kadına yönelik şiddeti ya da heteroseksizmi öne çıkarıyoruz. Patriyarkanın çok katmanlı, çok yüzlü yapısı karşısında bu farklı bakış ve vurgulardan, bir bütün olarak feminist hareket güç kazanıyor diye düşünüyorum.