Feryal Saygılıgil
Ne zaman pişirse mis gibi kokusu tüm apartmanımızı saran paskalya çöreğinin üstadı, öğlenleri beni uyuturken her defasında aynı sevecen ses tonuyla hiç usanmadan, yatağının başucundaki İsa ve meleklerin olduğu resmin anlamını büyük bir zevkle masal gibi uzun uzun anlatan sevgi dolu Madamcığımı gün geçtikçe daha çok özlüyorum.
Çocukluğum annem çalıştığı için babaannem, karşı dairede oturan Sarâ Teyze ve üst kattaki komşumuz Madam’dan oluşan orta yaşlarının üzerinde üç kadının dizinin dibinde geçti. Bu kadınlar aralarında çözemediğim ancak alışkın da olduğum ortak bir dil geliştirmişlerdi: Karşılıklı otururken uyuyabilme, hemen her konuda konuşabilme, birbirlerinin evlerine teklifsizce gidip gelebilme rahatlıkları vardı. Benim terbiyem ve yetiştirilmem konusunda bir türlü fikir birliğine varamamalarına karşın, aralarında sessizce görev dağılımı yapmışlardı: Babaannem sert mizaçlı birisiydi; yüzü pek gülmezdi. Görevi benim zamanında yiyip içmemi, yuvaya gitmemi, ders çalışmamı sağlamaktı. Kurallara uyup uymadığımı denetliyordu. Akşamları günün raporunu anneme aktarıyordu. Sarâ Teyze’yle her ay başı emekli maaşını alma gününde birlikte bankaya gider, ardından ona eşlik ettiğim için bana ödül olarak çikolata, gofret, pasta türü şeyler alırdık. Benim için yalnızca aldığımız yiyecekler değil, yolda yürürken Sarâ Teyze’nin koluma girmesi, sokakta algıladığı değişikleri aktarması, benimle küçük sırlarını paylaşması, hepsi ama hepsi tadına doyulmaz lezzetlerdi. Sarâ Teyze yalnız yaşayan, ayda bir evinden dışarı çıkan, çıktığında çok şık giyinen, görmüş geçirmiş, çok kitap okuyan -özellikle aşk romanlarını çok seven-haşmetli bir kadındı. Kadınlıkla ilgili küçük ipuçlarını ondan öğreniyordum. Beş yaşımdayken beni kedisi Piçon ile evlendirmek isteyerek rüyalarımı kâbusa çeviren, evinde sokaktaki çocukların şerrinden kurtardığı birçok kedi, köpekle yaşayan gerçek hayvansever çok sevgili Madam’cığımın yeri ise diğerlerinden ayrıydı: O bir kere benim arkadaşımdı. Biz birlikte çok şey paylaşırdık. Evde geçireceğim zamanın büyük bir bölümünü, geceleri hariç, onun evinde, kedileri ve köpeği arasında geçirirdim. Hep konuşurduk, her şey hakkında, diğer insanlardan çekindiğim gibi ondan çekinmezdim. Sonsuz bir hoşgörüsü ve sabrı var gibi gelirdi… Tâ ki bir gün onu üzene kadar: Beş ya da altı yaşlarındaydım yuvaya gidiyordum. Nereden duyduysam “süslü kokona” diye bir laf duymuştum; sanırım hoşuma da gitmişti bu laf. Uzatıp kısaltarak, türlü tonlamalarda evde tekrarlayıp duruyordum. Oyunuma onu da katmak için Madam’a gittiğimde tekerleme gibi “süslü, süslü, süslü kokona Madam”[1] deyiverdim. Yüzüme donuk donuk baktı ve birden bire ağlamaya başladı. Dünya başıma yıkılmış, ne olduğunu, nerede yanlış yaptığımı anlayamamıştım. Arkadaşlığımızın derinden zedelendiğini hissederek ancak ne yapacağımı bilemediğimden, Madam’ın benden kaçırdığı yaşlı gözlerini arkamda bırakarak usulca eve döndüm. Akşam anneme olanları anlattığımda bana hiç tepki vermeden, hemen sessizce yukarı çıktı. Aşağıya geldiğinde “Madam’ın o sözden alınmış olabileceğini, kendisine biraz süre tanımamı sonra da özür dilememi” söyledi.
Günler geçip gidiyor; Madam benimle konuşmuyordu. Sarâ Teyze’de ya da apartmanda karşılaştığımızda adeta beni yok sayıyor, soğuk davranıyor; sanki görmüyordu. Bir gün artık dayanamadım; nefesimi tutarak yukarı çıktım, kapısını çaldım. Kapıyı açıp da beni öyle kaskatı karşısında görünce bir an ne yapacağını bilmeden duraksadı. Uzun bir süre tek kelime etmeden, bakıştık… Sarıldığımızı ve sessizce ağladığımızı hatırlıyorum. Sonra omuzlarımdan tutup sevecen gözleriyle uzun süre bana baktı. Ben kabahatimi öğrenmeye ve özür dilemeye hazırlanırken o yavaşça kulağıma yaklaşıp fısıldadı: “Benim adım Öjeni”. İsmini bilmediğimi, ne babaannemin ne Sarâ Teyze’nin ne de annemin ona ismiyle hitap etmediğini o an fark etmiştim. İsmi benim için Madam’dı. Sanki asıl ismiymiş gibi herkes onu öyle çağırıyordu. Niye “Öjeni Teyze” değil de “Madam” diye çağırdığımı anneme sorup sormadığımı anımsamıyorum. Ancak o günden sonra da kulağıma fısıldadığı ismini eklemedim ona seslenirken. O da istemedi sanki. Ama ismini bilmemi istedi… Belki kullanmamı da… Ben kullanamadım; belki çekindim, belki de saklanması gereken bir şey gibi geldi. Bir insanın ismi olduğu halde kullanamamasının getirdiği ağırlığı, yok sayılmanın sancısını anlayamadım…
Bana yaşamla, kadın olmakla ilgili pek çok bilgi/deneyim aktaran bu üç bilge kadın arasından sonraki yaşantımda en çok Madam Öjeni’yi özlediğimi, ondan izler taşıdığımı düşündüm. İlkokuldaki arkadaşım Ceni’ye ev dışında Canan demem gerektiğini; isimlerin ne kadar anlam yüklü olduğunu, işaretler taşıdığını, Madam Öjeni’yi hiç de yalnızca topikleri ya da paskalya çörekleri için değil; bana sevdiğim birisini kaybetme korkusunu yaşattığı; üzülmeyi, sevmeyi, kendi ismini kullanabilmenin ne büyük bir özgürlük olduğunu öğrettiği için çok sevdim…
[1] Kokona : 1) Hıristiyan kadınlarına Müslüman Türklerce verilen ad. 2) Süse püse düşkün kadın, çok süslenen kadın. Kokona gibi : Çok süslenmiş yaşlı kadın için kullanılır. Kaynak : Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Doğan Kitap, Ekim 1999.
Bu yazı Feminist Politika’nın 2. sayısında yayınlanmıştır.