A., dayanışma istediği için Feminist Kolektif ile tanışan çok genç bir kadın. Yakın zamanda sonuçlanan tecavüz davasından bir kez daha “mağdur” edilerek çıktı. Hukuk yolları tıkanmış durumda ve AİHM’e gitmenin de sonuç vermeyeceği söylenmiş kendisine. Kamuoyu oluşturup Yargıtay’dan yeni bir duruşma talep edilmesi olasıymış ama küçücük yaşında 3,5 yıldır bu mücadeleyi veren A. artık devam edemeyecek kadar yorgun.
On beş yaşında bir çocuktum. Çocukluktan gençliğe adım atmanın başlangıç yaşları olan on beş! Her genç kız gibi umutlarım, hayallerim, hedeflerim vardı. Biliyorum, kız diye bir cinsiyet kavramı yok fakat geleneksel bir toplumda büyüyorsanız eğer mümkün değildir on beşindeki kıza kadın demek. Yuh çekerler size, ayıplarlar. Onların dünyasında hiç kimse evlenmeden kadın olamaz. Kadın olmak bile evliliğe bağlanır. Neyse. Bu konuda tartışacak olursak işin içinden çıkamayız.
Yıl 2011. Lise birinci sınıftaydım. Komşumuzun oğlu adı altında evimize girip çıkan, abimin arkadaşı olan, benim ise abi demek zorunda kaldığım canavar! “Abi o yapmaz öyle şeyler, uydurma kafandan, hayal görüyorsun sen, yanlış anlamışsındır!” dedikleri… Hep çocuklar yanlış anlar zaten… Abi dediğim insan evime her girdiğinde beni gözleriyle taciz ediyordu. Bu öyle bir tacizdi ki kimsenin görmediği yerde daha da ileriye giden bir psikolojik taciz! Annem, babam ve abilerimin çalışıyor olmasından, evde yalnız kalmamdan güç alan, beni rahatsız etme, bana her istediğini yapma hakkını kendine bulan bir abiydi bu.
Abi derken bile tiksiniyorum ama burada bir vurgu yapmak istiyorum: Bu yazıyı yazarken bilhassa anne ve babaları uyarmak istiyorum: çocuğunuzun abi dediği kişiler gerçekten abi olmayabilir. Bu kim olursa olsun sizden ricam, sınır koyun!
Bu abi bir gün benim okul çıkış saatimden 5 dakika önce evimizin bahçesine atlayarak beni beklemeye başlamış. Evime geldiğimde bahçede bekliyordu. Beni karanlığa iteceği hissi içime çökmüş olmalı ki o gün okuldan çıkmak istememiştim. Ayaklarım geri geri gitmişti. Biliyordum, kötü bir şey olacaktı. Ama adını koyamıyordum. Koymak istemiyordum. Korktuğum oldu! Abi! O abi cinsel yönden istismar etti vahşice… Şiddetiyle, tehditleriyle… Kendimi savunmak için her çırpındığımda, bağırdığımda ağzıma yüzüme tokatlar geliyordu. Saldırısı bittikten sonra tehditini basıp gitti: “Bu olay bahçeden dışarı çıkarsa rezil ederim seni! Adını çıkarırım! Kimse inanmaz sana!”
Evet biliyordu. Kural buydu. Çocuktur, uydurur!
Şoka girmiştim. Tam 5 aylık bir şok bu. Konuşamadım. Anlatamadım. Yuttum ve sustum…
Ama çok fazla dayanamadım. Ne olacaksa olsun dedim. Bayan müdür yardımcımın karşısına oturdum. Her şeyi anlattım. 16 yaşındaydım. Karakola gidip kendi başıma ifade verebilecek yaştaydım fakat yine velimi çağıracaklardı. Bana inanmayarak dünyamı yıkan velim… (Tabi ben buna konduramamak diyorum…)
Karakola gittiğimde ikinci bir kabusla karşılaştım. “Çocuk şube” adı altında bir birim. Ama sorsanız çocuk psikolojisinden bihaber… Oraya 5 ay sonra gittim diye kötü gözlerle bakıp korkularımla hislerimle alay eden memurlar:
“5 ay sonra mı aklın başına geldi?”
“Tecavüz etmediyse burada olmanın anlamı ne!”
“Ailene bakire olduğunu ispatla, hayatına bak!”
“Akşam akşam bir de sen çıktın başımıza! Çağır şu velini!”
diye ardı arkası kesilmeyen sözleriyle beni bir kez daha yaraladılar.
Baro tarafından atanan avukatın yaşadığım olayı küçümseyip bu davadan bir şey çıkmaz diyip ifade boyunca tepkisiz kalması, psikolog beyin sevimli bir görünüm yaratmaya çalışsa da nefret dolu bakışları…
Karakolda ilk etapta şikayetçi olamadım. Fakat oradan çıktıktan sonra ne yapacağımı, nereden yardım alacağımı biliyordum. Bu arada maruz bırakıldığım şiddeti, aile ve toplum baskısını anlatmaya kelimeler yetmez. Elimden tutan, destek olan sadece iki insan vardı. Biri rehber öğretmenim, biri müdür yardımcım. Onların da yönlendirmesiyle dosyamın gönderildiği savcı beyi bularak odasına çıktım. Dosyamı inceledi ve bana şunu sordu:
“Yazdırdığın bu hikayeye inanıyor musun? Adalet sizin oyuncağınız mı? Şimdi işim gücüm yok, seninle ilgili mütalaa hazırlayıp Ağır Ceza’ya dava açacağım. Çık odadan! 3 gün sonra mütalaan gelir!”
2012 Kasım ayıydı. Evet 3 gün sonra yazı geldi. Ağır Ceza Mahkemesi’nde saat 10:40’da duruşma olacaktı.
Tabii tehditlerin alâsı başladı:
“Bacak kadar boyunla bu işleri Ağır Cezalara nasıl sürükledin?”
“Davadan vazgeç! Geleceğinle oynuyorsun.”
Hiç kimseye aldırmadım. Kamunun atadığı avukat dosyadan istifa etmiş, yerine başka bir avukat verilmişti neyse ki. Duyarlı bir insandı. Görüşmeye gittiğimde bu kez azarlanmadım, en iyi şekilde yönlendirildim. Yani normal bir insan çıktı karşıma. Şoka girmemin normal olduğunu, korkudan şikayetçi olamamamın kötü bir şey olmadığını, mahkemede şikayetçi olabileceğimi hatırlattı. Şikayetçi olmasam bile devletin takip yükümlülüğü olduğunu, yani kamu davası olduğunu belirten bu aklı selim insan bir nebze de olsa su serpmişti yüreğime.
O gün geldi çattı. Duruşmaya çıktık. En azından karakol ortamı gibi zor bir ortam değildi. Gayet sabırla dinleyen, azarlamayan hakimler vardı. Ama karşı taraf savunma yaparken her türlü hakaret başladı. Akıl sağlığımın yerinde olmadığını, o bölgede bir tek o üniversite öğrencisi olduğu için onu kıskanıp iftira attığımı, daha önce böyle şeyler uydurduğumu beyan ettiler. Sağlık raporlarımın alınması ve tanıkların dinletilmesi için mahkeme ertelendi.
Bir üniversite hastanesine sevk edildim. Süreç içerisinde bana insan muamelesi yapan ve yaşadıklarımı küçümsemeyen tek kurum da bu oldu.
İkinci duruşmada tanıklar dinlendi. Raporlar yetişmediği için bir sonraki tarihe attı. Fakat karşı tarafın bir talebi vardı. Olay yerine keşif istendi. Heyetçe keşif kabul edildi. Alan bilgisi olmadığını düşündüğüm, mahkeme salonunu bekleyen polis memuru bilirkişi yapıldı!
Keşif raporu aleyhimeydi. İtiraz ettik. Tabii karşı tarafın da bir itirazı vardı. Doktorlar ruh sağlığımın bozulduğunu ve bu durumun kronikleştiğini söylüyordu ama bu karşı tarafa göre yalandı. Çünkü onlar tek başına Çocuk Şube’deki klinik psikoloğun ilk görüşmede vermiş olduğu “Psikolojisi etkilenmemiştir” raporuna itibar ediyorlardı…
Duruşmalarım yedi celse sürdü. Altı celseye katıldım. “Ben varım! Bu olayı yaşadım ve kararlılığımı gösterdim” demek için. Fakat altıncı duruşmada hakim karar duruşmasına katılmama gerek olmadığını, kararı avukatımın bana ileteceğini söyledi. Karar beni şaşırttı: 12 yıl 6 ay çıktı (oy çokluğu ile). Açıkçası beklemiyordum. Çünkü ne zaman böyle bir davayı medyadan okusam istismara uğrayan suçlu muamelesi görürken, asıl suçlu ise en çok korunan kişi oluyordu.
Mahkeme sonrası baskılar daha da arttı. Koruma istedim. Yerel mahkeme korumaya çalışsa da Ankara tutukluluk halini çok sürdürmedi…
2013 Temmuz’unda tutuklanan kişi, 2014 Ocak ayında Yargıtay tarafından denetimsizce bırakıldı. Bozma kararı sonrası açılış davası için 2014 Haziran’a gün verildi. Bir tek duruşma olacaktı. Son sözlerimiz soruldu. Ben cezalandırılmasını istedim. O ise beraatini. Son söz, son nokta onundu. Mahkeme diretme vermedi. Oy çokluğu ile beraatine karar verdi. Sadece Hakim Hanım karara katılmadı. Şu saatten sonra yaşadıklarımın bedeli sadece 5 aydı! 5 ay! Topluma göre 5 ay yetti! Mahkemelerce de 5 ay yetti! Güzel adalet sistemi suçlunun aklını 5 ayda başına getirdi!
Beni en çok öfkelendiren ise şahıs aklandı. Ne sicil, ne bir adli kayıt. Tertemiz, alnı ak hayatına devam edecek… Ya ben? Ya benim yaşadıklarım?
İki seçenek vardı, ya canıma kıyacaktım ya da hayata tutunacaktım. Hayata tutunduğum için bunlar reva görüldü.
Sevgili kamuoyu, şimdi 18 yaşındayım. Ama beni yaşayan bir ölüye çevirdiler… Adaletin “a”sına bile inanmıyorum! Çıkardığım tek sonuç; bizim ülkemizde bırakın çocuk olmayı, kadın olmayı; insan olmanın adı yok!!!