Nükhet Sirman
Bir süredir feministler meydanlarda barış istemeye başladı. Barışın neden kadınların talebi olduğu, yani feminist bir bakışla savaşa ve şiddete nasıl bakılacağı hepimizin sorunu olmaya başladı. Bu süreç, feministlere kadınların ezilmesiyle başka ezilme biçimleri arasındaki ilişkiyi düşünmeleri için önemli bir fırsat yarattı. Bu yazı ataerkilliğin gelişmecilik ve sömürgecilikle nasıl eklemlendiğine bakarak feminizmle Kürt sorunu arasındaki bazı ilişkileri gündeme getirmeyi amaçlamaktadır.
Gelişmecilik, Türkiye’de uzun bir süre Türkiye’nin kendini Batı’ya bakarak modernlik açısından eksik görmesi biçiminde yaşandı. Bu eksikliğin saptanmasıyla 1920’lerde Türkiye bir dizi reforma girişti. Bu reformların en önemlisi arasında evlilik dahil her türlü anlaşmaya dayalı ilişkiyi düzenleyen Medeni Kanun geliyor. Bu kanun, erkekler arası eşitliği düzenlemeye yönelik olduğu halde kadın/erkek eşitliğini sağlaması açısıdan Türk modernitesinin en önemli kilometre taşı olarak algılandı. Bu kanuna göre, her erkek evinin, ailesinin reisi oluyor, kadınlar muavin ve müşavir olarak erkeklere hem ekonomik hem de otorite açısından bağımlı kılıyordu. Kadınları öncelikle cinsel nesne olarak tanımlayan ve namus üzerinden cinselliklerini erkek kontrolü altına sokan cinsiyet rejimine bu kanun dokunmadı. Nitekim mahkemelerde namusa dayalı suçlar haksız tahrik yoluyla ceza indirimi alabiliyor, hapse düştüğünde diğer mahkumlar tarafından el üstünde tutuluyor, toplum, namus saikiyle gösterilen şiddeti suç değil, suçun cezası olarak algılıyor. Kısaca, namus kavramı gündelik yaşamda insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen önemli bir kavram olarak iş görmeye devam ediyor.
İşin ilginç yanı Cumhuriyet tarihinde bu muhayyilenin aile gibi algılanan başka ilişkilere de uygulandığını görüyoruz. Eskiden ailenin, köyün ya da mahellenin namusu varken, şimdi vatanın da namusu oluyor, acemi askerlere silahlarının namus olduğu söyleniyor, hatta siyasi partilere bile namus üzerinden oy verilebiliyor. Yani modern denilen birçok ilişki ve bağlılık biçimi hem devlet hem de başka kurumlar tarafından eski denilen muhayyileye göre düzenlenebiliyor. Bu özellikle göç sürecinde ortaya çıkan bir olgu. 1950’lerde başlayan büyük şehirlere göçler, araştırmacıların da belirttiği gibi tamamen yasaların dışında gerçekleşmiştir. Bu göçmenler, ev bulmaktan iş bulmaya tüm işlerini komşu ya da tanıdıkları vasıtasıyla yürütmüşler, yasanın dışında hareket etmişlerdir. Hükümetler bu oluşuma göz yummuş, buraları sadece oy deposu olarak görmüşlerdir. Bu alanlarda insanlar birbirleriyle gündelik yaşamda ilişkilenirken bildikleri tek normatif kodu, yani akrabalık kodunu kullanarak bir düzen sağlamışlardır. Yani akrabalık ve buna bağlı olarak namus kavramı hem devlet eliyle yukarıdan yeniden üretilmiş, hem de başka yasaların yokluğunda aile içinde ve gündelik yaşamda tanıdıklar arasındaki hiyerarşileri belirlemeye devam etmiştir. Yani namus kavramı kendi iş gördüğü akrabalığa dayalı toplumda değil, modern olarak yeni toplumda yeniden yaratılmıştır.
Ancak son yıllarda namus yeni bir işlev kazanmaya başladı. Türkiye bir süredir kendini moderniteye gelmiş sayıyor. Bunu yapabilmesinin tek nedenini de kendi doğusundakileri yani Kürtleri geri kalmış bir kültür olarak kodlamaları. Tam da Avrupa’dan öğrendikleri gibi Türkler şimdi kendilerini teknolojinin ve akılla yönetmenin ustası olarak görüyorlar. Özellikle AKP hükümetiyle ortaya çıkan bu eğilim, rasyonel akıl vasıtasıyla, şehirleri, ormanları, sermayeyi, ve şiddeti yönetme iddiasında. Özellikle ekonomi ve yerleşim konularında tüm yasadışılıklar, kentsel dönüşüm ve kayıtdışı ekonomiyi engelleme politikalarıyla yok edilmeye çalışılıyor. Kürtlerin bu dönüşümde rolleri büyük çünkü akıl dışılık onlara temsil ettiriliyor. Onlarda akrabalığın ve geleneğin fazlası olarak görülen aşiret ve törenin hüküm sürdüğü, dolayısıyla akılla iş yapamadıkları iddia ediliyor. Yani antropolojik bir kavram olan kültür, Batı’da nasıl bir toplumun özünü tanımlamak ve o toplumu Batı’ya göre daha geri bir yere yerleştirmek için kullanıldıysa, aynı yöntem şimdi Türkiye’de Kürtlere uygulanıyor.
Bu işlem özellikle namus kavramı üzerinden çalıştırılıyor. Türklerde namus var, Kürtlerde töre. ‘Namus’la törenin farkı ise şöyle tanımlanıyor. Töre kişinin kendi aklıyla ve özgür iradesiyle eylem yapmasını engelleyen, kişiyi grubun denetimine fazlaca sokan kültürel bir pratik olarak görülüyor. Aşiret, aile ya da sülale, kişiler hakkında karar vererek (ki kişi, bu namus suçunu işleyen kişi de olabilir, namus suçuna cezayı uygulayan da) bu kişilerin insan haklarını ihlal ediyor. Buna karşılık namus, her insanda olan doğal bir duygu olarak kişinin özgür iradesini, onun kişisel bütünlüğünü ve kendine olan saygısını gösteren bir kavram olarak alınıyor. Yani namus insanlık hakkı olarak tanımlanıyor. Her insanın namusuyla yaşama hakkı olduğu noktasından hareketle namusa dayalı suç işleyenin güçlü duygular eşliğinde geçici bir akıl tutulmasına kapıldığını, yani başkasının yaşam ya da şiddet görmeme hakkına bu ani akılsızlıkla tecavüz etmiş olduğunu varsayarak namus suçlarına haksız tahrik indirimi verilmeye devam ediliyor. Böylece namus kavramı insan hakları kavramıyla çelişen bir kavram olmaktan çıkarılıyor.
Bu işlem, karşıtlığın kendisini sorgulamakla değil, karşıtlığı başka bir şekilde yeniden üreterek yapılabiliyor. Yani Batı bizi arasına kültürel geriliğimiz üzerinden kabul etmiyor ama geri olan biz değil, Kürtler denmiş oluyor. Biz onlar yüzünden Avrupa Birliği’ne giremiyorsak o zaman onları değiştirmemiz, kendimize benzetmemiz lazım deniyor. Avrupa tarihine bakıldığında bu ileri/geri karşıtlığının nasıl sömürgeciliği mümkün kıldığını, sömürge oluşturmanın da nasıl yeni yönetim tarzlarının geliştirilmesine olanak sağladığını görmek mümkün. Türkiye şu anda böyle bir sömürgeci serüveninin tam içinde, sömürgeciliğini hem kurumsal hem de kültürel pratiklerle geliştirme yolunda. Bu serüvenin başarısı için, yani Türklerin modernleşmesi için, başkasının modern dışı olarak kurulması gerekiyor ve kültür kavramlarıyla özellikle de namus sorunu bu kurgunun tam ortasında yer alıyor.