Söyleşi: Elly Badcock
Çeviri: Roza Kamiloglu
“Tehlikeli Zamanlar için Tehlikeli Düşünceler” festivalini takip eden güneşli günlerden birinde, Mısırlı feminist aktivist Hania Moheeb ile tanışma ve söyleşi yapma imkânı buldum. Maruz bırakıldığı acımasız cinsel taciz deneyimiyle birlikte, daha genel bir çerçevede Mısırlı feministlerin sorunları, umutları ve devrimi konuştuk.
Moheeb, daha önce herhangi belirli bir hareketin ya da partinin parçası olmamış; kendini “2005’ten beri protestoların içindeki milyonlarca Mısırlıdan birisi” olarak tanımlıyor. Kendisine aktif siyasi hayatının nasıl başladığını sorduğumda oldukça net bir cevap verdi: “Feminizmi ben seçmedim; feminizm beni seçti. Devrimin ikinci yıldönümü kutlamalarında, acımasız bir cinsel saldırıya maruz kaldım Ve aslına bakarsan bu konu hakkında Mısır’da konuşabilen ilk kadınlardan birisiydim”. Moheeb, Mısır’da cinsel tacizi konuşabilmenin politik açıdan elzem bir rol üstlendiğini düşünüyor ve şöyle açıklıyor: “Mısır halkı bu gibi olaylara göz yummaya, inkâr etmeye fazlasıyla yatkındı; çünkü Mısır sokaklarındaki gündelik cinsel taciz o kadar olağandı ki!”.
Mısır devrimini gözlemleyen milyonlar; dışarıya doğru açıldılar ve umutlu ve ilham veren bir halet-i ruhiyeye bürünseler de, kadın özgürlük hareketinin Mısır halkındaki diğer değişimlere ayak uyduramadığını da fark ederek çoğu zaman sarsılmış hissettiler. Moheeb’e bu ritim bozukluğunun nedeni hakkında ne düşündüğünü sordum. “Bu tip bir istismar…” diye cevapladı “…çok normal karşılanıyor. Mübarek sonrası rejim İslami bir rejim, zaten geleneksel olarak kadın haklarına karşılar”. Cevabı üzerine biraz daha düşünüp şöyle söylüyor: “ Şu şekilde anlatayım, kadın hakları konusunda, aslında Mısır genelinde hiç de ilerici olarak kabul edilmeyen, kendilerine ait bir görüşe sahipler.”
1970’lerde Mısır’da büyümenin nasıl olduğunu anımsıyor ve kararlı bir şekilde cinsel tacizin Müslüman Kardeşler’in kadınları sokaktan uzak tutmak için kullandığı bir araç olduğunu ekliyor. “Bu konu hakkında konuşma kararım yalnızca cinsel tacize maruz kalmış olmamdan değil, senelerce biriktirdiği öfkeden kaynaklanıyor”.
İslamiyet ve Neoliberalizm
Birleşik Krallık’ın sürekli İslam’ın sözümona kadını aşağılayan işleyişini, emperyalizmi ve islamofobiyi haklı göstermek için kullanmasına istinaden Moheeb’in analizi bende bir rahatsızlık uyandırıyor. Laura Bush ve Cherie Booth gibi ismi öne çıkan kadınlar ya da Amerikan Feminist Çoğunluk Vakfı gibi liberal feminist kuruluşlar, Taliban’ın Afganistan’daki savaşa desteği kışkırtmak için kullandığı kadınlara muamele şeklinin yasını tuttu. Geçtiğimiz birkaç yılda Birleşik Krallık’taki aşırı sağ, Müslümanlara karşı, hem sözsel hem fiziksel, büyük çaplı bir savaşı haklı göstermek için burka ve nikablara el koydu.
Bu konuyu Moheeb’le tartıştığımda öncelikle politik İslamiyet ve İslam dini arasına bir çizgi çekiyor. Müslüman Kardeşler’in tasvirini, dünyadaki en eski ve önde gelen İslam enstitülerinden birinin “ılımlı” (son aylarda sıkça kullanılan bir diğer rahatsız edici kelime) al-Azhar üzerinden çizerek yapıyor. “Müslüman Kardeşler’in İslamiyetten uzak bir düşünce şekilleri var. İslam’ı temsil etmiyorlar. Sadece kendilerini temsil ediyorlar, o kadar.”
Tabi ki Mısır ve Birleşik Krallık arasında doğrudan paraleller çekmek durumu daha faydalı kılmıyor. Bu noktada Müslümanlar bir numaralı toplumsal düşman ilan ediliyor; Devlet tarafından gözetim altındalar, polis tarafından kurumsal bir ırkçılığa maruz bırakıyorlar ve kendilerini ılımlı ilan edip terörist saldırılarından uzak durmaları için sürekli baskı görüyorlar. Mısır’da İslamcı bir partinin sözü geçiyor ve çoğunluğu Müslüman olan bir nüfus ile İslam’ın tabiatı üzerine yapılan tartışmalar daimi ırkçılığı maruz göstermez.
Her şeye rağmen Moheeb’in cinsel taciz ve kadınlara uygulanan baskılara ilişkin sorunları neoliberalizm yerine Islamiyete atfetmesine şaşırmıştım. Bu durum, sohbetimizin devamında Moheeb sorunu kadınların yaşadığı kamu hizmetlerine kısıtlı ulaşım gibi sorunları daha geniş bir neoliberal krizin bulguları olarak ele aldığında açıklığa kavuştu.
“Hikâyemin bir bölümü sadece Tahrir’de yaşadığım değil, hastanede yaşadığım kâbusu da içeriyor. Tıbbi bakım ve sağlık hizmetleri hakları çok önemli ve kadınlar başta olmak üzere Mısır’da kimse bu haklara sahip değil.”
Cinsel taciz ve cinsel şiddete karşı yürütülen kampanyanın kadınların yüzleştiği birçok sorunu birbirine bağlayan bir taktik savaşı olduğunu düşünüyor; “ bu sorunu kullanıyoruz; çünkü eğer sokakta güvenle yürüyemezsem, işe, okula gidemem; bitişikteki manava bile gidemeyen bir ev hanımı olarak normal bir yaşam sürme şansım kalmaz.”
Küresel olarak, diyor Moheeb, bu hepimiz için pek müşterek bir hikâye. Kadın hakları konusunun beklenmedik sonuçlarının acısını çeken İtalyan ve Amerikan yoldaşlarıyla olan tartışmalarını anlatıyor. Onlar da bir konuda ısrarcı: “dünyayı yöneten, kadın haklarına karşı duran politik ve ekonomik ideolojilerde sorun var. Bu sorunlar ataerkil ve uğruna savaştığımız birçok değere aykırı”.
Gelecekten Beklentiler
Bugün Mısır’daki devrimcilerin gelecekten beklentilerini, ki Moheeb bu konuda oldukça umutlu, konuşarak söyleşimizi tamamlıyoruz. “Devrimin yavaş ama etkili gittiğini söylemek istemiyorum; ama hatalarımızdan öğreniyoruz ve bu çok önemli. Devrimin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, okul çağı çocuklarında bile, farkındalıktaki artış oldu. Herkes bir anda kendini ifade edebilmeye başladı. Fikir birliğine varmayı, takım çalışmasını ve nasıl siyaset yapacağımızı öğreniyoruz.”
Farklı devrimci aktivist gruplar arasındaki farklılıkları ve gerilimi tartışmış olsak da, Moheeb kolektif örgütlerin ve kitle hareketleri yaratmanın önemini özellikle vurguluyor.
Parçalanmış sol için öğretici bir ders; yol ve yöntemlerimizde, bakış açımızda, inançlarımızda farklılıklar olabilir. Zaman zaman bu farklılıkları dışarıya açmalıyız. Elimizde elzem bir görev var: milyonlarca sıradan insanı etkileyen sorunlar üzerinde birleşmek. Bunu başarabildiğimiz takdirde, sınırsız imkânlara sahip olacağız.
Orijinal Kaynak: http://www.counterfire.org/index.php/articles/41-interview/16569-hania-moheeb-sexual-harassment-and-the-revolution