Çocukluğumdan beri adını koyamasam da toplumsal cinsiyet rolleri üzerine kafa yorduğumu, yine adını bilemediğim bir başkaldırışla bu rollere gücümün yettiğince meydan okuduğumu hatırlarım. Yanımda kimseyi bulamazdım çoğu kez, paylaşamazdım içimdeki isyanı. Bu sebeple farklı bir insan olarak gördüğüm kendimi “sorunlu” olarak değerlendirdiğim bile olurdu.
Kuluçkaya yatan tavuğun yumurtalarından çıkan civcivlerin hepsi sarı iken sadece bir tanesinin kara civciv olduğu ve bu civcivin diğerleri tarafından dışlandığını anlatan masallar okumuştum o vakitler. Ve hep kendimi o kara civcivin yerine koyar, üzülürdüm. Gerçi masal sonunda kara civciv güzel huyuyla kendini sevdirir, sarışın kardeşlerine kabul ettirirdi varlığını. Ben de farklıydım kardeşlerimden arkadaşlarımdan, aykırı duruyordum düşüncelerimle. Ama kendimi kabul ettirmenin daha doğrusu benim kendimi onaylamamın bir yolu olmalıydı kara civcivin başardığı gibi.
Yıllar sonra içimdeki bu isyanın beni feminizme giden yola çıkardığını gördüm. Örgütlü olduktan sonra da feminist olmanın zorluklarını yaşamadım değil… Peki, neler mi yaşadım;
Markette çarşıda pazarda, evde, tatilde, sinemada tiyatroda, arkadaş muhabbetlerinde, insanlarla kurduğum gündelik ilişkilerimde daha farklı bir pencereden bakmaya başlamış, önceleri az çok isyan etsem de sonuçta çok da üstüne düşmediğim, hayatıma dâhil etmediğim ayrıntılarla boğuşmaya başlamıştım. Niçin böyle oluyor, ne yapmalı, sistemin bize dayattıklarıyla nasıl mücadele etmeli sorularına cevap arar olmuştum her gördüğüm ayrıntıda.
Göremediklerimi de görmeye başlamıştım ayrıca. Markete girdiğimde kurabiyeler yürüyordu üzerime mesela. “Anne eli değmiş” kurabiyeler! Önceleri “evet aynı annemin kurabiyeleri” diyebildiğim ve keyif alarak yediğim kurabiyeler bana aynı şeyi düşündürmüyordu artık. “Annelik” yüceltmesi ile kadınların mutfağa tıkılışı, “iyi anne olma” aldatmacası ile kadınları birbirine düşürme hilesini görüyordum. Üstelik belki de bu kurabiyeleri erkek pasta ustaları yapıyorlar ve bu işten para kazanıyorlardı ama ortada bir dayatma vardı. Ve bu “anne eli” dayatması beni derinden yaralıyordu. Çocukluğumda Kazım Amca vardı kurabiyeci. Ne güzel dizerdi vitrinine yaptığı kurabiyeleri, dayanamaz, okul çıkışı 25 kuruşlarımızı kaptırırdık Kazım Amca’ya. Küçük bir dükkanı vardı, kendi elleriyle pişirirdi, anne eli değmiş miydi Kazım Amca’nın geçimini sağladığı kurabiyelere. Kazım Amca’nın eli değince de olmuyor muydu? Görünen bu gerçeğin yanında var edilen dayatmanın çelişkisidir içimi acıtan her düşündüğümde her gördüğümde her yaşadığımda.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimde “Yuva yıkan” kadınları yerden yere çarpıp sonunda “belasını buldurdukları” filmleri izlerken, evdeki eşini, film süresince izleyiciyi ağlatan çocuklarını düşünmeyip maceradan maceraya dolaşan erkeği günahsız gösteren, tüm suçu “yuva yıkan” ve çoğu zaman sarışın olan kadına yükleyen anlayışın, dayatmanın içinde kendimi “yuva yıkan” kadına kızarken buluyor olmam gerçeği vardı. Her ne kadar babama hiç mi hiç benzemeyen o sorumsuz adama kızsam da daha fazlasıyla seviniyordum öyle “sarışın ve kötü” bir annem olmadığı için. Annemin “iyi anne” olması için sistemin ona ödettiklerinin, dayattıklarının hesabını yapmadan. Görünen bu gerçeğe rağmen, bize dayatılanlardır içimi sızlatan her gördüğümde, her düşündüğümde her yaşadığımda.
Toplumsal cinsiyet rollerini her gün yeniden üreten ve besleyen reklamlar, filmler, haber sunumlarındaki her ayrıntıyı görüp rahatsızlık duymaya başladım örgütlü olduktan sonra. Bir haber sunumunda; “İkisi kadın beş vatandaşımız” şeklinde anlatılıyor bir olaya dâhil olan beş kişi. Önceleri dikkatimi pek çekmeyen bu ifade, örgütlendikten sonra neden “üçü erkek beş vatandaşımız” diye dillendirilmiyor diye beni çok düşündürmüştür.
Alenen ya da ayrıntılarda süslenerek kadına yapılan dayatmalara örnek o kadar çok ki hepsini yazmak mümkün değil. Uyandığımız her güne yüzlerce örnek sığdırıyor erkek egemen zihniyet. Günlük yaşantımızın her bir karesinde görmek mümkün bu örnekleri. O kadar çok dayatma var ki, bunları görüyor olmak sorunu fark etmek, çözüm bulma aşamasında yol almak anlamında iyi de gelse, günlük hayatımda kendimi hep gergin, hep bir “savaş”ın içinde hissediyorum. Kendimi “kara civciv” olarak düşündüğüm günlerde içimde var olan “sen farklısın, sorun sende” düşüncesinden sıyrılıp “hayır tüm kadınlar yaşıyor bu sızıyı ama sistem öyle bir bastırıyor ki sessiz kalıyor çığlıkları, sen duyamıyorsun. Aynı kendi çığlığının sessizliği gibi” şeklinde düşünmeye başlıyorum. Çığlığımı duyurmak istiyorum, sessiz kalan çığlıklara ulaşmak el ele olmak istiyorum. Sorun bende değil, bana dayatmalar yapan sistemin kendisindedir diyorum. Her gün yaşadığım bu “savaş” içinde kendimi sorgulamaktan asla vazgeçmiyorum. Aslında diğer civcivler de benim gibi “kara” ama sistem onları “sarı” olmaya zorluyor diyorum.
Feminist mücadelenin, o kadar dayatmaya ve asırlardır hüküm süren erkek egemen zihniyete karşı yürünen çok uzun ve zorlu bir yol olduğunu görüyor ama özellikle örgütlü olduktan sonra vazgeçilmezliğine, elele omuz omuza kadın dayanışmasıyla yaratacağımız büyük güce, bu güçten aldığımız enerji ile istediğimiz dünyaya giderek yaklaşacağımıza inanıyorum.