Başörtüsü ve Erkek Egemenliği Üzerine

gezi-park-ya-hep-beraber-ya-hi-birimizHülya Osmanağaoğlu

Benim de üyesi olduğum Sosyalist Feminist Kolektif’in web sitesinde yayımladığı “Kız çocuklarının bedeni sizin ideolojik savaş alanınız değildir” başlıklı açıklamaya  ilişkin bir dizi tartışma ve eleştiri gündeme geldi. Bu eleştiriler üzerine özellikle SFK içinde tartışmaya devam ediyoruz. Yazdığımız yazının hedefi erkekler, erkek egemenliği ve bizzat AKP iktidarıydı. Ancak şu anda değişik zeminlerde yan yana geldiğimiz kadın arkadaşlarla bir tartışma söz konusu ve ben de Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi’nin açıklamasına da göndermeler yaparak düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım.

Bu nedenle de onların yazısının linkini vermeyi doğru buluyorum. Bizzat bir grubu ve yazısını ismen işaret etmenin de yine tartışma yöntemi açısından önemli olduğunu, zira bahsi geçen yazıda “sınıfta kalan sol ve feminist çevreler” lafının hemen ardından “had bildirenlerden” bahsedip sonrasında da bütün bir yazı boyunca SFK’nın metninin adımız anılmadan/yazımıza link verilmeden tartışılmasının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bizim metnimiz arkadaşlara göre “sınıfta kalmış” da olabilir bizim [hiç istemeyeceğimiz halde] “had bildirdiğimizi” de düşünmüş olabilirler; ancak bunları genel bir “kimi sol ve feminist çevreler” isimlendirmesiyle yazmaları kendi yazılarındaki “tüm başörtülü kadınlar AKP’li değildir” açıklamasıyla bir hayli çelişiyor sanki.

Sözün özü, SFK açıklamasıyla arkadaşlar nezdinde sınıfta kalmışsa bunu “kimi sol ve feminist çevreler” tanımıyla ifade etmek yanlıştır başkalarına haksızlıktır dahası bizi bütünlemeye bırakmayı bile düşünmeyip sınıfta bırakan arkadaşların bu durumda bizi “her durumda türban yasaklansın” diyen cenahla aynı kategoriye koymaları da ciddi bir haksızlıktır diye düşünüyorum. Ama en önemli sorun kadın hareketi içinde yan yana gelen kadınlardan bir eğilimin de içinde olduğu bir grubun, kendinde diğerlerine not verme hakkını bulmasıdır. Kanaatimce feministler kimseye kendilerine not verme hakkını tanımak zorunda değildir (ki sosyalist sol da sık sık kendinde bu hakkın olduğu yanılsamasına düşer) ve erkek egemenliğine karşı politikalarını da farklı politik akımların ona ne not vereceğine göre belirlemez. AKP’nin erkek [egemen] saldırısının çocuklara başörtü izniyle geldiği noktaya gelirsek…

AKP özellikle askeri vesayeti kırdığına karar verdiği 2008-2009’dan itibaren ideolojik altyapısını politik tahkimata dönüştürmeye hız verdi. Yine bu politik tahkimatı ideolojik olarak meşrulaştırmak için, aile ve kadınlar bağlamındaki söylemini ve uygulamalarını güçlendirdi/sertleştirdi.

Tayyip Erdoğan’ın, kadın örgütleriyle yaptığı toplantıda “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söylemesi, en az üç çocuk dayatmasını beşe çıkarması, “her kürtaj bir Uluduredir” açıklaması ve kürtajı yasaklama -sezaryeni sınırlandırma girişimleri, kızlı-erkekli öğrenci evlerine müdahale çağrısı, hatta şehir hatları vapurunda kızlarla erkeklerin kucak kucağa oturması eleştirisi; aslında AKP’nin kadınların yaşamlarını nasıl bir erkek -muhafazakâr cendereye sokmaya çalıştığını gösteriyordu.

Kadınlara biçtikleri rol öncelikle anne olmaları, aileyi koruyup güçlendirmeleri ve kadınlarla erkeklerin eşit olamayacağını unutmadan kamusal alanda var olmalarıydı. Boşanmayı sınırlandırma çalışmaları, aile ombudsmanlığı, kadın bakanlığının aile bakanlığına dönüşmesi gibi örnekler tümüyle kadınları aileye zincirleme politikasının ayaklarıydı.

AKP kadınların yanında aileden bir erkek olmadan sokağa çıkamayacağını savunan bir IŞİD ya da Taliban değil kuşkusuz; ama AKP kadınların aileden bağımsızlaşacak bireyler olmamaları için elinden geleni ardına koymuyor.

Üniversitede yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan öğrenci genç kadınlara “kısmetleri çıkınca fazla beklemeden evlenmelerini” tavsiye ediyorsa, bunun nedeni tam da genç kadınların hukuki olarak aileden bağımsızlaşma hakkına sahip oldukları dönemi kısa tutuma çabasıdır. Yani genç kadınların ailenin-babaların- erkek kardeşlerin yasal denetiminden çıktıkları yaşlarda acilen kocaların denetimine girmesi isteniyor.Kızlı erkekli öğrenci evlerinde yaşamalarına karşı çıkılırken aynı genç kadınların beş yıl vadeli faizsiz evlilik kredileri ve öğrenci kredilerini ödememe hakkıyla derhal evlendirilmeleri hedefleniyor.

Kadınların kendi yaşamları üzerinde karar alma hakkını erkeklerin denetimine vermek için baba evinden koca evine doğrudan geçiş öngörülüyor. Üniversite- öğrenci evi gibi ara duraklarda genç kadınların istedikleri gibi seviştikleri, istedikleri saatte eve döndükleri, istedikleri işlerde çalıştıkları bir hayatı deneyimlemeleri engellenmeye çalışılıyor. Kaldı ki baba evi- koca evi sıralamasının sonunda kadınlar koca evinden ayrılıp yalnız başlarına bir hayat kurmaya karar verdiklerinde de, ya babalar ve erkek kardeşler ya da eski kocalar tarafından öldürülüyor.

“Aileyi korumanın” AKP’nin iktidarında neredeyse tartışılamaz temel düstur haline geldiği, toplumda boşanmak isteyen kadınlar “ölümü hak edenler” olarak değerlendiriliyor. Hele ki kocanın evde “ölümcül” şiddeti söz konusu değilse, boşanmak isteyen kadınlar ölümü hak etmiş varsayılıyor.

Peki, neden aile bu derece kutsal?

Aile kadınların doğdukları andan itibaren her davranışlarını ve seçimlerini denetleyen mekanizma/kurum. Bu anlamıyla patriyarkanın vazgeçilmezi. Bir analoji ile tanımlamak gerekirse; işçi sınıfını baskı altında tutmak için nasıl “hâlâ” devlete ihtiyaç varsa kadınları baskı altında tutmak için de “hâlâ” aileye ihtiyaç var.Kapitalizm nasıl kendisini korumakla görevli devletin varlığını sürdürmesini sağlayan rızayı üretiyorsa, patriyarka da kadınların aile içinde kalmasını sağlayan rızayı üretiyor.Aileyi sevginin, güvenliğin, dayanışmanın mekânı/kurumu olarak kabul etmemiz bekleniyor. Oysa ailede, yani aslında erkek otoritesinin cisimleştiği mekânda, çocukluktan itibaren kadınların yaşam çizgileri erkekler tarafından çiziliyor (-kuşkusuz kadınlar başkaldırana kadar).

Kadınların nasıl giyineceklerine, hangi okula gideceklerine, hangi mesleği seçeceklerine, kimlerle arkadaşlık edeceklerine ve tabi en önemlisi kiminle, ne zaman, hangi nikâh türü altında sevişeceklerine evdeki erkekler karar verir. Evlendikten sonra ise yasalar ne derse desin çalışıp çalışmayacaklarına, çalışırlarsa hangi işte ve işyerinde çalışacaklarına, kaç çocuk yapacaklarına yine kimlerle arkadaşlık edeceklerine, tabi ki nasıl giyineceklerine, kocanın ve kadının ailesiyle nasıl ilişki kuracaklarına, ne zaman sevişeceklerine yine hep evdeki kocalar karar veriyor.

Kadınlara sevginin, dayanışmanın ve güvenliğin mekânı olarak sunulan bu aileler aynı zamanda kadınların ömür boyu neredeyse boğaz tokluğuna erkeklere hizmet ettiği, ücretli çalıştığında bile geliri üzerinde söz sahibi olmadığı, şu ya da bu nedenle dayak yediği, enseste maruz kaldığı, sevişmek istemediği zaman kocaların tecavüzüne uğradığı, erkek akrabaların tacizine tecavüzüne maruz kaldığında bile suçlandığı- öldürüldüğü yerler. Kuşkusuz bunların hepsi her ailede yok, ama kadınların kendi yaşamları üzerinde tam denetime sahip oldukları aile de asla yok/olamaz. Zira aile tam da Tayyip Erdoğan’ın “inanmadığı” kadın erkek eşitliğinin hayata geçmesini engelleyen patriyarkanın en güçlü olduğu kurum.

Kuşkusuz ailede kadınlara erkelerin denetiminde olmak her zaman zor yoluyla dayatılmıyor. Babamız hatta annemiz (biyolojik olarak olmasa da toplumsal olarak annelik de patriyarkanın bir ürünü) üzülmesin diye mini etek giymeyebiliyoruz, bizi öldürmeyecek olsalar bile erkeklerle seviştiğimizi saklıyoruz, tiyatrocu olmak isterken mühendislik okuyabiliyoruz ve en önemlisi onları utandırmayacak evlilikler yapıyoruz. Çoğu zaman evlenene kadar kendimize ait bir evimiz olmuyor, sevgilimizle beraber yaşasak bile ailelerimizden bunu saklayıp kırk takla atıyoruz (ki bu “iyi -modern aile”lere de ancak belli toplumsal kesimlerden/kentlerden ve genellikle görece üst sınıflardan kadınlar sahip olabiliyor). En önemlisi tek başına yaşasalar bile aile ölene kadar kadınların yaşamlarını denetleyen bir baskı aracı olarak varlığını sürdürüyor.

Küçücük kız çocuğuyken anne babamız bizimle gurur duysun diye gösterdiğimiz hünerlerimiz arasında karne notlarımız kadar “hanım hanımcık” davranışlarımız başı çekiyor. “İyi aile kızı” olup ailemizi mutlu etmek istiyoruz. Doğrudur, küçük kız çocuklarına “iyi aile kızı” olmak her zaman zor yoluyla dayatılmıyor, çocukların “kendi içlerinden gelmesi” idealize ediliyor. Bu yedi sekiz yaşlarındaki kız çocuklarının bazen bağırlarını yırtarak İstiklal Marşı okuması, bazen kek pişirmeyi öğrenmesi bazen de başını örtmek istemesi olarak zuhur ediyor. Çocukların ailenin sahip olduğu toplumsal değerleri içselleştirdiklerini göstererek aile tarafından sevilme, onaylanma isteğini gösteriyor.

Ancak on yaşında itibaren kız çocuklarının “özgür seçimlerini” yapabilecekleri varsayımıyla okula başörtüsü takarak gitmesini yasalaştıran AKP de, çocuklarının başörtüsü takmasını destekleyen aileler de yasal olarak ailenin denetimine tabi olmayan üniversiteli genç kadınların “kızlı-erkekli” evlerde yaşayıp kiminle ne zaman sevişecekleri konusunda “özgür” olmaları gerektiğini söylüyorlar mı?Ergenlik çağındaki kız çocukları kendi yaşıtları olan erkeklerle flört etme, öpüşme ya da sadece sinemaya gitme özgürlüğüne sahip mi? Kız çocuklarının temel eğitimde nasıl giyineceklerine ilişkin karar hakkını tümüyle devretmemiz istenen “aile” kadınların erkekler karşısında özgürlüklerini savunabildikleri bir yer midir? Hayatlarının bütün denetimi ailedeyken kız çocuklarının “kendi istekleriyle” başlarını örtmemeleri mümkün mü? Ya da aile baskısı deyince aklımıza sadece şiddet uygulanması mı geliyor?

Peki, ailesi baskı yaptığı için kız çocuklar başörtüsü takmadıklarında okuldan alınıyorlarsa, bu çocukları okulla buluşturmanın yolu aile baskısını meşrulaştırmak mıdır, yoksa parasız bilimsel temel eğitimi zorunlu kılmak, bu konuda denetimleri sıkılaştırmak ve ailelerin bu tür baskılarına geçit vermemek midir? Aile baskısıyla başı örtülen kız çocuğunun okulda başımı açıp okul dışında örtünmesinin “travmasının” sorumluluğu neden baskıyla başını örttüren aileye değil de baskıyla baş örtülmesin diyen feministlere yüklenir ki? Olsa olsa çocuğun başını örtmesini şart, başını açmasını sıra dışı olarak değerlendiren bir yaklaşım söz konusu olduğunda bu sorumluluk eğitimde sekülerlik savunanlara yüklenebilir.

Başörtüsü nesnel olarak, dini kurallar gereği, aileyi sevip koruyan, anneliği kutsayan, yüksek sesle kahkaha atmayan, evlilik dışı ilişkileri yadsıyan kadın modelinin temsil ettiği değerleri sahiplenen bir giysi ise, feministlerin kız çocuklarının bu değerleri içselleştirmesine itiraz etmesinden doğal ne olabilir? Feminizm kanaatimce sekülerdir ve kadınların denetlenmesine/engellenmesine neden olan dini değerlerin (bu Katoliklik olduğunda mesela kürtaj karşıtlığı ya da boşanma yasağı olsun) kız çocuklara benimsetilmesine karşı çıkar.  

Patriyarka (tüm egemen sistemler gibi) “ben öyle dediğim için öyle olacak” diyerek kadınların erkeklere itaat etmesini salık vermez elbette. Din de patriyarkanın kadınların erkeklere itaat etmesini sağlayan rıza üretim araçlarından biridir. Bu nedenle zorunlu din dersleri de, imam hatipleşme de, kız çocuklarının temel eğitimde başlarını örtmelerine izin verilmesi de feminizmin temel gündemlerinden birini oluşturur.

Her giysi gibi kuşkusuz kot pantolon da bir ideolojik yaklaşımı temsil ediyor. Ancak bizim konumuz seküler giysilerin ideolojisi olup olmadığı değil, hangi giysinin kız çocuklarını erkek egemenliğinin istediği itaatkâr kadın rolüne hazırladığıdır. Kadınlar bütün hayatları boyunca kot pantolon giyip başlarını örtmeyebilir ama yine de erkek egemenliğine sınırsız koşulsuz itaat edip başkalarına da bu yönde baskı yapabilirler. Örneğin erkek şiddetine isyan edip boşanmak isteyen kadınlar arasında başörtülülerin oranı konulu bir araştırma benim bildiğim yok, zaten çok da gereksiz. Ancak sekülarizmle dindarlık arasında feminizm açısından fark vardır.Çocuklara kot pantolon giydirmek kuşkusuz çocukları erkek egemenliğiyle mücadele azmiyle donatmaz, ancak başörtüsünde cisimleşen değerler kız çocuklarını dini kurallar gereği nasıl kızlar/kadınlar olmaları gerektiği fikriyle çok erken yaşta donatır. Her ne kadar erkek egemenliğini fazlasıyla barındırsa da kadınların yine de formel hukuk aracılığıyla sahip oldukları hakları, kimi dini değerler  işlevsizleştirebiliyor ya da bu haklar dini değerler gerekçe gösterilerek budanmaya çalışılıyor.

Kürtaj yüzyıllar boyunca Nazi Almanya’sında, ABD’de ya da Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği gibi bir dizi ülkede yasaktı. Yani esas olarak patriyarkal hegemonyanın bir aracı olarak kürtaj yasakları mevcuttu. Ancak Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle gündeme gelmesinden itibaren öne çıkan kürtaj yasakçılarının neredeyse hepsinin İslami referanslarla konuşması tam da sekülarizmle –dindarlığın kadınların kendi hayatları üzerinde denetim kurma hakkına ilişkin farklılığını simgeliyor. Kürtajı yasaklama girişimleri halen ABD’de sürüyor ve Hristiyan sağın büyük bölümü de yine Türkiye’dekine benzer dini referanslarla kürtaj karşıtı kampanyalarını sürdürüyorlar. Nazi Almanya’sında ya da Stalin dönemi Sovyetler’inde ise kürtaj karşıtı propaganda gücünü milliyetçi ideolojiden alıyordu. Kısacası patriyarka oralarda kürtaj karşıtlığına, dini değerlerle değil milliyetçilikle yaptığı ittifaktan ideolojik tahkimatta bulunuyordu. Bu anlamıyla feminizmin sekülerliğini İslam karşıtlığı- Müslüman düşmanlığı diye yorumlamak milliyetçilik karşıtlığını “Türk” düşmanlığı olarak değerlendirmeye benzer.

Peki, kadınlar neden isterlerse on sekiz yaşından sonra başörtüsü takabilirler? On sekiz yaşında olmak çoğu zaman kâğıt üzerinde bir haktır. Kaç kadın artık on sekiz yaşına geldim deyip babalarına isyan edip dilediğini yapabilir, hatta kaç kadın kendini rahat rahat geçindirecek gelire sahip olduğunda baba baskısından ya da koca baskısından kurtulmak için evden ayrılabilir? Kuşkusuz ne yaş ne sahip olunan gelir ya da toplumsal statü kadınları erkek egemenliğinden azade kılabilir; ancak bu tür olanaklar az sayıda kadın yararlanabilse de kadınların (tabi baba, erkek akraba ya da koca tarafından öldürülmezlerse) isyanlarını ete kemiğe büründürebilecekleri yasal zemini oluşturur.

Tesadüf değil şeriat hükümlerinin güçlü ya da tümüyle geçerli olduğu ülkelerdeki kadın hareketi temsilcileri sık sık Batılı feministleri Müslüman kadınların sorunlarını tek başına örtünmeye indirgemekle eleştirirler ve yaşadıkları en önemli sorunun örtünme olmadığını vurgularlar. Kadınların boşanma, kocadan- babadan izinsiz çalışma, tek başına yaşama, istediği iş kolunda ve işte çalışma, istediği sürece eğitimine devam etme hakkı yasal olarak yoksa zaten örtünmenin devlet zoruyla mı aile zoruyla mı gerçekleştiği fark etmeyebilir. Yani kâğıt üstünde görünse de seküler yasalar farkını ortaya çıkarır. Bu anlamıyla aile baskısıyla başını örtse de yirmi yaşındaki bir genç kadının aileye itiraz edip başını örtmeden üniversiteye devam etme hakkı önemlidir (Kuşkusuz yeterli değildir buna ek olarak parasız üniversite öğrenimi hakkına sahip olması ve bu öğrenim süresince devletin ihtiyaçlarını karşılaması da gerekir).

Babası başını örtmeye zorladığı için on altı yaşında bir kız çocuğunun evden ayrılma hakkı yoktur ama sadece istisnalarca kullanılıyor olsa da on sekiz yaşındaki genç kadının formel olarak bu hakkının olması önemlidir. Keza öğrenci değilse on sekiz yaşındaki bir genç kadın (hani sosyal devletin bir hayal olduğu mevcut koşullarda nasıl olur bilinmez ama) aile baskısına karşı evden ayrılma hakkına sahiptir. On yaşında ise böyle bir hak söz konusu değildir. Çocukluktan çıkma yaşı toplumdan topluma tarihsel dönemlerden dönemlere değişebilir kuşkusuz. Hatta bugün için bile on altı yaşında kızların [yaşıtları!]erkek arkadaşlarıyla sevişebilme hakkını savununca kuşkusuz başörtüsünü kendi iradeleriyle örtme hakkını da savunmak gerekir. Ancak önemli olan kız çocuklarını/genç kadınları zorunlu vesayeti altındayken ailedeki dini patriyarkal ideolojinin denetimine karşı [bir miktar da olsa] koruyacak seküler eğitimin varlığının korunmasıdır. Yani fark sayılara bağlı değildir, yasalar önünde kendi yaşamı hakkında karar verebilecek yaşa gelene kadar kız çocukları ve genç kadınlar aile baskısından, rızaya dayalı bile olsa ailenin patriyarkal denetiminden olabildiğince korunmalıdır ve feminizm açısından bu korunma talebi tamı tamına “özel alanın politik olduğu” analizine dayanmaktadır.

Son olarak en başta bahsettiğim Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi’nin açıklamasındaki “…kendini özgürlükçü olarak tanımlayan ve zaman zaman da üniversitelerde başörtüsü yasağı ile ilgili özgürlük taleplerinin yanında tavır almış olan…” tanımlamasına değinmek istiyorum. Zaman zaman değil yirmi yıldır istisna uygulanmaksızın üniversite öğrencilerinin de kamuda çalışan kadınların da başörtüsü takma haklarını savundum hala da savunuyorum. Ancak hiçbir zaman başörtüsünü bir özgürlük olarak değerlendirmedim. Kot pantolon ya da mini etek giymek gibi bir tercih olarak görmedim ama başörtüsüne müdahale etmenin de mini eteğe müdahalenin de erkek denetiminin bir parçası olduğunu savunageldim. Biri milliyetçi- laik erkek egemenliğinin diğeri ise muhafazakar- dindar erkek egemenliğinin müdahalesidir. Bu anlamıyla erkeklerin kadınların bedeni üzerindeki denetimine her durumda karşı çıkmakla birlikte başörtüsünü kadınların özgürlük mücadelesinin politik yansımalarından biri olarak da değerlendirmiyorum. Kadınların hangi kılık kıyafetle kamusal alana (her düzeyde) katılacaklarına kendilerinin karar vermesi gerektiğine, ister dini inançları ister politik tercihleri sebebiyle başörtüsü takmaya hakları olduğuna inanıyorum. Tam da feminizmim böyle düşünmemi sağlıyor ancak bir hakkı savunmak o hakkın özgürleştirici olduğunu düşünmeyi zorunlu kılmıyor. Bu nedenle de on yaşındaki çocukların okullarda başörtüsü takmasına itiraz etmek, “eskiden savunduğum ‘özgürlük’ çizgisinden vaz geçmek” diye tanımlanamaz diye düşünüyorum.

 

 

Yorumlara kapalıdır.