Zozan Özgökçe
Vakad’ın 15. Sığınaklar ve Dayanışma Merkezi Kurultayı’na sunduğu tebliğ
Van Depremi Öncesi Durum:
23 Ekim- 9 Kasım depremlerinin yıkıcılığının öncesinde TUİK 2011 verilerine göre 1.035.418 nüfuslu ilimizin 509.630’unu kadın nüfusu oluşturmaktaydı. LGBT ve trans bireylere yönelik bir veri, Türkiye’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi, bulunmamaktadır. Biz Van’da faaliyet gösteren bir örgüt olarak Van’daki diğer örgütlerle beraber ülkede yaşanan savaşın durması, Kürtlere yönelik ayrımcı politikaların son bulması, artık barış ortamının yaşanmasına dair yüzlerce basın açıklaması, etkinlik yaptık ve eylemlerde bulunduk. Her yaşam hakkı ihlalinde her operasyonda her çatışmada bir araya gelerek bu savaşı bitirme kudreti olan muhataplara seslendik. Kürt sorununun çözümüne dair önerilerimizi dile getirdik. Çünkü bölgede hüküm süren asimetrik savaş, ekonomik ve doğal kaynakların tahribatını derinleştirerek bölgede yaşayan insanların özellikle de kadınların sosyal, ekonomik, politik varoluşunu kesintiye uğratmaktadır. Güvenlik sebepleriyle operasyon bölgelerinin gittikçe genişlemesi tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yok olmasını beraberinde getirmiştir. Bunun doğurduğu en yıkıcı sonuç; işsizliğin, göçün ve güvencesiz bir yaşamın kent merkezlerinde baskın hale gelmesidir. Kadının kırsal kesimdeki sosyal, kültürel ve ekonomik dayanaklarından kopartılması, kadını kent merkezlerinde daha güçsüz, işlevsiz ve güvencesiz bir yaşama mahkûm etmektedir. Bugün çoğunluğu Kürtçe konuşan ve kent ölçeğindeki işlere uygun bilgi ve beceriden yoksun olan bu kadınların kamusal yaşamda bir özne haline gelmeleri de elbette zorlaşmaktadır. Bölgedeki kentlerde ana dilde bir kamusal yaşam örgütlenmesinin olmaması, kadının kent hayatına dâhil olmasının bütün yollarını tıkamaktadır. Bankaya gidemeyen, sıra numarası alamayan, ulaşım şartlarına hâkim olamayan, alışverişi tek başına yapamayan, cezaevindeki çocuğuyla, okuldaki çocuğunun öğretmeniyle konuşamayan bir nevi sessiz ve sağır bir kadın kitlesini doğurmaktadır. Bölgede devlet destekli islamın cemaatler aracılığıyla yürüttüğü sosyal yaşamı örgütleme politikaları, kadının sırtına patriyarkal yükün yanısıra bir de muhafazakârlık yükünü bindirmektedir. Ayrıca çocuğu dağda veya cezaevinde olan ailelere yönelik soruşturmalar ve gözaltı deneyimleri bireylerin yaşadığı toplumsal travmaları ve devlet korkusunu sürekli canlı tutmaktadır. Hem etnik hem cinsel ayrımcılığa maruz kalan Kürt kadınlarının kendi özerk mücadelelerini oluşturmaları haliyle güçleşmektedir. Kürt sorununu bir güvenlik sorunu olarak görmekten vazgeçmeyen “devlet aklı” ve güvenlik politikaları, kültürel hakların ve bireysel özgürlüklerin gelişiminin önünü sürekli tıkamaktadır. Bölgede askeri ve polisiye birimlerinin yoğun konuçlanmasının yarattığı işgal havası, kesintisiz süren askeri operasyonlar, KCK vb. örgütlenmelerin bahane edilerek legal siyaset yürüten bütün kadroların neredeyse tutuklanması, bölgedeki belediyelerin işlevsiz hale getirilmesi, meydana gelen hukuk ihlalleri 90’ların otoriter-militarist devlet geleneğine dönüldüğünün bariz işaretleridir. Tek fark ‘90’larda muhaliflere yönelik “faili meçhuller” bir tehdit iken AKP iktidarıyla birlikte “kapatma” temel sindirme stratejisi haline gelmiştir. Ayrıca çocuğu dağda veya cezaevinde olan ailelere yönelik soruşturmalar ve gözaltı deneyimleri bireylerin yaşadığı toplumsal travmaları ve devlet korkusunu sürekli canlı tutmaktadır. Ulusal-devlet modelinin merkeziyetçi ve dışlayıcı karakteri, öz-yönetimi geliştirecek her türlü adem-i merkeziyetçi projeyi daha baştan imkansız kılmaktadır. Türkiye‘de yaklaşık olarak 20 milyon nüfusa sahip Kürtlerin ulusal dili hala bilinmeyen veya anlaşılmayan dil statüsündedir. Anadilde eğitim ve yerel yönetimlerin yetki alanının genişlemesi talepleri kronikleşmiş bölücülük paranoyasıyla savuşturulmaktadır. Demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapmayı sürekli erteleyen, Avrupa Birliği’ne girme vizyonundan tümüyle vazgeçmiş ve Ortadoğu’da emperyal arzuları sürekli kabaran bir hükümetle karşı karşıyayız. Kürt siyasetinin dillendirdiği barış talepleri devlet katında bütün siyasal güçlerin gelip teslim olması veya biat etmesi koşuluna indirgenmektedir. Kısacası gelinen aşamada tek devlet, tek millet ve tek vatan ülküsüne sadakatini temel politika haline getiren, milliyetçi ve muhafazakâr tribünlere oynayan, iktidar olma gerekçelerini unutmuş, reformlardan ve çözümden yana olmayan bir politik atmosfer hâkim kılınmıştır. Sorunun ekonomik boyutları da altından kalkılmaz yükler doğurmaktadır.
Feminist, antimilitarist ve bağımsız bir kadın örgütü olarak, Kürt kadınlarının yaşadıkları ayrımcılıkları sürekli dillendirdik ve buna karşı mücadele ettik. Ancak bu çabalar karşısında görüyoruz ki ülke içinde nefret söylemlerinin gün geçtikçe artması, ölümlerin çoğalması ile yinelenmektedir. Kamusal hizmet sunumunu, diğer bölgeler ile kıyaslandığında bölgemizde oldukça yetersizdir. Kadınların ve çocukların eğitim, sağlık, sosyo-ekonomik sorunları bu depremde daha da keskinleşti.
Afet Sonrası Kamu Kurumları Arasındaki Kaos:
Van depremi diğer depremler gibi elbette doğaldı. 1999 Marmara Depremi’ nden sonra bütün ülke elimiz böğrümüzde olası İstanbul depremini bekledik. Hatta bazı kadınlardan duyduk ki o gün Van’daki depremin bile merkez üssünün İstanbul olacağı düşünülmüş. Bizim “başımıza gelme” olasılığını dahi bilmediğimiz bir şeyi oldukça sert bir şekilde deneyimledik. Akşamında ve ertesindeki günlerde, Van depreminden ziyade olası İstanbul depremi konuşuldu. Van’da deprem oldu ama ya burada da olursa…Evet deprem doğaldı; fakat sonrasında yaşadıklarımız felaketti. Fiziki olarak şehir harap oldu, yüzlerce insan öldü, yüzlercesinin vücudunda araz?? kaldı, binlerce kişi evsiz kaldı… Bunlar son derece somut, gözle görülebilen sonuçlardı. Gözle görülmeyen ama gözümüze baka baka söylenen yıkımlar da yaşadık. Depremden sonra göçük altındakileri çıkarmak için hiçbir ülkeden “yardım” istemeyen hükümet, potansiyelini görmek istedi. Hepimiz o potansiyeli gördük. Bir depremde Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne denli yeterlidiri görmek için Van pilot bölge seçildi, en iyi ihtimalle. Fakat olasılığı daha yüksek olan bir ihtimal de şuydu ki, Kürtler doğal olarak ölüme terk edildi. Bu söylediğimiz bir komplo teorisi gibi gelebilir. Bizler, yıllardır bölgede yaşayan insanlar ölüme ve çaresizliğe nasıl terkedildiğimizi çok yakından gördük. Yardım kamyonları, tırları şehre sokulmadı. Deprem akşamı hiçbir yer ekmek bulunmazken Yüksekova’dan kamyonlar dolusu ekmek gönderildi, şehre sokulmadı. Sonraki günlerde de bu durum devam etti. Çadırlar ulaşmadı, ulaşan çadırlar adaletsiz dağıtıldı. Aile içi şiddet odaklı bir dernek olarak faaliyet yürütüyoruz 8 yıldır. 23 Ekim gününden önce bir kadının şiddet gördüğünde ne yapmalı, haklarını almak için nerelere başvurmalı, kurumlar görevlerini yapmadığında nasıl politikalar üretmeliyizi çok iyi biliyorduk. Fakat depremden hemen sonra başladığımız çalışmalar sonrasında çok iyi çadır kurmayı, uyku tulumu fermuarı tamir etmeyi, depolarda her bedene, numaraya göre kıyafet tasniflemeyi, istediğimizi alana kadar dilekçeler yazmayı…öğrendik. Bütün bunları öğrenirken, bunları yapması gerekenlerin türlü hesaplar içerisinde kaybolduklarını gördük. Şu mahalleye buna oy vermişti, o sokakta şu kişinin evi vardı, bunun kocası cezaevindeydi, bunun oğlu kırsaldaydı gibi türlü değişkenler “yardım”ların dağıtılmasında öncelik taşıyordu. AFAD, ‘git sana Kürt belediyen yardım etsin’ diye kadınları gönderirken, bir yandan da ‘git sana Vanlı depremzede kadınlar derneği’ yardım etsin diyebiliyordu. Evet depremden sonra adımız sürekli değişti, kadın derneğinin yanısıra bu isimlerle de anılır olduk. Yaptığımız şeyin yardım olmadığını, destek ve dayanışma çalışması olduğunu her kadına hissettirdik, vurguladık. Valilik, AFAD bütün “yardım”ları aile çatısı altında yaparken, biz kadınları birey ve hepsinden öte depremzede olarak gördük. Çadırlar dağıtılırken de konteynerlar kurulurken de ve şimdi TOKİ evleri dağıtılırken de aile olmanız gerekmekte. Depremzedelik hak mücadelesinde, aile olmaktan sonra geliyor. Yalnız, eşi ölmüş, eşinden boşanmış, kimsesi olmayan kadınlar haklarını talep ettikleri kurumlardan, ‘ailen yok mu senin?’, ‘git ailenin yanında kal onlar sana baksın’ sözleriyle uzaklaştırıldılar. Pek çok başvurucumuz “aile” olmadığı için hakları olandan mahrum kaldılar. Sosyal Yardımlaşma Vakfı düzenli olarak gıda, kömür desteği yaptığı hanelere yardımı kesti, Sosyal Hizmetler, şimdiki adıyla Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü engelli ve bakım maaşlarını aksattı. Eski dosyalar kayboldu, yeni kayıtlar yığıldı ve depremzedelikten öte bir mağduriyet yaşanmaya başladı. İnsanlar kurumların önlerinde kimlikleriyle günlerce beklediler. Bizim konteynerımıza gelen her kadın kimliğini uzatarak giriyordu. Al ismimi yaz diyordu. Kendi varlığını, durumunun kanıtını, vatandaşı olduğu ama yok sayıldığı bir ülkenin kimliğiyle kanıtlamaya çalışan o kadınlara hak mücadelelerini bırakmamaları için destek olduk. Vali yardımcısıyla başvurucularımız hakkında konuşmaya gittiğimizde, ‘sizin çok zamanınız var herhalde bu kadar hikaye bildiğinize göre’, yanıtını aldık. Depremin ardından aylar geçtikten sonra şehirde ardı ardına kurumsal toplantılar yapılmaya başlandı. Her kurum krizi iyi yönetemediğini kabul etti. Fakat bunda bir devletin milliyetçi, otoriter, ceberut tutumlarından ziyade, beceriksizliklerini itiraf etme durumu vardı. 10 gün sonra depremin üzerinden tam 1 yıl geçmiş olacak. Fakat şehre baktığınızda, inanların yaşam standardına baktığınızda deprem daha dün olmuş gibi. Depremde babasını, evini, işini kaybeden bir başvurucumuz için hala konteyner, ev mücadelesi veriyoruz. KADAV deprem sonrası rapor hazırlamak için bizleri ve hemen hemen her resmi kurumu ziyaret etti. Her kurum mükemmel çalıştığını beyan etti. AFAD, TOKİ evlerinin bir kısmını yalnız yaşayan kadınlara bağışlayacağını söyledi. Buna gerçekten inanmak istedik. Onlarca yalnız kadın için dilekçeler yazdık. Bunların yarısından fazlası işleme bile alınmadı. Geçtiğimiz günlerdeyse birine cevap geldi; TOKİ konutları hak sahiplerine dağıtılacaktır, boş kalması durumunda da satışa çıkarılacaktır. Bu cümle pek çok şeyin özeti. Hak sahipliği şartına dayanan ve depremzede olmayı teferruat olarak gören sistem, hiçbir geliri olmayan, gidecek yeri dahi olmayan kadınlardan ev satın almasını bekliyor. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Van’ı “büyük usta” olarak ziyarete geldiğinde göçük altından çıkarıldıktan bir gün sonra ölen Yunus’un altın varaklı çerçeveyle o hiç unutamadığımız hali ile AKP İl Başkanı tarafından hediye edildi. Gerekçesi ‘başka Yunuslar ölmesin’miş. O sahneyi gören Vanlılar ağlarken, il başkanı ve Başbakan gülüyordu. Demek ki Van depreminin altından başarıyla kalkılmıştı. O fotoğrafa ağlayan bizlerse büyük ihtimalle o göçüğün altında kalmıştık ve gerçekleri göremiyorduk.
Depremin hemen ertesinde ildeki belediyeler, Kaymakamlıklar ve Valilik arasındaki koordinasyonsuzluk, aynı şekilde her birinin sivil toplum örgütleri ile koordinasyonsuzluğa da neden oldu. Valilik, çalışmak isteyen sivil toplum örgütlerinden ‘akreditasyon’ istedi. Belediye ise resmiyette bir ‘akreditasyon’ istemese de sadece kendisinin çalışmak istediği örgütler ile çalıştı. Benzer tavırları gösteren Valilik, ilk kurulan çadır kentte kurmak istediğimiz ‘Kadın Dayanışma Çadırı’nı kurmamıza izin vermedi, depremden 4 ay sonrasında kurduğumuz kadın ve çocuk çadırlarına yakın konteyner kentten gelen kadınlara ‘oraya gitmeyin’ telkinlerinde bulundu. Hatta son kurduğumuz yerdeki vaiz ailelere ‘çocuklarınızı VAKAD’ın çadırındaki fotoğraf atölyesine göndermeyin. Oraya giden çocuklar kuran kursuna gelmiyorlar’ diye çağrılarda bulundular. Bugün bütün konteynerkentlerde Kuran kursları var. Okullar kapanmadan önce kurayla seçilen 20 erkek öğrenci Umre’ye gönderildi. Bu kursların verildiği salonlarda ayrıca toplumsal cinsiyet eğitimleri de veriliyor. Yıllardır bütün kurumlarda bu eğitimin verilmesi gerektiğini vurgulayan bizler, bu haberi aldığımızda temkinli bir şekilde sevindik. Temkinli; çünkü içeriğinin ne olduğunu bilmiyorduk. Sonrasında öğrendik ki bu eğitimler tam da yoketmeye çalıştığımız toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmeye çalışıyor. Kadının yeri evidir, kadın ailenin namusudur, erkek onu korumakla mükelleftir…gibi hepimizin tüylerini diken diken edecek şeyler söylenmekte o eğitimlerde. Konteynerkent ve mahallerde kadınlara farklı bilgilendirme seminerleri sunuyoruz. Bu seminerlerin konularını da yaptığımız alan çalışması sonucunda çıkan sonuçlara göre belirledik. Halk Sağlığı Müdürlüğü’nden belirlediğimiz konuların uzmanlarını talep ettik. Tek şartla kabul ettiler; eğitimler evlerde değil cami veya taziye evlerinde verilecek. Çünkü gidilen evin “terörist” evi olup olmadığını bilmediklerini, gittikleri evde memurlarının ayağının kırılabileceğini ya da başlarına bir şeyin gelebileceğini söylediler. Bu denli bir güvensizlik ve ötekileştirme ortamının olduğu bir yerde bölünmekten korkmanın dile getirilmesi son derece ironik durmakta.
Afet desteklerinin dağıtımındaki adaletsizlik:
Başımıza gelen bu büyük felakete biz kadınlar tüm kadınlık hallerimiz ile yakalandık. Hamile iken, evde çocuk bakarken, rutin pazar günü işlerini yaparken, ütü yaparken veya banyoda çocuklarımızı yıkarken yakalandık. Deprem esnasında sığınakta kalan kadınlar çocuklarını bırakmak zorunda kalarak başka illere nakledildiler. Henüz yaşadığı şiddetin travmasını atlatamadan depremin travmasını yaşadılar. Herkesin kendi derdine düştüğü bu depremde özellikle tek başlarına çocukları ile yaşamaya çalışan kadınlar, toplumun yaratmaya çalıştığı ‘bir erkeğe bağımlı olma’ dayatmasına başkaldırdıkları için tüm erkekler ve sistem tarafından cezalandırıldılar. Yardımlara ulaşmaya çalışırken ‘sen git aileden erkek gelsin’ ‘kocan nerede’ tepkileri ile karşılaştılar. Yardım dağıtımları erkekler tarafından organize edilmişti ve erkeklere göre koşullar yaratılmıştı. Bir kadın çadır almak için gece yarılarına kadar havaalanı kavşağında yüzlerce adamla birlikte bekleyemezdi ki hiçbir kadına rastlamadık biz o yığılmalarda. Ayrıca çadır bekleme işi tüm Vanlılar için çok çetindi. Kamyonların arkasından çocuk bezleri, gıda paketleri, pedler, battaniyeler atıldı. Televizyonlarda bu görüntüler “yağma” başlığı adı altında verildi. İnsanlar kendileri için gönderilen eşyalara ulaşmak için birbirini ezmek durumunda kaldı. Erkekler o sıraların en önündeydi. Kadınlar ve çocuklar ezilenler arasındaydı. Biz bu duruma ne ortak ne de şahit olmak istediğimizden hiçbir destek paketini bu şekilde ulaştırmadık. Her başvurucu için depomuzda özel paketler hazırladık ve onları ellerimizle teslim ettik. Kamu kurumları erkek gözü ile erkeklere ve özlem içinde oldukları aile çerçevesinde uygulamaları yaptıkları için hizmetleri verirken yalnız, boşanmış, eşi cezaevinde olan, ailede ağır hastalığı olan kadınların özel durumlarını gözetmedi. Biz bu konuda onların duyarlılıklarını artırmaya çalıştık. Kadınlar arabayı kullananın, paketi taşıyanın, telefonu açanın kadın olduğunu görünce hem şaşırıyor hem de seviniyordu. Kadın başına sen ne yapabilirsin ki cümlesiyle büyüyen bizler için o günler birer kanıt laboratuarıydı. Neler yapabildiğimizi gördüğümüz her anda biraz daha güçlendik. Her mahalleden çalışmalarımıza gönüllü olan genç kadınlar çıktı. Türkiye’den ve dünyadan yüzlerce gönüllü Van’daki bu feminist afet çalışmasına katıldı. Neredeyse tüm şehirlerden Van’a dayanışma köprüleri kurulmuştu. Kadın dayanışmasının ne demek olduğunu çok yakından gördük.
Deprem süresince “yardım”ların adil olarak dağıtılmaması ve dağıtımdaki koordinasyonsuzluk ve ayrımcılık bizi ‘KİMSEDEN BİRŞEY İSTEMİYORUZ. KADIN DAYANIŞMASI VAR’ dedirtti. Dernek olarak biz de Türkiye’deki kadın örgütleri olarak kendi bağımsız çalışma alanımızı kendimiz oluşturduk. Kadınlardan kadınlara akan bir ağ oluşturduk. Her koliyi kaldırdığımızda, çalan her telefonu açışımızda, her çadırı kurduğumuzda, arabamız bozulduğu zaman her itişimizde, kar altında her üşüdüğümüzde ‘Yaşasın Kadın Dayanışması, Yaşasın Feminist Mücadele’ dedik…