Susmuyor, konuşuyor patriarka. Kulaklarımızda çınlayan erkeklerin değil, erkekliğin sesi. Satır satır, her saniye…
***
“Kadın dediğin evinde oturur. Ben ona kraliçeler gibi bakarım hem, ne gerek var çalışmasına? Otursun çocuklara baksın, yemek yapsın.”
Bazı feminist grupların bakış açısı, kadının çalışması, çocuk yapmaması, yuva kurmaması gerektiği yönünde olsa da, benim desteklediğim feminizm anlayışının temelinde kadının ne isterse onu yapması yatıyor. Biz kadınların, kimsenin bizim adımıza karar vermesine, doğruyu yanlışı belirlemesine ihtiyacımız yok. Ve evet, bir kadın isterse ev hanımı olabilir, çocuk yetiştirebilir. Fakat burada, erkeğin yorumuna odaklanmak istiyorum. Bu topraklarda “kaşık düşmanı” gibi bir terim varken yüz yıllardır, ‘ben kadınıma kraliçeler gibi bakarım’ komedisini nasıl algılamamız bekleniyor?
“Her kadın bir anne adayıdır ve annelik kutsaldır. Öyle ya, cennet annelerin ayağı altındadır.”
Sinsice, iltifat edercesine suratımıza atılan tokatlardan biri de bu bakış açısı. Alt metinde kadının sadece damızlık olarak görüldüğünü vurgulamaya gerek var mı bilmiyorum. Ama evlilik dışı çocuk sahibi olan kadınların anneliğine sıraladığınız hakaretler aklıma geldikçe, iki yüzlülüğünüzden gözlerim yaşarıyor. E ama annelik? E fakat kutsal?
“Kadınların hala eşitsizlikten söz edebiliyor olması bana biraz garip geliyor. Seçme seçilme hakkı, çalışma özgürlüğü.. Hatta artık kadınlar iş hayatında yönetici bile olabiliyorlar!”
Cam tavanı mimari bir öğe sanan bir insanın, bazı kadınların yönetici bile olabildiği şeklindeki yorumuna verecek çok yanıt aradık, bulamadık. Böylece bırakıyoruz.
“Kadınlar çiçektirler. Narin, duygusal varlıklardır. Şefkat ve ilgi isterler. Hem onlar bize Allah’ın emanetleri, değil mi?”
Yine enfes bir sempati maskesi altına gizlenmiş saçmalıklar yumağı. Kadının kimsenin kimseye emaneti olmadığı, çiçek böcek olmadığı konusunu bir netleştirelim önce. Akabinde ise, lütfen artık beyninize kazınsın: Şefkat, ilgi, nezaket isteyen süs bebekleri değiliz. Birey olarak saygı görmek, eşit hak ve özgürlükler istiyoruz! Bu kadar basit!
“Aslında kadın vücudu çok estetik. Ama tabi salıp gitmek olmaz. Kadın dediğin bakımlı olacak, alımlı olacak. Böyle kolları kıllı kızlar filan görüyorum bazen, resmen midem bulanıyor! Oysa pürüzsüz bir ten, sütun gibi bacaklar, bele kadar uzanan saçlar, ince bir bel, iri göğüsler… Sanat eseri olabilecekken, kezban olmayı seçecek kadar üşenmelerini anlamıyorum.”
Şimdi henüz on yaşındaki kız çocuklarının bile estetik cerrahi operasyonlarına neden özendiğini anlıyoruz değil mi? Kırmızı ruj sürse “ucuz” olan, doğal olmamakla suçlanan kadının sırtına, öte yandan yine benzer zihniyet tarafından kusursuz olmak gibi de bir misyon yükleniyor. Kadının fiziksel olarak, görünmez bir korse yutmuş gibi durması arzulanıyor mesela. Kadının vücudunda saçları, kaşları ve kirpikleri dışında tek bir tüy bile bırakmaması ve bu çabayı ömür boyu sürdürmesi bekleniyor. Kadının her daim güzel kokması, tertemiz olması, bembeyaz dişlerini sergileyecek şekilde kocaman bir gülümseme ile dolaşması –ama asla kahkaha değil, hafif kadınlar gibi, ne o öyle!- , kusursuz saçlarıyla erkeklerin akıllarını başlarından alması, tüm bunları yaparken de “doğal” olması bekleniyor. Zarif, kutsal, tatlı şişme bebekler olarak, başka işimiz ne ki!
“Ya tamam anlayışsızlık etmek istemiyorum ama bu PMS dönemi bana biraz yalan geliyor. Naza kaprise bahane olsun. Haksız mıyım? Hem biz de sünnet olduk zamanında, bu kadar patırtı gürültü koparmıyoruz ama.”
Yaşadığımız akıl almaz hormonal değişimlerin size yansıması bizi de çok üzüyor. Tabi bizi üzen başka şeyler de var. Mesela bir şeye sinirlendiğimizde hemen “Regl dönemindesin herhalde.” yorumuyla karşılaşmak. Çünkü regl olma ihtimalimiz, haklı bir tepki gösteriyor olma ihtimalimizden daha kuvvetli, değil mi? Ayrıca elbette sizin padişah kostümleri, davullar, zurnalar, konvoylar ile yedi cihana duyurulan, cümleten kutlanan sünnetiniz ile bizim reglimiz tamamen aynı. Korkuyla annemize koşup çamaşırımızdaki kanı gösterdiğimizde yediğimiz tokatla başlıyor bizim şenlikler. Akabinde kimseye belli etmeden, sürekli pantolonumuzu kontrol ederek, ağrımızı sızımızı gizlemeye çalışarak, hiçbir şey yokmuş gibi geçirmeye çalıştığımız günler ile devam ediyoruz kutlamalara. Sürekli duyduğumuz “Adet dönemindeki kadının yaptığı yemek yenmez, hatta aynı sofraya dahi oturulmaz. Kanaması bilip abdest alana dek, bastığı toprak bile kurur!” gibi cümleler ile de neşemize neşe, gururumuza gurur katıyoruz. Ne güzel değil mi? Harika!
***
Bugün 8 Mart. Bugün televizyon programlarında kadının değeri, önemi konuşulacak. Bugün belki kırmızı bir gül, belki balonlar, belki yatağa servis edilen kahvaltılarla kutlanacak bazı kadınların varlığı. Bazı kadınlar bunu dahi yaşayamayacak. Özetle, olsa olsa ağzımıza bir parmak bal çalınacak; fakat bu balın tadı, dilimizde zehir kalacak. Bu zihniyet değişmedikçe, kadın aldığı her nefeste bu zorbalıklara maruz kalacak ve hiçbir gün, aslında bizlerin olmayacak…
Ne zaman ki bu zihniyetin köklerini söküp atacağız, işte o gün kazanacağız takvimleri, sokakları ve hayatı. Ne zaman ki beklentimizin güller değil, varlığımıza duyulan saygı olduğu anlaşılacak, işte o zaman kırk gün kırk gece kutlayacağız kadınlığı!