Ayşe Toksöz
Ocak 2009. Ben İstanbul’daydım. Canan da öyle. Dilek Eskişehir’deydi, Çiğdem Ordu’da.
Ocak 2010. Ben bu yazıyı yazıyorum, Canan Akbulut, Dilek Özer ve Çiğdem Bayram artık aramızda değil. Basının diliyle “arkalarında soru işaretleri bırakarak” gittiler. Yanlış anlamayın, bu bir edebi kalıp. Yoksa basının soru sormaya niyeti yok. Daha doğrusu, sordukları sorular “İntihar mı etti, öldürüldü mü? Bunalımda mıydı? Cinnet mi geçirdi? Kocasının başka kadınlarla ilişkisi var mıydı?” türünden.
Ben bu soruları sormak istemiyorum. Duymamış olanlar için kısaca Canan’dan, Çiğdem’den ve Dilek’ten bahsedeyim. Sonra da neden bu soruları sormak istemediğimden, neden cevaplarını merak etmediğimden.
Canan geçtiğimiz Nisan ayında Mor Çatı’ya başvurmuş, eşinden şiddet gördüğünü söyleyerek yardım istemiş. Korkusundan polise ya da savcılığa başvurmamış. 27 Temmuz’da balkondan düşerek (atarak ya da atılarak) öldüğünde, Mor Çatı’nın psikoloğuyla görüşmelerine devam ediyormuş. Mor Çatı’nın ve diğer feministlerin takipçisi olduğu dava süreci sonunda mahkeme, olayın intihar olduğuna hükmedip Canan’a dayak attığını itiraf eden kocasını serbest bıraktı.
Dilek, ‘Elveda Hayat’ başlıklı bir mektup yazmış 10 Ekim’de, iki çocuğunu yanına alarak, Porsuk Çayı’na atlamadan önce. Resmi makamlar intihar nedenini araştıradursun, medya kocasıyla nikahsız yaşamasını, adamın hapse giriş çıkışlarını, Dilek’in olası sevgililerini, küçük çocuğun babasının kimliğini diline dolamış bile…
Çiğdem’in kocası ise “işsiz-güçsüz” değil; “kerli-ferli” takımındanmış besbelli; komşular ne Çiğdem’in dayak yediğini duyduklarında araya girebiliyorlarmış, ne de, Çiğdem’in 5 Kasım’da balkondan düşerek (yine atarak ya da atılarak) ölmesinin ardından ifade verdikleri sırada mahalle muhtarının olay yerindeki tehdikar varlığına itiraz edebilmişler. Çiğdem morga götürüldüğü sırada, annesinin ölümüne tanık olan, ama varlığı savcı tarafından dikkate alınmayan oğluyla bir-iki saat ilgilenmişler yalnızca. Savcı, tanık konumundaki çocuğun velayetini, Çiğdem’i dövdüğü yönünde ifadesi olduğu halde, karakoldan serbest bırakılan babaya verdi.
Sadece bu hikayeleri alt alta yazmak bile “İntihar mı? Cinayet mi?” sorusunu duymak bile istemeyişimi açıklamıyor mu? Nedir bu hikayelerden öğrendiğimiz?
Kocan seni istediği kadar dövsün, etraftaki herkes bunu görsün, bilsin, hatta adam karakolda/mahkemede bunu itiraf etsin. Sen polise başvurmadıysan hiçbir hükmü yok. Başvursaydın da resmi makamların arabuluculuğuyla kocana geri dönmek zorunda kalacaktın ya, olsun. Bunun da hükmü yok.
Resmi makamların gözünde, insan olarak varlığının, yaşayışının, duygularının da hükmü yok. Nitekim, Çiğdem’in davasına bakan savcı, kocasının Çiğdem’i aldattığı yönündeki ifadelere, “Aldatmak suç değildir, erkek adam aldatır” gibi cevaplar verebiliyor. Bunun, savcının kötü bir adam olmasıyla falan ilgisi yok; bütün mesele diğer adamın bir an önce bu işten yakayı sıyırmasının sağlanması.
Toplumun nezdinde ise, attığın her adımın hükmü var. Ablasının kızını evlat edindiği sonradan anlaşılan (!) Dilek’in ölümünün ardından medya, “İkinci çocuğu kocası hapisteyken doğdu, yoksa başkasından mıydı” minvalinde döktürdü. Öyle ya, ya sevgilisi var(dıy)sa? O zaman her şey mübah olacaktı herhalde?
Bir de senin ne yaşadığını herkes zaten biliyordur, açıklamaları her zaman kolaydır: Bunalımdasındır, kıskançlık krizidir, psikolojik tedavi görüyorsundur (Canan’ın kocası herhalde Mor Çatı’nın psikoloğunu kastediyor!), ikinci çocuğu doğurdaktan sonra bunalıma girmişsindir – Dilek aslında doğum yapmamış ya, neyse…
Ha bir de, yaşamının da bir değeri yok. Artık adalet duygumuzu herhangi bir biçimde korumaktan aciz kalmış hukuk sistemi; cinayet olduğu aşikar olan vakalarda bile katilleri cezalandırmakta gönülsüz davranırken, “intihar mı, cinayet mi?” kuşkusunun olduğu durumlarda baştan savma bir olay yeri inceleme ve sorgulamanın ardından intihar hükmüne varma eğiliminde.
Bu hikayelerin bize düşündürdüğü, tek tek kadınların hikayelerinin önemli olmadığı, tüm kadın intiharlarının cinayet olduğu olmamalı elbette. Kadın intiharlarının tercih mi, yoksa kadınlara dayatılan, şiddet döngüsünden kurtulmak için ellerinde bırakılan son çare mi olduğu sorusunun geçersizliği de değil. Kadınlar olarak her birimizin hayatının ne derece şiddetle malul olduğunu; buna izin veren erkek egemen sistem içinde hayatlarımızın tekilliğinin nasıl silinip istatistiklere hapsolduğunu, öteki uçta ise nasıl magazinleştirilip, polisiye öyküye çevrilip “malzeme” haline getirildiğini görebilmek belki de.
Çünkü “intihar mı, cinayet mi?” sorusuyla adli birer vakaya indirgenen kadın ölümleri, esasında politiktir.