Posts Tagged ‘kadın dayanışması’

Özne olmak, Güçlenmek, Özgürleşmek: İlişkiler Üzerine Feminist Notlar*

iliskiemekcileriSelin Çağatay – Cemre Baytok

Feminist Politika’nın 20. sayısının dosya konusu “Aşklarımız, eşlerimiz: farklı ilişki biçimleri” idi. Kadınlar olarak aileye, evliliğe, anneliğe mahkûm edildiğimiz bir hayata karşı çıkışımızın bir ayağı da tekeşli, heteroseksüel birliktelikleri tartışmaya açmak, duygusal ve cinsel ilişkilerimizi feminist bir bakış açısından ele almak. Dosyamız da, bu doğrultuda, tek eşliliğin, çok eşliliğin, alternatif ilişki biçimlerinin sorgulandığı ve derinleştirildiği, erkekler ve kadınlarla aşk ilişkilerindeki farklılıkların, benzerliklerin feminist bir bilinçle değerlendirildiği, aldatma, kıskançlık, sadakat, dayanışma ve özgürlük gibi kavramların sorgulandığı yazılar içeriyordu.

Biz bu yazıda, “Aşklarımız, eşlerimiz” dosyasından aldığımız ilhamla, feminist ilişki kurma biçimi, kadın dayanışması ve patriyarkayla, heteroseksizmle mücadele gibi sıklıkla dile getirdiğimiz kimi ilkeleri tartışmaya açmak istiyoruz. Feministler olarak ilişkilerimizi özgürce yaşamamızın yolu bu ilkeleri benimsemekten geçiyor. Ancak, bu ilkelerin oluşturduğu etik-politik çerçeve, bize tekil durumlarda nasıl bir tavır alacağımıza dair bir reçete sunmuyor. İlişkilerimiz söz konusu olduğunda feminizm, kadın dayanışması ve partiyarkaya karşı mücadele somut olarak neye tekabül ediyor? Bu ilkeleri feminist bir ezber üretmekten kaçınarak nasıl düşünebiliriz ve ilişkilerimizi bunların ışığında nasıl şekillendirebiliriz? Yazımızda bu sorulara cevap vermeye çalışacağız.

Devamını Oku…

Yeniden Mor İğne!

feminist gazete-Mart 2008

Filiz karakuş

Taksim’deki cinsel saldırıdan sonra, bundan 19 yıl önce “Bedenimiz bizimdir cinsel tacize hayır” kampanyasında olduğu gibi yeniden mor iğnelerimizle sokaklara çıktık.

O zamanlar, cinsel taciz terimini çoğumuz ilk kez duymuş, cinsel taciz tanımını yapmak için ise başımızdan geçenleri, yanı başımızda yaşananları tek tek ortaya dökmüştük. Açığa çıkarmak, paylaşmak, haykırmak ve teşhir etmek gerektiğini ilk kez hep birlikte konuşuyorduk.  “Biz kadınlar”ın ötesinde  her birimiz özne idik. Kendimizi, kadınlık durumumuzu yeni keşfediyorduk. Öfkemizi büyütüyorduk.

“Giysim sarkıntılığa davetiye değildir!”, “Geceler ve sokaklar kadınların da hakkı!”,”Sarkıntılık gözle, elle, sözle tecavüzdür”, “Birimize yapılan sarkıntılık hepimize yapılmıştır”, ”Sarkıntılığı örtbas etme, teşhir et!”, “Utanma haykır, susma iğneyi batır!” sloganları deneyimlerimiz üzerinde yükselen kolektif aklın ürünü olarak ortaya çıktı.

Soyut erkeklerden değil, tek tek erkeklerden söz ediyorduk. Cahil, sapık, kültürsüz değil; kendilerini kadın bedeni üzerinde hak sahibi olarak gören, otobüste yanımızda oturan, işyerinde birlikte çalıştığımız, seviştiğimiz, alışveriş yaptığımız, birlikte politika yaptığımız erkeklerden.

Kampanyanın kısa vadeli hedefi; Kadınları cinsel tacizin utancını taşımamaya, sarkıntılık yapan erkekleri teşhir etmeye çağırmaktı.  Kadınları sokağa çıkmaya, erkeklerin egemenliğini sarsmaya ve bedenimize sahip çıkmaya çağırıyor, sokakta evde ve işyerinde erkeklerin tacizine vurgu yapıyorduk. Kampanyaya katılan, iğne alıp yakasına takan, gözünü  bize çeviren kadınlar evli, bekar; yaşlı genç; zengin, fakir; Türk, Kürt, Rum çeşitli yaşlardan, sınıflardan, her kesimden kadınlardı.

2008 yılında, en azından kaba saba anlamıyla cinsel taciz terimi herkes tarafından biliniyor. TCK 105.md cinsel tacizi suç olarak tanımlıyor ve bu suçu işleyen erkekler için ciddi bir ceza uygulanmasını emrediyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen cinsel taciz hala güçlenerek sürüyor. Şikayete bağlı yargılama konusu olan cinsel taciz suçu, kadınların şikayetten çekinmesi ve şikayet edilse bile yasanın uygulanmayışı dolayısıyla istisnalar dışında yaptırımsız sonuçlanıyor.

“Yeniden Mor iğne!” pozitif yasalara ve kadınların toplumsal ezilmişliğine ilişkin sözlerin görünürlüğüne rağmen, kadınlara karşı erkek şiddetinin, erkek tacizinin suç sayılmamasına ve toplumsal olarak meşru görülmesine karşı feminist direnişin parçası. Son yıllarda Türkiye’de her kesimce dillendirilen, yüzlerce projeye konu olan kadına yönelik şiddete/tacize karşı mücadele bu şiddetin kaynakları ve dayandığı patriarkal sisteme pek değmeden yürümekte.

Yine bu bağlamda patriarkal şiddetin/tacizin esas yuvası ailenin kutsallığına dokunulmayıp, şiddet uygulayıcı erkek öznesi silikleştirilmekte. Şiddetin nedenleri üzerine onlarca madde sayılıp patriarkal sorgulama geriye itilmekte. Şiddet ve tacizin bir eğitimsizlik sorunu olduğu fikri giderek benimsenmekte/benimsetilmekte.

“Yeniden Mor İğne!”eylemlerinde; Taksim’deki cinsel saldırının; başta Türkiye’deki en büyük aile içi şiddete karşı kampanyanın mimari ve yürütücüsü olan Hürriyet gazetesi olmak üzere birçok kesim tarafından bir avuç magandanın, sarhoş serserinin işi olarak gösterilmesine karşı çıkıyoruz. Bu olayın Türkiye’nin bir utancı gibi sunulmasına karşı da sesimizi yükseltiyoruz. Bu yaşananlar erkeklerin utancıdır. Her Cuma Taksim’de iğne satarken; gece sokağa çıkmanın, üstümüzdeki giysinin, yüksek sesle gülmemizin ve aslında kadın olmanın; erkek tacizi için yeter şart olduğunu Taksim’deki saldırının tesadüf olmadığını söylemeye çalışıyoruz.

Feminist mücadele ve direnişimizi erkeklere, erkek egemen düzene karşı; bu düzeni pekiştiren sınıfsal/ulusal/etnik güç ilişkilerini de hesaba katarak sokakta veriyoruz. Eğer özel alanla kamusal alanın bağlantısını da kurarak patriarkaya karşı bütünlüklü bir mücadeleyi güçlendirebilirsek; Türkiye’deki kadın mücadelesinin kazanımları olan Türk Ceza Kanunu maddeleri bugünlerde olduğu gibi çoğunlukla kağıt üzerinde kalmaz. Kadına yönelik suçların meşruiyeti giderek azalır. Çeşitli kesimlerce yürütülen kadın-erkek eşitliğine ilişkin projeler daha anlamlı hale gelebilir. .

Kadınların türlü çeşitli davranışlarının cinsel taciz, cinsel saldırı, azar, şiddet, sindirme ve   öldürülmeye maruz kalmak için tahrik sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yargı, bu erkekleri tahrik etme halini adeta kutsuyor. Dini muhafazakar AKP hükümetinden de güç alan yargı sistemi, aile ve toplum içindeki erkek egemenliğini koruyor.

Kadınların kurtuluşu için erkeklerden, sermayeden ve devletten bağımsız feminist örgütlenmemizi güçlendirelim. Bedenlerimizin ve emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkmanın erkeklerdeki karşılığının tahrik olmasına karşı feminist sözümüzü ve mücadelemizi büyütelim. Bu mücadelenin bir parçası olarak yasal kazanımlarımıza sahip çıkalım. Takipçisi olalım.

Yeniden mor iğneyle, yeniden sokaklarda!!!!

Novamed’de yeni bir sözleşme yapılamaması İhtimali yüksek

Sakine YALÇIN / Kasım 2010

Novamed ismi hepimize tanıdık gelmiştir. Bu isim, Antalya serbest bölgede 3 yıl önce yapılan kadın grevinin adresi. 2007′de 448 gün süren grevin ardından Petrol-İş işyerine girmişti. 45 ülkede fabrikası olan dev tekelin Türkiye işletmesinde, hamilelikler sıraya konuyor, tuvalete girenlere neden girdiğinin açıklamasını çizelgeye yazmaları dayatılıyordu.

Devamını Oku…

Neo-liberal saldırıya karşı kadın dayanışması

 Feminist gazete-8 Mart 2008
 Necla Akgökçe

Kadınlar olarak 2007 yılında yüzakıyla çıktığımız önemli eylemlerden biri Novamed Grevi’ydi.  Birkaç sol grup dışında, kamuoyu, sendika ve grevci kadınlar,  grevin kazanılmasında kadının dayanışmasının ne kadar önemli bir rol oynadığı konusunda hemfikirler. Her görüşten feministler ve kadın hareketi yanlıları için dayanışma platformunun eylemleri kendi gücümüzü görme fabrikadaki kadının deneyimleri ile ortaklaşma açısından çok önemliydi.

Çok düşük ücretli, güvencesiz, yarım zamanlı çalışmalar, kötü çalışma koşulları, yüksek işsizlik oranı. Bunlara sosyal devletin ve sosyal hakların tavsiyesi, sağlık ve bakım hizmetlerinin özelleştirilmesi de eklenince neo- liberalizmin kadınları nasıl etkilediğine dair tabloyu tam olarak görebiliriz.

AB ülkelerinde yarım zamanlı işlerin büyük bir bölümü kadınlar tarafından yapılıyor, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde ise yapısal uyum programlarıyla özelleştirmelerle kamuda pek çok kadın işsiz kalıyor, tarım çözülüyor geniş bir kadın kitlesi işsiz kalıyor.

Yarım zamanlı işler düşük ücretli ve evde yapılan işler genellikle. Batı’da feministler bu tür çalışma biçimlerine karşı çıkıyorlar. Çünkü bu işlerle birlikte ev işleri ve bakım işleri kadınların sırtına yükleniyor. Evde yapılan yarım zamanlı işler  kadınların emek piyasalarına  uzmanlaşmasını engelleyip onları vasıfsızlaştırırken evdeki patriyarkal işbölümünü de derinleştiriyor.  “Ev yükümlülükleri ile iş yükümlülüklerinin birleştirilmesi” sloganı ile bu durumun ideolojisi de yapılıyor.  Temel amaç kadınlara tam zamanlı güvenceli iş filan değil…Çünkü bu talebin ardından kreş çocuk bakım hizmetleri vs gelecek… Eşit ücret mücadelesi de bir kenara itildi…  İşyerini temelden sarsan yapısal feminist taleplere artık yüz verilmiyor. Eviçleri ekonominin gereğine göre yeniden örgütlenirken, evişlerinin görünülmezliği artıyor, kadınlar üzerindeki patriyarkal baskı katmerleşiyor.

Güney’de yoksul ülke kadınlarına reva görülen ise güvencesiz çalışma, hizmetçilik, seks işçiliği, serbest bölgelerdeki ter atölyeleri.. Serbest bölgeler tümüyle kadın emeği üzerine şekillenmiş yerler. Kadın emeğinin en ucuz ve en edilgen olduğu Güney Asya ülkeleri ve Latin Amerika ülkelerinde çok yaygın…Kadın emeğinin ucuzluğu ve edilgenliği ise doğrudan doğruya o bölgedeki patriyarkanın gücüyle ilişkili. Genç kadınların din ve baba, koca baskısıyla edilgenleştirildiği yerlerde emek hem daha ucuz hem de örgütlenmeye daha az yatkın… Bu tür işyerlerinde kadınlar ustabaşılardan dayak  yiyiyorlar…Bunun yanında taciz ve tecavüz de onları baskı altında tutma biçimleri olarak işlev görüyor…

Neo liberalizmin sosyal devlete karşı biliyorsunuz. Sosyal devletin çocuk ve yaşlı hasta bakımı  hizmetlerinden en fazla yararlanan kesim tabii ki kadınlar. Hizmet ve bakım işleri özelleştirilince, bu işlerin çoğu kadınların sırtına yükleniyor. Neoliberalizmin erkek emeği üzerinden değil  kadının görünmeyen ve görünen emeği üzerinden kendine hayat imkanı buluyor.

Erkekler bu süreçte daha düzenli ve daha fazla gelir getiren işlerde çalışırken kadınlar erkeklere yemek pişirip, onların üzerlerini, yıkayıp paklayarak sahip oldukları işlerde kariyer yapmalarını da kolaylaştırıyorlar. Kadınlar evkadınılaştırılırken, dışarıdaki emekleri değersizleşiyor, yukarıda saydığımız güvencesiz işler onlara ait işler oluyor, erkeklerin emek piyasalarındaki değerini daha da artırıyor.

Ama Neo-liberal politikalar, Kuzey’in zengin ülkelerindeki kadınların geleceği ile Güneyin ve Doğu’nun yoksul ülkelerindeki kadınların kaderi birbirlerine bağlıyor. Bu da kadınlar arası dayanışmanın ve birlike mücadelenin şartlarını hazırlıyor. Aynı Novamed eyleminde olduğu gibi.

Kadınlar direndi, feminist kadınlar onlarla dayanıştı, dayanışma mail aracılığıyla dünyanın diğer ucundaki kadınları da harekete geçirdi. Ve serbest bölgeye Türkiye’de bir sendika girdi. Antalya’da Serbest Bölgede Alman Fresenius Medical Care çokuluslu şirketine ait Novamed isimli işyerinde 448 gün devam eden kadın grevi, başarıyla sonuçlandı.  Kadınlar 2 Ocak 2008 tarihinde işbaşı yaptılar. Aynı gün kendisiyle yapılan bir söyleşide Novamed sendika temsilcisi  Aysel Göncü şöyle söylüyordu;

“Kadınlar olarak şu anda en önemli hak kazanımımız özgürlük! Evde olsun, işyerinde olsun dışarıda olsun, bir özgürlük kazandık gerçekten. Erkeklere karşı ezilmediğimizi göstermiş olduk.”

Özgürlüğü kazanmak,  tek tek kadın olarak değil kadınlar olarak kazanmak… Bireyin, bireysel kurtuluşun, kimlik politikalarının öne çıkarıldığı, dayanışma ilişkilerinin çözüldüğü neo-liberalizmin ideolojik olarak hakim olduğu bir dönemde, “biz” demek “biz kadınlar” demek çok önemli. Biliyoruz ki, “biz kadınlarla” “biz feministler” arasındaki yol çok kısa ve çok dolaysız bir yol var.

Novamed Greviyle Kadın Dayanışması

Kadınlar hep birlikte patriarkaya ve kapitalizme karşı

1478006326_cff751523b_oAnlatılan Novamed grevinin hikayesidir:

“Burada çalışırken doğum yaptım. Son sıralı doğumlardan biriydi. Benden sonra zaten sendika girdi ve sıralı doğumu iptal ettiler. İki ay süre veriliyordu, bana ‘çalışmalara başlayabilirsin’ dediler. Yaptın yaptın! Yapmadığın zaman sıra başkasına geçiyordu.

Devamını Oku…

Kadının Beyanı Esastır, Tersini İspat Yükümlülüğü Erkeğe Aittir…

kadnn-beyan-esasKadınlara yönelik tacizin, cinsel saldırının, tecavüzün, şiddetin ve hatta kadın cinayetlerinin adeta sıradanlaştığı bir toplumda yaşıyoruz. Bunların sürekli gündemde olmasına rağmen, ne devletin önleyici önlemler almaya niyeti var ne de yargının erkekleri cezalandırmaya. Üstüne bir de ceza almadan salıverilen erkeklerin, patriyarkal bir dayanışma içinde diğer erkekler tarafından kadına haddini bildirmiş, şiddetinin haklılığı anlaşılmış, zafer kazanmış kahramanlar olarak el üstünde karşılanması var.

Devamını Oku…

THY Direnişiyle Dayanışma İçin Kadınlar Eylemde

thy2_kadinTHY hava yolu kadın direnişlerini desteklemek, onların beden ve emekleri üzerindeki cinsiyetçi baskılara dikkat çekmek için 4 Ağustos Cumartesi saat: 17.00’da Taksim THY Satış Bürosu önüde Sendikal Güç Birliği Platformu Kadın Koordinasyonu ‘SGBP) çağrısıyla biraraya gelen kadınlar eylem yapılıyor.  Devamını Oku…

Çare“siz” Değilsiniz, Çare “Biz” Olmakta

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Şiddet Gören Kadınlara Mektup;  

Çaresizlik, kadınların erkek şiddeti karşısında verdikleri tepkiler arasında sık sözü edilen bir durum. Yazı için klişe bir başlık seçilmesi tesadüf değil. 

Çünkü siyasetçiler, toplum ve medya aracılığıyla zihinlerimize kazınan, gündelik dilin içine sokulan her klişe, içinde barındırdığı söylem ile bizim algılama ve düşünüş biçimimizi etkiliyor.

Ve dil aracılığıyla oluşturduğumuz zihinsel temsillerimiz, bizim dünyayla kuracağımız ilişkiyi belirliyor.

 Dolayısıyla dil çoğu zaman ideolojik bir araç. Çare “siz”siniz klişesi de, ideolojiden bağımsız masum bir öneri değil.

Çaresizlik, medikalize edilen, bireyselleştirilen, bağlamından koparılarak psikiyatrik hastalık olarak işaret edilen pek çok deneyim gibi, kökü bireyde bir semptom, öznel bir algı olarak görülüyor çoğu zaman. Böyle bir tarifle, “çare sizsiniz” ve benzeri klişelerle, çözümün kişisel olanda, zihinde aranması gerektiği söyleniyor. Sistemin bizi çok çalıştırmak, rekabeti ve bireysel kurtuluşu amaç edinmemiz için zihnimize kazıdığı “çok çalışan başarır” miti gibi, çaresizlik duygumuzla bireysel bir mücadele vermemiz gerektiğini ima ediyor. Psikolojik bir semptom ise çaresizlik, antidepresan ilaçlarla geçirilebilir veya psikoterapi odalarında çözülebilir mi?

Çaresizlik en temel anlamıyla kontrolümüz olmadığı, bir şeyleri değiştiremeyeceğimiz duygusu. Peki nasıl oluyor da biz kontrolümüz olmadığı duygusuna kapılıyoruz? Bu bir algı mı, yoksa kontrolümüz olmadığı gerçeğinin farkındalığı mı? Gerçekten kontrolümüz var mı?

Şiddet ve militarizmin hüküm sürdüğü, baskı ve tehdidin özgürlükleri tahakküm altına aldığı, hukukun adalete değil iktidarlara hizmet ettiği bir ülkede kendimizi güvende hissetmek gerçekçi mi? Yoksulluk ve işsizlik dizboyuyken, özellikle çoğu zaman güvencesiz ve esnek işlere mahkum edilen kadınların iş yaşamında daha da dezavantajlı olduğunu bilirken, ekonomik endişeleri bir kenara koyup ilişki ile ilgili özgürce karar alabilmek mümkün mü? Karakola defalarca başvuran kadınların öldürüldüğü, şiddetin tanığı olan komşuların sessiz kaldığı ve suça göz yumduğu bir ülkede can güvenliğimiz var mı? Toplum dört koldan bizi eve kapatmaya, annelik ve ev kadınlığına hapsetmeye çalışırken, hekimler ve ruh sağlığı “uzmanları”, çocuk sağlığını koruma ve geliştirme işlevini sadece anneye havale ederken, dışarıya korkmadan ve suçluluk hissetmeden çıkabilmek kolay mı? Kontrol bizde mi?

Çaresizlik, birçok temel duyguyu içinde barındıran bir içsel deneyim. Veya daha doğru bir ifadeyle, tüm bu duyguların bir sonucu kendimizi içinde bulduğumuz bir durum. İçinde o güne kadar verdiğimiz kayıpların özlemi, üzüntüsü, utancı, suçluluğu ve öfkesi var. O güne kadar verdiğimiz kayıplar öyle çok ki. Bazen bizim yaşamımızın biraz ötesindeki o tanışmadığımız, sadece gazetelerde televizyonlarda suretlerini gördüğümüz o kadınların, bazen bizim yaşamımızın hemen yanı başındaki kadınların, komşularımızın, kuzenlerimizin, bazen yaşamımızın tam ortasındaki kadınların, annelerimizin ablalarımızın, bazen de bizzat kendi yaşamlarımızın yasını tutuyoruz. Yasını tuttuğumuz şey sadece ölüm değil. Gazetelerin sayfalarında canlı, cansız bedenlerimizin fütursuzca sergilenerek değersizleştirilmesinin, elimizden alınan mahremiyetimizin yası. Şiddetle, tehditle, baskıyla eve ve aileye hapsedilen bedenlerimizin alamadığı hazların, ruhlarımızın tadamadığı duyguların yası. Elimizden alınan öğrenme, gelişme, üretme, yaratma haklarımızın yası…Kadınların şiddet görmesine, öldürülmesine tanıklık etmenin utancı ve suçluluğunu hissediyoruz. “İnsan” diye tanımladığımız varlığın vahşi eylemlerine inanamıyoruz, “yok canım öyle değildir, insan bunu yapmaz, münferittir, hastadır” deyip inkar ediyoruz. Şok oluyoruz hakimlerin “haksız tahrik” kararlarını duyduğumuzda, kulaklarımıza inanamıyoruz polis şiddet gösteren kocaların kibarca kulağını çekip salıverdiğinde. Korkuyoruz, can güvenliğimizi kime emanet edeceğimizi bilemiyoruz. Öfkeleniyoruz, bazen o kadar öfkeleniyoruz ki, öfke duygusuyla ne yapacağımızı bilemeyecek kadar öfkeleniyoruz. Sorumlular o kadar çok ki, öfkemizi kime, hangi birine yönlendireceğimizin kararını verememekten bakakalıyoruz. İşte bu acı, suçluluk, öfke, korku birikiyor, “çaresizlik” oluyor, mıhlıyor bizi yerimize. Bu duygular öyle yoruyor ki bizi, kıpırdayacak halimiz kalmıyor bazen. Geçmişin yasını tutmaktan geleceğe yürüyemez oluyoruz. Korku birikiyor, adım atmaya cesaret edemiyoruz. Topluma ve o toplumun kurumlarına güvenmiyor, bir şeylerin değişebileceğine inanamıyor, değiştirecek güce sahip olmadığımızı düşünüyor, var olan duruma katlanmaya çalışıyoruz.

Çalışıyoruz ama katlanmak mümkün mü gerçekten? Katlandığımızı zannediyoruz sadece, aslında katlanabiliyor, tolere edebiliyor falan değiliz, çıkıyor bir yerden o acılar, yer değiştiriyor öfkeler. Ya kendimize yöneltiyoruz öfkeyi, ya çocuğumuza, veya bedenimizde bir hastalığa dönüşüyor, gösteriyor yine kendini. Ya da yasımız gün geçtikçe, sustukça katlanarak daha da büyüyor, biz aslında katlanamadığımızın farkına varana dek bir gün.

Deneyim içsel, yani çaresizlik bedenimize, zihnimize, ruhumuza içkin. Bizi bu deneyime götüren süreçler ise dışsal, bizim dışımızda. Ve bizi bu ketleyici deneyimden çıkararak derdimize derman olabilecek süreçlerin büyük bir kısmı da bizim dışımızda. BİZ olmakta…Evet yalnızken gücümüz çok sınırlı, hatta bazen gücümüz yok. Kocaman bir dünyada küçücük hissediyoruz. Ulaşmaya çalışacağımız yer yüksek bir tepe gibi görünüyor bize. Bulunduğumuz yerden daha da yüksek görünüyor. Durduğumuz o yerden zirveye bakıyor, o kadar yolu nasıl çıkacağımızı düşünerek, “enerjim yok”, veya “zaten ulaşamam” veya “yolda ayağım takılır düşerim” diyerek vazgeçiyoruz. Yere eğiyoruz gözlerimizi. Aslında zirve falan yok, bir sürü farklı yolculuk var bizi bekleyen, bizi büyütecek, her seferinde yere daha sağlam basacağımız yeni yeni yolculuklar. Üstelik yalnız olmayacağız ki. Bize eşlik edecek bir sürü kadın var yolda. Yola çıkmış başka kadınlarla buluşacağız hemen yanı başımızda. Kadın örgütleri, sığınaklar, avukatlar, psikoterapistler, kızkardeşler, dostlar hep yanımızda olacak. Karşılaşılacak engellerle de yalnız değil, birlikte mücadele edeceğiz, dayanışmayla.

Bize yüksek bir zirve gibi görünen o yere bakmayı bırakın, gözlerinizi yerden kaldırın, yanıbaşınızdaki o kadınları fark edin, küçük bir adım atın. Sonra bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha…

Evet çok emek vereceğiz, yorulacağız, bazen bir adım ileri iki adım geri düşeceğiz. Öyle hemencecik de olmayacak. Zaman gerekecek, bir zanaatkar gibi ince ince işleyeceğiz. Deneye yanıla, düşe kalka yürüyeceğiz. Ama nihayetinde bir zanaatkarın ürünü gibi, biricik, çok değerli, baktığımızda bizi gülümseten, mücadele etmeye değer bir yaşam olacak ulaştığımız o yer.

Pınar Önen

Israrlı “Erkeklik” Halleri…

Ayşe Yılbaş davası karar duruşması  23 Mayıs Çarşamba Saat 10.00’da Çağlayan 4.Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

ayseyilbas4a55

Kadın cinayeti davalarını takip ederken çok şey öğreniyoruz. Bu davaları izlerken ana hedefimiz katillerin daha ağır ceza almaları değil. Bu davalar görünür olsun, yargı erkeklik indirimlerini uygulamasın ve kadın cinayetlerinin önlenmesi için bir baskı mekanizması oluştursun istiyoruz. Bu isteğimizi kısmen gerçekleştirdiğimizi söylemek de abartılı olmaz. Bugün toplumun her kesiminde kadın cinayetlerinin tartışılır ve bilinir olmasında, erkek şiddetine karşı çözümler aranmasında dava takip sürecinin etkisi reddedilemez. Takip ettiğimiz davalarda katillerin ağır ceza almalarının ve erkeklik indirimlerinin kararlara yansımamasının ise kadınları ezen, kadına şiddeti hak gören ve meşru sayan erkeklerde caydırıcı bir etkisi olduğunu umuyoruz.

Devamını Oku…

Adalet Bazen Adaletlidir!

10.03.2010 günü özel ders verdiği evden çıkıp evine gitmek üzere yolda yürürken iki tecavüzcü tarafından kaçırılan, tecavüze maruz bırakılan, parası gasp edilen ve öldürülme tehdidi yaşayan kadının ve onunla dayanışma gösteren feminist kadınların iki yıldır süren mücadelesi sonuç verdi!Devamını Oku…

Mamak Kitabı

mamak-kitabHülya Üstün

Önce, “anlatan” kadınların ad­larını yazalım… Adile, Ayfer, Ayşe, Feride, Güneş, Hayat, Meral, Pamuk, Seher, Sema, Sezgin, Sükun.

Kitabı okurken, sanki birimizin evinde bir araya gelmiş, ara ara tüylerimiz di­ken diken, bir ara gözlerimiz dolu, hop kalkıp hop oturarak, daha çok gülerek, anlatıyormuşuz hissine kapıldım sık­ça… Anlatılara kapılıp, okumayı unu­tarak yaşadıklarımı düşünür, “ama bir yandan da böyleydi…” diyerek kendi kendime konuşur oldum. Meral Akbaş, kitabın başında, ‘sözlü tarih’ yöntemini neden, nasıl seçtiğini (çok da iyi yapmış) alıntılar yaparak açıklamış; böylece, bu bölümdeki anlatı da gayet güzel bir biçimde kitabın ama­cına dahil olabilmiş. Kitap boyunca da bu yöntemden ayrı düşmemek için çok dikkatli davranılmış. Kitap’ta, 12 Eylül öncesi ve sırasını, okuldan bozma bir cezaevi olan ‘iki yıllık’ı, bir “hoş geldin işkencesi” ala­nı olan Mamak cezaevi girişindeki ‘kafes’i, ‘tabutluk’u, Mamak cezaevi­nin 12 Eylül öncesi ve sonrasını, A ve C blok kadınlar koğuşunda yaşananları ve dışarıda karşılaşılan dünyayı anlatmakta kadınlar.

Devamını Oku…