Katilleri biliyoruz! Adaletin tecelli etmesini istiyoruz.
13 Şubat Perşembe günü gözümüz Muğla 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde!
Kadına yönelik erkek şiddeti azalmadan sürüyor, her gün yeni bir kadın cinayeti haberiyle güne başlıyoruz. Kadın cinayetlerinin sayısını devletin çelişen açıklamaları nedeniyle tam olarak bilemiyoruz. Resmi makamlardan gelen sayılarda, basında çıkan haberler yoluyla tutulan çetelelerdeki rakamlarda kadın cinayetlerinin hız kesmediğini, her gün bir kadının öldürüldüğünü görüyoruz.
“Medyadan; ‘nüfuzlunun’ ve ‘erkek’in yanında olan taraflı habercilik değil, gerçekleri ifşa etmesini; mahkeme’den suçluları gizleyen, koruyan bir yargılama değil adaleti tecelli ettirmesini istiyoruz” diyen İstanbul Feminist Kolektif basın açıklaması yaptı. Hazırlanan metni paylaşıyoruz:
Aslı Baş davasında erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz!
İntihar değil cinayet!
Bütün failler yargılansın!
Kadın cinayetlerinin istatiksel değerinin düşmesi ile “övünen” hükümetin söylemlerinin aksine, Türkiye’de kadın cinayetlerinin işlenme biçimlerinin değişiyor; cinayetlerin durmamasının yanı sıra failler yargılanmıyor, gereği gibi cezalandırılmıyor.
Erkeklerin her gün 3 kadını öldürdüğü, “yargı”, “devlet” ve “medya” işbirliğine her gün tanık olduğumuz bu ülkede, cinayetin delilleri, silahları, işlenme biçimleri değişiyor belki ama öldürülenlerin kadınlar, öldürenlerin erkekler ve işbirlikçilerin yargı, medya ve devlet olarak kalmaya devam ettiği bu gerçeklik karşımızda, tanıklıklarımızda, gazetelerde ve tıpkı Aslı Baş’ın düşmesinin kaydedildiği video görüntüleri gibi ekranlarımızda…
Özlem Barın
Yıllardır N.Ç. davası olarak bilegeldiğimiz, bir kent eşrafının bir kız çocuğuna toplu tecavüzü davası sadece feministleri değil, vicdanlı vicdansız, aklı başında herkesi ürpertecek, ürkütecek şekilde sonuçlandı: 13 yaşında bir kız çocuğunun toplu tecavüzlere rızası vardı!
Tecavüz ve cinsel saldırı davalarında adaletin, uygun cezalandırmanın yerine getirilmediğine ilk kez tanık olmuyoruz; bu ilk hayal kırıklığımız değil. Delil yetersizliği bahanesiyle, delillerin karartılmasıyla, hukuksal tanımların yetersizliği gerekçesiyle, erkek dayanışmasıyla, cinsiyetçi ve kadın düşmanı önyargılarla, ama illa ki erkekleri korumaya içilmiş antla adaletin yerine gelmediğine binlerce kez tanık olduk. N.Ç davasında erkek egemen yargının erkekleri korumak, kollamak için sınır tanımadığı yüzümüze vuruldu bir kez daha. Elbette bu kararı herkesin vicdanında mahkûm eden N.Ç.’nin bütün bunlar olurken bir çocuk olmasıydı, üstelik de “çocuğun rızası” gibi zaten hukuksal meşruiyeti olmayan bir kavramdan yeni düzenlemelerle çoktan vazgeçilmişken. N.Ç davası son değildi ne yazık ki. Yine bir lise öğretmeninin kız öğrencisine tecavüzü davası benzer şekilde sonuçlandı. Rızasının olmadığını en çok söyleyemeyecek durumda olanlara “rızan vardı” demek, zalimlerin bir eğlencesi olsa gerek. Hazır yol açılmışken devam ediyorlar. Son zamanlarda kadının rızasının sorgulandığı, rızasının arandığı, yargılamanın kadının davranışlarına yöneldiği birçok tecavüz, cinsel saldırı davasına tanık olduk, oluyoruz. Benim bu yazıdaki amacım, “rıza” kavramının kendisini mevcut yasalardan bağımsız bir şekilde tartışmak. Temel sorunum, kavramın kendisinin tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında meşru bir kullanımının, özellikle meşru hukuksal kullanımının olup olamayacağı. Bunu tartışabilmek için kısaca rıza kavramının tarihsel izini sürmekte fayda var.
Her şeyden önce rıza kavramının burjuva liberal ideolojinin ve onun dayanağı olan toplumsal sözleşme kuramlarının temel kavramı olduğunu akılda tutmakta fayda var. Yine, rıza kavramı özel mülkiyet üzerinden tanımlanan özel alanın ve bireysel hakların korunmasında temel hukuki kavram olarak ortaya çıkıyor. Kişinin rızası olmadan kimse kimsenin özel alanına girme, özel bilgilerine ulaşma, onun adına konuşma ve karar verme hakkına sahip değildir. Ancak rızanın olması, yani izin verilmesi, hak durumunu dönüştürür. Burada rıza kavramının, eşit bireyler arası bir ilişkinin var olduğu, herkesin özgür iradesi ile karar verme hakkı olduğu, kararının sorumluluğunu taşıması gerektiği ve kararından yine kendi özgür iradesiyle ve zorla karşılaşmadan vazgeçebileceği varsayımlarına dayandığını söylemeye gerek yok. Rıza kavramının tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında ve davalarında merkezi bir kavram olarak karşımıza çıkmasıysa çok eskilere gitmiyor. Kavramın bu kullanımının daha ileri bir sorgulamasına geçmeden önce, belli bir tarihsel aşamada hukuksal bir kazanıma işaret ettiğini atlamamak gerekiyor.
Tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında şiddet, zor kullanımı ve mağdurun direnmesi şartını arayan yasalara karşı feministler, bu şartların birçok tecavüz durumunu yasa dışında bıraktığını hep söylediler ve yasaların daha kapsayıcı kılınmasını talep ettiler. Hane içi tecavüz, şiddet kullanımına gerek olmayan durumlarda tecavüz (örneğin, bayıltma, kilitlenme, bilincini yitirme, çocuk tecavüzleri gibi durumlarda), tehdit altında direnç gösterememe gibi durumlarda gerçekleşen tecavüzlerin yasa kapsamına alınmasının arkasında feminist mücadeleler olageldi. Şiddet ve direnç şartı yerine rıza şartının getirilmesi, yani şiddet ve cevabı direnç olmasa dahi, mağdurun rızasının olmadığı her cinsel ilişki ya da ilişki girişiminin tecavüz ve cinsel saldırı sayılması ve suç kapsamına alınması bir kazanım. Bu bile ancak kısmi olarak kazanılmış durumda. Halen birçok Batı ülkesinde tecavüz yasaları direnç göstermiş olma şartını kaldırmış olsa da –ki her yerde kalktığını söylemek hata olur- zor kullanımı şartını rıza şartına ekliyor.
Tecavüzün sadece rıza kavramı üzerinden tanımlanması gerektiğini söyleyen, rıza kavramını daha ileri düzeye taşıyan liberal feministler oldu. Cinsel ilişkinin karşılıklı rızaya dayalı bir sözleşme olarak yorumlanması, hem geleneksel olarak kadınların kocalarına tabi durumlarını aşındırmak hem de devletin ve toplumsal kurumların cinselliği düzenleyici ve kontrol edici uygulamalarına direnmek açısından anlamlıydı. Liberal feminizm açısından cinsel sözleşme kuramı karşılıklı rızanın olmadığı cinselliğin mahkûm edilmesi kadar, karşılıklı rızaya dayalı her türden cinselliğin toplumsal olarak meşru kılınması, onaylanması anlamına da geliyordu. Heteroseksüel dayatmaya karşı çıkmanın yolu da buradan geçiyordu, pornografi ve fuhuşun rızaya dayalı olduğu müddetçe yasal kılınmasının ve bu sektörde çalışanların haklarının ve sağlığının güvence altına alınmasının yolu da.
Liberal feminizmin hesaba katmadığı, hetero-patriyarkal sistemin zorlayıcı güç kullanımının çeşitliliği ve bu yolla rıza ürettiği gerçeğiydi. Süregiden hetero-patriyarkal sistemde, eşitler olarak var olamayacağımızı, hukuken ya da dışarıdan rıza olarak tanımlanan birçok durumun arkasında eşitsiz güç ilişkilerine zorunlu tabiiyetin ve zor kullanımının yattığını göz ardı ediyordu. Liberal feminist cinsel sözleşme kuramcılarına ve bu bakışla hazırlanmış tecavüz yasalarına en şiddetli eleştiri radikal feministlerden geldi. Özellikle Catharine MacKinnon, Marx’ın emeğin rızaya dayalı mübadelesi çözümlemesine atıfta bulunarak hetero-patriyarkal sistemin de kadınların rızasını kendi normlarına göre ürettiğini, her rızanın ardında kadınların pasifleştirilmesinin yattığını öne sürdü[i]. Rızadan bahsederken hetero-patriyarkal bir toplumda cinselliğin erkek cinselliğine referansla kurulduğunu, burada da gücün belirleyici olduğunu yok sayabilir miyiz? Erkeklerin aktif, güçlü, saldırgan, arzulayan, başlatan kabul edildiği; kadınlarınsa arzunun nesnesi ve pasif alıcıları olarak zevk almalarının beklenmediği, sadece kabul etmelerinin yeterli görüldüğü bir toplumsal düzende rızadan bahsetmek anlamlı olabilir mi? Gücün erotikleştirildiği, güçsüzlerin kadınsılaştırıldığı, cinsellik ve şiddetin zaten iç içe geçtiği, kadınsı cinselliğin pasif ve mazoşist olarak kodlandığı, zora dayalı seksin normal seksin bir parçası olduğu bir cinsellik düzeninde güçsüz kılınan tarafın evet ya da hayır demesinin bir anlamı kalmıyor. Hayır evet, evet “yetmez daha fazla zorla” anlamında alınıyor. Bu koşullarda rıza kavramının temel belirleyici kavram olmasında ısrar etmek, birçok güç ilişkisini gizlemeye, zor kullanımını meşrulaştırmaya yaramaktan öte bir anlam ifade etmeyebilir. Feministler olarak tam da bu güç ilişkilerini, kadınların susturulmasını, şiddete, güce, erkeğin arzusuna rıza göstermek durumunda kalışlarını görünür kılmaya çalışıyoruz. Rıza kavramı tam da kadınların ve kadınsılaştırılanların özgür iradesini, cinsel edime iradi katılımını, otonomisini, bir fail olarak cinsel edim içinde bulunmasını ve zevk arama hakkını yok sayıyor, hatta gereksizleştiriyor.
Batı’da rıza kavramını merkeze alan birçok yargılama, dava sonucu da gösteriyordu ki bu kavram kadınların, mağdurların lehine değil, aleyhine işletiliyor. Beyan esas alınmadığı müddetçe kadının rızasının olup olmadığını kim bilebilir, kim saptayabilir? Yaşananın tecavüz olup olmadığına bu durumda kim karar verecek? Tecavüze uğrayanın beyanı, en iyi ihtimalle nesnel yargılama, masumiyet karinesi ve savunma hakkı gerekçesiyle, ama aslında kadınların fettan olduğu gerekçesiyle zaten esas alınmıyor. Bu durumda geriye kalan tek şey “mens rea”ya, yani suçlananın suçu işlediği andaki zihinsel durumuna başvurmak kalıyor, hukuk da bunu güvence altına alıyor. Erkek tarafın suçsuz olduğunu kanıtlamasının koşulu ise, mağdurun rızasının olduğuna samimi bir şekilde inanmış olduğunu ifade etmesi, yargılayanları buna ikna edebilmesine indirgeniyor. Bu durumda suskunluk da, giyilen kıyafet de, kadehin tutuluş biçimi de, kadının geçmiş cinsel yaşantısı da rıza kabul edilir. Burada temel sorun bence, rızanın olduğunun sanılmasının cinsiyetçi önyargılarla kabul ettirilmesinden çok, yani yargının bu cinsiyetçi kabulleri paylaşmasından çok, tecavüz, cinsel saldırı gibi bir kişinin bedensel ve ruhsal, en mahrem bütünlüğüne yönelmiş bir edimin gerçekliğinin ve anlamının bu edimde bulunanın algısına ve yorumuna terk edilmesi. Hâlbuki bunun mağdur için bir anlamı vardır, tecavüzcü için değil. Kadının beyanını nesnellik arayışında temel almayan bir yargılama, nesnelliği tecavüzcünün algısına indirgemiş oluyor. Kadının beyanının esas alınmadığı, rıza gibi edilgin anlamlara sahip, erkek cinselliğine referansla kurulmuş bir kavramla hareket edildiğinde bu zaten kaçınılmaz.
Bitirirken iki şeyin altını çizmekte fayda görüyorum. Birincisi hukuksal kavram ve ilkelerin a priori olmadığı, ancak belirli tarihsel koşullarda güç ilişkileri içinde belirlendiği. Kadının beyanın esas alınması talebimize karşı masumiyet karinesinin öne sürülmesinde de bunu akılda tutmak gerekiyor. Evet bu ilke, yani masumiyet karinesi, savunma hakkıyla birlikte mücadeleler sonunda elde edilmiş bir kazanımdır. Tarihsel olarak, bireyin baskıcı devlet karşısında, suçlanan güçsüzü suçlayan güçlü karşısında ya da bireyin eşitleri karşısında korunmasını güvence altına alır, burjuva hukukunun direğidir. Ama suçlanan güçlünün suçlayan güçsüz karşısında korunmasını temel almaz; en azından bunun için mücadele edilmemiştir. Patriyarkal güç ilişkileri içinde hukuk önünde kadınları erkeklere karşı koruyacak bir ilke talep ediyoruz; bu tam da hukukun esasına ilişkindir.
Bir diğeri ise rıza kavramına karşı çıktığımızda yaptığımız, post feministlerin iddia ettiği gibi kadınları “kurbanlaştırmak”, cinselliği olumsuzlamak değil. Tam da temel olanın pasif rıza değil, kadınların kendi iradeleri ile cinselliğin faili, aktif katılımcısı, yürütücüsü, arzusunun tatminini arayan, zevk talep eden, zevk alan otonom özneler olarak kabul edilmeleri olduğunu söylüyoruz. Çünkü aksi, rıza olsa da olmasa da tecavüzdür. Ya da kadınları “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” demeye mahkûm etmektir.
[i] Catharine A. MacKinnon, Toward a Feminist Theory of the State, 1989.
Cemre Baytok
Nafiye Yılmaz kendisine iki yıl boyunca tecavüz eden Ali Kalkan’ı 2011’de öldürdü. Gaziantep 4. Ağır Ceza Mahkemesi Ekim 2012’de meşru müdafaa gerekçesiyle Nafiye’nin beraatine oy çokluğuyla karar verdi.Devamını Oku…
Hacer 49 yaşında dul kalıp da eli ekmek tutan çocukları da hayırsız çıkınca, sevap işlemeye meraklı konu komşu kolları sıvayıp ona yeni bir koca buldu. “Yaşı biraz geçkince ama hem evi hem maaşı var; can yoldaşı olursunuz”, dediler. Hacer, “hükümet nikâhı” diyecek oldu ama adamın çocukları, babaları ölünce mirastan Hacer’e pay düşer endişesiyle karşı çıktılar. Neticede Hacer pılısını pırtısını toplayıp adamın evine taşındı, imam nikahı kıyıldı, ortak yaşam başladı.
O. Meriç Eyüboğlu
Ayşe Yılbaş aramızdan ayrılalı 4 yıl oldu.
Karar ‘erkeklik indirimi’nedeniyle bozuldu.
Yargılama sürüyor…
Ayşe Yılbaş… 2007 yılının son aylarında, galiba üç-dört kez görüştük. Ne çok zaman geçmiş! Biliyorum ki pankartlarda, dövizlerde, göğsümüze iliştirdiğimiz kokartlarda fotoğrafları olmasa, yüzünü hatırlayamayacağım…
Ayşe’nin ölüm haberi bir Cuma günü öğlen saatlerinde telefonla iletildi. Takvimler 22 Şubat 2008’i gösteriyordu… Boşanmaya çalıştığı, kendisini bir Cuma günü öğlen saatinde/ezan vaktinde öldüreceğini defalarca söyleyen; Astsubay Kıdemli Çavuş, (göğsünü gere gere söylediği gibi Jitem’ci) Hüseyin Güneş Özmen tarafından öldürülmüştü.
Avukatı olduğum için bana haber veriyorlardı…O zamana kadar hiç böyle bir ölüm haberi almamıştım. Epey bir süre ne yapacağımı bilemedim.
Ayşe, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğrenciydi. Artık son senesiydi, katilinin hayatında yol açtığı tüm zorluklara ve imkansızlıklara rağmen, eninde sonunda Üniversiteyi bitirecek ve doktor olacaktı… Ama ölüm mahalli, o esnada staj yapmakta olduğu Nöroloji servisinin koridorları oldu…
Cerrahpaşa’ya gittiğimde savcı da gelmişti. O sırada bölük pörçük öğrendim; bir şarjör yetmemiş, ikinci şarjörü de boşaltmış… Ayşe (muhtemelen dönüp kaçmaya çalışırken) ilk olarak kafasının arkasından vurulmuş. Sonraki kurşunların tamamı da doğrudan kafasına ve göğsüne isabet etmiş. Toplam 15 kuşundan sadece bir tanesi öldürücü olmayan bir uzva, koluna gelmiş.
Yetmemiş, ceketiyle Ayşe’nin üzerini örtmüş, soğukkanlılıkla başında beklemiş. Teslim olmamış, ben jandarmayım, jandarmaya teslim olurum diye bağırarak, Ayşe’nin yanına kimseyi (sağlık çalışanlarını) yaklaştırmamış…4 ya da 5 güvenlik görevlisi tarafından etkisiz hale getirildiğinde, Ayşe’ye ulaşıp ilk müdahaleyi yapan hekimlere “yoksa ölmedi mi?” diye soracak kadar aklı başındaymış… Götürülürken tekbir getirmeyi ihmal etmemiş…
O gün iki şey istiyordum, bunu çok net hatırlıyorum. Evime gitmek ve bir daha çıkmamak… Bir de Ayşe’nin “beni öldürecek biliyorum” dediği anı unutmak… Hadi canım demiştim, o kadar kolay mı? Belki burası dağ başı mı? diye de eklemiştim. Çünkü O’na inanmamıştım. Ölümün bu kadar yakınında olduğuna…
O günlere ilişkin hatırladığım bir başka an da, Küçükçekmece Sulh Ceza Mahkemesi’ne yazdığımız dilekçe… Ayşe ve annesi, katil hakkında şikayetçi olmuştu. Tehdit, hakaret ve darp nedeniyle…(Aslında böyle bir sürü dava vardı). Duruşması yakındı bu nedenle Mahkemeye hitaben bir dilekçe kaleme aldık, “şikayet dilekçesinde yer alanlar gerçekleşti, müvekkilimiz sanık tarafından öldürüldü” diyen…
Yargılama sürecini onlarca feminist avukat ve feminist aktivist birlikte takip ettik. Ama sanık ve vekili tarafından iddia edildiği gibi, Ayşe Yılbaş aramızdan birilerinin müvekkili olduğu için değil… Bunun bir kadın cinayeti davası olduğunu düşündüğümüz için. O yıllarda ne “kadın cinayeti” kavramı biliniyordu, ne de “haksız tahrik” indiriminin istisnasız tüm kadın cinayeti davalarında uygulandığı ve erkek katilleri koruduğu bilgisi yaygınlaşmıştı. Feminist hareketin bu davayı sahiplenmesinin asıl nedeni bu politik tespitleriydi. Tabii bir de Ayşe’nin yaşadıklarının bize yabancı olmaması, hatta pekçoğumuz için tanıdık olması…
Bugünden bakılınca geldiğimiz noktanın, kadın cinayetlerine ilişkin oluşan bu “duyarlılık” ve “farkındalığın”, hatta Türk Ceza Kanunu’nun 29. Maddesinde yer alan “haksız tahrik” indirimi konusunda bile yol alınmış olmasının, Ayşe Yılbaş davasıyla ilk adımlarını attığımız feminist kampanyadan geçtiği görülüyor.
Biz bir yandan katilin ceza alması-adaletin yerini bulması, diğer yandan devletin kurumlarının, somut olarak da yargının cinsiyetçi bakış açısından kaynaklanan “haksız tahrik” indirimlerini uygulamaması, kadın kurumlarının neden taraf olduğunun, neden davaya müdahil olmak istediklerinin anlatılması/anlaşılması için çaba harcadık.
Katil ve sanık avukatı ise, ceza almamak için ellerinden geleni yaptılar. ‘Şuuru yerinde değildi’, ‘şizofrendi’, ‘cezai ehliyeti yoktu’, ‘seviyordu, perişan oldu’, ‘çocuğu için yaptı’, ‘derin bir elem ve gazap içindeydi’, ‘onlarınki bir aşk hikayesiydi, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı kadar birbirlerini seviyorlardı, her şey Ayşe’nin ailesi yüzünden oldu’ …tüm kadın cinayeti davalarında ileri sürülen gerekçeleri, ardı ardına sıraladılar.
7 Mayıs 2008 tarihinde başlayan yargılama, 28 Temmuz 2009 tarihinde sona erdi. Hüseyin Özmen, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı.
Bu karar Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından katil Hüseyin Özmen’in lehine bozuldu.
Yargıtay’ın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını oy birliğiyle bozmasının gerekçesi ise sanığın bu cinayeti tasarlayıp-tasarlamadığının, planını sabırla ve ısrarla uygulayıp-uygulamadığının, öldürme kararını ne zaman verdiğinin belli olmadığı “kanaati” (!)
Bu cinayetin önceden tasarlanıp işlendiğini gösteren bunca delil varken, bozma kararı verilmesini anlayabilmek güç. Feminist cepheden bakınca ise bu durumun adı belli; “erkeklik indirimi”
Ayşe…buralardan gideli ne çok zaman oldu. Ama hâlâ ailesi ve oğlu Berkay “adaletin tecellisini” bekliyor. Son olarak 21 Şubatta, yani ölüm yıldönümünden bir gün önce duruşması görüldü. Katili bir kez daha görmek, “kadın örgütlerinin menfaat temini amacıyla bu davayı takip ettiklerine ilişkin” zırvalıklarını dinlemek zorunda kaldık.
Avukatı istifa etti ama çook geç kalmış bir istifa… Zaten sanığın tutuklu kaldığı süre düşünülünce iyi niyetli olarak kabul edilmesi de zor görünüyor. Zaman kazanmak/yargılamayı uzatmak için yapılmadığını düşünmek ne kadar mümkün!? Nitekim Baro’dan yeni avukat atanacak, biraz zaman geçecek. Sanık “hakimin reddi” talebinde bulundu, prosedür işleyecek, biraz daha zaman geçecek. Eminim bu aşamadan sonra bir şeyler daha bulup-buluşturacaklar…biraz daha zaman geçecek. Sanık belki de, yargılama sona ermeden dışarı çıkacak. Ne mi olacak? Yaptığı yanına kar kalmış olacak, sürekli olarak anneanne ve dedeyi rahatsız edecek (içerdeyken de çeşitli kereler şikayetçi oldu, oğluna iyi bakılmadığını, dövüldüğünü falan iddia etti), oğlunu almaya çalışacak… (herhalde annesini 15 kurşunla vahşice öldürdüğünü övüne övüne anlatacak!!!)Olmadı yeniden öldürecek…3-5 yıl yatıp çıkacak…
Ne olursa olsun…feministler ve feminist avukatlar olarak bu davanın peşini bırakmayacağız.
Son olarak ve tekrar pahasına belirtmeliyim ki; Ayşe Yılbaş’ın davası, yargının cinsiyetçiliğini ve somut olarak da “haksız tahrik” indirimlerini gündemleştirmemiz, 4320 sayılı Kanun çerçevesinde verilen koruma kararlarının ne denli etkisiz olduğunu anlatmamız, bu davaları takip etmemizin/müdahil olmamızın sonuçlarını kamuoyuna yansıtmamız yönlerinden bir İLK’ti. O’nun davası vesilesiyle başlattığımız “kadın cinayetleri politiktir” kampanyasının feminist harekete ne kattığı, daha da önemlisi “kadın cinayeti” davalarını nasıl etkilediği ortada…
Ayşe Yılbaş davasıyla başladığımız yolculuk, bu davaların bir başka sembol ismi olan Ayşe Paşalı davasında, katil erkeğe “haksız tahrik” indirimi uygulanmamasına neden oldu… Böylesi kararlar umudumuzu arttırıyor. Ama ne olursa olsun öncelikli isteğimiz; öldükten sonra “adalet” değil, özgür, eşit ve güvenli yaşama hakkı…
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kadına Yönelik Şiddet Suçlarında “Suçtan Zarar Gören” midir Hakikaten?
8 Mart Günü AKP’nin popülarist salvosuyla apar topar meclis gündemine taşınan yeni şiddet yasamız, iyice tırpanlanıp feminizmden “temizlendikten” sonra, 20 Mart 2012 günü yürürlüğe girdi.
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, AKP’nin şiddet meselesini aile içinde çözme anlayışının bir ürünü olarak oluştu.
Manisa 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 4.duruşmasında çıkan karar sonucunda Şefika’nın katili İbrahim Etik ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı.
Tecavüz suçlarında ‘kadın ceza hukuku’ adaletin neresine düşer?
Bu yazının konusu, politik olarak cinsiyet temelli fiili eşitsizliklerin beslediği şiddet ve ayrımcılık ile, en önemli sanık haklarından olan savunma hakkı. Ne var ki, gerek uzun tarihsel geçmişine, gerek savunma hakkının katledildiği davalara, gerekse de bu ülke topraklarında öldürülen, tecavüze maruz kalan, şiddet gören on binlerce kadının, faillerin savunma hakkı gerekçe gösterilerek hukuk düzeninden nasıl itildiği, burada açıklamakta eksik kalacağımız kadar geniş ölçekli bir konu.
27 Nisan’da yine Fethiye’deyiz!
Feministler yıllardır kadınlara yönelik tecavüz ve cinayet davalarını takip ediyorlar, kadınlara yönelik sistematik şiddete görünürlük kazandırmaya çalışıyorlar. ‘Taciz ve Tecavüze Son İnisiyatifi’ adına katılım çağrısı yapılan Fethiye’deki toplu tecavüz davası da başından beri kalabalık bir kadın katılımı ile takip ediliyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Muğla ve Antalya’dan feminist aktivist ve avukatlar da her duruşma günü Fethiye Adliyesi’nde oluyoruz.Devamını Oku…
Çocukken günler bitmeyecek gibidir, her an heyecanlı ve anlamlıdır sanki. Okulu, ailesi, arkadaşları, köyü/mahallesi olan bir çocuksunuzdur işte…
Günler çoktur, insanlar iyidir. Herkes dosttur, hemen akraba sıfatları eklersiniz yenice tanıştığınız birinin adının önüne. Her yetişkin kadın teyze, yetişkin adam amcadır. Geçen uçaklara el sallarsınız ne taşıdıklarını düşünmezsiniz pek.
Ama tüm çocuklar için değil maalesef; göğe gözlerini dikip bir uçağın geçişini seyretmesine kalmadan bombalar iner bir çocuğun bedenine, ya da bir diğeri bedeninde 13 kurşun bulur çocukluğun bitmeyecekmiş gibi gelen günlerini göremez… Devamını Oku…
Ayse Yılbaş, boşanmak üzereydi; dava uzun sürmüştü… Boşanma avukatlığını, Meriç ve Birsen üstlenmişlerdi. Boşanma sırasında, Katil Hüseyin Özmen, Ayşe’nin 1 yaşından küçük çocuğunu kaçırmış ve Ayşe’ye göstermemişti. Ayşe, çocuğu polis zoruyla ve avukatların çabasıyla geri almıştı. Annesiyle yaşıyordu; Cerrahpaşa Tıp’ta Stajyer öğrenciydi.
Hüseyin Özmen astsubaydı. Bölge’de görev yapmıştı uzun yıllar. Ayşe’yi öldürdükten sonra soğukkanlı olmasını açıklamak için Özmen’in kadın avukatı, “müvekkilim yıllarca Güneydoğu’da görev yaptı, ölülere alışkın” demişti.
Şefika Etik, Türkiye’de her gün öldürülen kadınlardan biri. 6 Ekim 2011 tarihinde boşanmak istediği kocası tarafından öldürüldü. Kamuoyu onu Habertürk’ün medya şiddeti olarak tanımladığımız, sürmanşetinde yayınladığı, sırtından bıçaklı fotoğrafıyla tanıdı.
Şefika Etik 20 Eylül tarihinde, kocasının uyguladığı şiddete isyan etti ve karakola başvurup şikayetçi oldu. Kendi talebi üzerine Kadın Sığınma Evi’ne yerleştirildi. Sığınakların amacı kadınların şiddetsiz bir yaşama geçiş yapabilmelidir. Sığınakların yerleri ve sığınaklarda kalan kadınların bilgisi gizli tutulmalıdır. Şefika Etik’in yeri ise kocası tarafından tespit edildi ve sığınaktan çıkmaya ikna edildi. Bir başka deyişle sığınak görevlilerin “arabulucuk” yapması sonucu ölüme gitti. Evine gider gitmez kocası tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Devlet bir kadını daha korumadı. Devletin, failler ile kadınlar arasındaki uzlaştırma ve arabuluculuğu kadınları öldürüyor!
Nasıl oluyor da şiddet uygulayan erkek sığınma evinin yerini bilebiliyor? Nasıl oluyor da sığınma evinden çıktıktan iki saat sonra canından olan Şefika’nın ölümünün sorumluluğu ”kendi isteğiyle gitti” cümlesiyle devletin/kadından sorumlu bakanlığın üstünden atılabiliyor? Nasıl oluyor da hergün üç kadının öldürüldüğü bilindiği halde kadınların sığınma evinden şiddet ve ölüm yuvası evlerine geri dönmesi engellenmiyor?
Bu soruları ısrarla devlete sormaya devam ediyoruz. 23 Ocak 2012 tarihinde ilk celsesi görülecek Şefika Etik cinayeti davasını feministler olarak takip ediyoruz.
Biz kadın örgütleri kadın cinayeti davalarında “tarafız, müdahiliz”. Biz, feminist kadın örgütlerinin müdahillik taleplerini kabul etmeyen mahkemelere rağmen müdahiliz. Kadın cinayetlerine failler lehine indirim uygulayan mahkemelere rağmen müdahiliz. Biz erkek zihniyete rağmen, erkek adalete rağmen, kadın örgütleri olarak, kadına karşı işlenen her suçtan zarar gören ve her davaya taraf olan feminist kadınlar olarak, kadına yönelik şiddet davalarının tarafı ve 7/24 takipçisiyiz!
İstanbul Feminist Kolektif/Kadın Cinayetlerine İsyandayız Kampanyası
Manisa’da kocası İbrahim Etik tarafından 6 Ekim 2011’de öldürülen ve Habertürk gazetesinin cesedini alenen ve ikinci kez mağdurlaştırarak sürmanşetten yayınlamasıyla gündeme gelen Şefika Etik’in davası 23 Ocak’ta başladı. İstanbul Feminist Kolektif, Habertürk’teki haberin veriliş tarzını, kadına yönelik erkek şiddetini pornografikleştirmek ve şiddete özendirmek sebebiyle protesto etmişti. Davanın ilk duruşması feministlerin bu protestolarında ne kadar isabetli olduklarını bir kez daha doğruladı.
Şefika kocasından sürekli şiddet görüyordu. Polise başvurdu ve sığınmaevine yerleştirildi. 6 Ekim’de yerinin gizli olması gereken sığınmaevinden İbrahim Etik tarafından arabayla alındı ve eve döndü. Aralarında çıkan tartışma sonucu aynı gün kocası onu bıçakla öldürdü ve evi yakmaya teşebbüs etti.