Dr. Hafize Öztürk Türkmen
Doğal gebelik süresi tamamlanmadan önce, embriyonun ana rahminden çeşitli yöntemlerle alınarak gebeliğin sonlandırılması anlamına gelen “kürtaj” ya da “isteğe bağlı düşük”, son günlerde iktidarın marifetiyle yeniden kamuoyunun gündemine getirildi. Üremenin ve/veya doğurganlığın kontrolü amacıyla insanlığın başlangıcından beri varlığını sürdüren istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması uygulaması, tarihin çeşitli dönemlerinde alevlenen tartışmalara konu olmaktan kurtulamamış evrensel bir “sorun” adeta.
Temelde gebeliğin gerçekleştiği kadın bedenine yönelik farklı şiddet yöntemlerini içeren kürtaj, yalnızca tıbbın ve sağlığın konusu olmakla kalmamış; toplumun sürekliliğini ilgilendiren siyaset, iktidar, hukuk, din, ahlak gibi farklı dinamiklere sahip sistemlerin ve tıp, sosyoloji, antropoloji, nüfusbilim, ekonomi gibi çalışma alanlarının yüksek sesle görüş bildirdikleri bir konu olmuştur. Bu nedenle de kürtajın toplumsal, kültürel, siyasal, hukuksal, tıbbi vb farklı bağlamlarını birbirinden ayırmak ve her biri için ayrı bir tarihsel perspektif oluşturmak neredeyse olanaksız görünmektedir. Bir başka deyişle, kürtajın tıbbi tarihini, siyasal- toplumsal-kültürel tarihinden ve de en önemlisi kadının özgürleşme mücadelesi tarihinden soyutlayarak ele almak hem olanaksızdır hem de geçerli bir metodolojik yaklaşım olmasa gerektir. Yazının başlığındaki “tıbbi” teriminin parantez içinde belirtilmesinin gerekçesi de budur.
Kürtaja ilişkin en eski reçetenin Çin kaynaklı olduğu ve İÖ.2737-2969 yıllarındaki yazmalarda yer aldığı, gebe kadına şiddet uygulayarak ölümüne yol açmanın idamla cezalandırıldığı bilinmektedir. Benzer şekilde Hammurabi Kanunlarında (İÖ.1792-1750) çocuk düşürmeye neden olanlara para cezası verildiği, Eski Hint uygarlığında gebeliğin sonlandırılmasının insan öldürmek anlamına geldiği, Eski Mısır uygarlığında çocuk düşürmenin cezalandırılan bir eylem olmakla birlikte bazı durumlarda kabul edilebildiği dile getirilmektedir (1). Nitekim bilinen ilk hekim andı metni olan Mısırlı İmhotep’in metninde (İÖ.3000) hastaya yarar, hocalara saygı, sır saklama gibi mesleki ilkeler yer almakla birlikte hekimlere kürtaj yasağından söz edilmemektedir (2). Büyük ölçüde bu ilk metinden esinlenerek hazırlandığı varsayılan Hipokrat Andında ise hekimlerin kürtaj yapmaları yasaklanmıştır; ancak Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında gebeliğin önlenmesi yada sonlandırılmasına yönelik kesin yasakların olmadığı da bilinmektedir (1).
Yazılı tarihin başlangıcında kürtaja ilişkin bu kısa girişten de çıkarılabilir ki, genel olarak erkek egemen patriyarkaya dayalı tahakkümcü sistem, farklı toplumlarda kadının emeği, bedeni, kimliği ve varlığı üzerinde baskıcı politikalarını uygulamıştır. Kadına biçilen soyun devamı için doğurmak ve doğurduğu erkek çocukları iyi yetiştirmek rolü, tek tanrılı dinlerin yaşamın her alanında düzeni sağlama işlevini üstlendiği dönemlerde “yaşamın kutsallığı” vurgusu taşıyan “ilahi” yasaklarla kürtaj karşıtlığının temelini sağlamlaştırmıştır. Çünkü kürtaj, kadına verilen “ilahi rol”e başkaldırmaktır, bu nedenle de ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Bu bakış açısı, Ortaçağ cadı avlarında kürtaj uygulayan ebelerin ve çocuğunu düşüren kadınların şeytanla işbirliği yaptıkları öne sürülerek yakılmalarında kendini göstermiştir. Ancak konu kürtaj olduğunda “yaşamın kutsallığı” tezini öne süren tek tanrılı dinler, yüzyıllarca süren din savaşlarında milyonlarca insanın ölümüne yol açmakta hiçbir sakınca görmemiş, hatta Haçlı ruhuyla yada Cihad anlayışıyla öldürmeyi kutsamıştır. Çünkü “ilahi” baronlara göre din savaşları güçlü orduları gerektirmektedir ve nüfusun artmasına ihtiyaç vardır; bu nedenle de her üç dinde kürtajın yasaklanması gerekir (3,4). Öte yandan kürtajın dinsel buyruklarla yasaklandığı bu dönemlerde feodal ağaların, rahiplerin gebe bıraktığı köylü kadınlar “günahlarından” kurtulmak için ölüme yol açan işlemlere razı olabiliyor, Hindistan’da kendisinden yukarı kastta olan erkeğin tohumlarını koruma yükümlülüğüne hayır diyen kadın hunharca cezalandırılabiliyor, İslam dünyasında ayet ve hadislerde “ekilip, biçilip, sürülen” kadın uterusundan söz edilerek kadınlar “Allah vergisi” olanı doğurmak zorunda bırakılabiliyordu (5).
16.yüzyıldan itibaren Batıda egemen olmaya başlayan Aydınlanma düşüncesi, dinin toplum yaşamında etkilerinin sorgulanması, toplumsal dinamiklerdeki ve siyasal yapılardaki değişim, bilimin gelişmesi, diseksiyonların serbestleşmesiyle anatomi ve üreme fizyolojisini çözümlemeye dönük çalışmaların arttırılması, 1827’de döllenmenin açıklanması, gebeliği önleyici yöntemlerin ve cerrahi işlemlerin geliştirilmesi, tıpta uzmanlaşmanın da etkisiyle tıp bilgilerinin artması, 18. ve 19.yüzyıllarda sanayileşmeye koşut olarak artan nüfusun kontrolü yönünde çabaların ve uygulamaların yaygınlaşması süreci 20. yüzyıl başında kürtajın ceza yasalarında yer alması ve hekimlerin denetimine girmesiyle sonuçlanmıştır. Ulus devlet paradigması çerçevesindeki gereksinimlere yanıt veren ve hekimlerin üreme üzerindeki kontrolüne yol açan doğurganlığın sınırlandırılmasını yasaklayan yasalar Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar egemenliğini sürdürmüş, ancak güvenli olmayan koşullarda kürtajlar uygulanmaya devam etmiştir. İki dünya savaşı arasında kadınların gebelikten korunma ve aile planlaması yöntemlerinin yaygınlaşması yönündeki çabalarının artması, sosyal devlet anlayışı içinde bu uygulamaların sağlık alanının bir parçası haline getirilmesi yanı sıra doğum kontrol hapları, RİA gibi yöntemlerin kullanıma girmesiyle birlikte üremenin sınırlandırılması bir hak ve toplum sağlığı sorunu olarak algılanmaya başlanmış; 1960’lı yıllar ise kürtajın yasallaşması sürecini hızlandırmıştır (1).
Kürtaja ilişkin bu tarihsel sürecin ülkemizdeki yansımalarını Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak izlemek olanaklıdır. İlk yıllardan itibaren devlete egemen Sünni İslam anlayışı ile uyumlu bir çerçevede ele alınan kürtaj yada “ıskat-ı cenin” konusu Şeriat hükümleri gereği günah sayılmış ve mezheplere göre kısmi farklılıklar olmakla birlikte gerekçesi ne olursa olsun çocuk düşürmek haram kabul edilmiştir. Ancak bu temel kabule karşın tıpkı Batı feodalite döneminde olduğu gibi Osmanlı Sarayında da şehzadelerin cariyeleri gebe bırakması halinde kürtaja başvurulduğu bildirilmekte, hatta Sarayda çocuk düşürtmenin bir gelenek olduğu öne sürülmektedir (6). Iskat-ı ceninin önlenmesi konusundaki katı devlet politikaları ilk kez 1786’da yayınlanan fermanla düşüğe yol açan bir gayrı Müslim’in cezalandırılmasıyla başlamış; bunu izleyen 1789 ve 1827 tarihli fermanlarla düşüğe neden olabilecek ilaçların satışının yasaklanması ve ilaç sağlayan iki Musevi ebenin sürgünle cezalandırılması gündeme gelmiştir. Konuyla ilgili en kapsamlı ferman olarak bilinen 1838 Fermanında ise, demografik kaygılarla kürtajın nüfus artışı ve devletin gücü üzerindeki olumsuz etkisi vurgulanmakta, çocuk düşürmenin dinsel anlamda yasak olmamakla birlikte Tanrı’nın iradesinin ihlali anlamına geldiği belirtilerek hekimler, ebeler ve eczacıların düşüğe yol açan ilaçları vermemesi ve hatta çevredeki düşük olaylarının kolluk güçlerine bildirilmesi gerektiğinden söz edilmektedir. Arşiv belgelerinde bu ferman sonrasında düşüğe neden olan ilaçları veren hekimlerin meslekten men, hapis cezası, sürgün gibi uygulamalarla cezalandırıldıkları, bilimsel dergilerde ise hekimlerin kürtajı yasaklayıcı bir tutum sergiledikleri bildirilmektedir. Fermanlarla düzenlenen kürtaj karşıtı politikalar, ilk kez 1858 tarihli Ceza Yasasıyla yaptırıma bağlanmış, çocuk düşürtme eylemini gerçekleştiren meslek grupları için kürek ve hapis cezaları öngörülmüştür. Söz konusu Ceza Yasası 1926 yılına kadar geçerliliğini sürdürmüş, ayrıca 1861’de çıkarılan Belediye Tabipliği Uygulamasına İlişkin Tüzükle ebelerin alet ve ilaçla gebeye müdahale etmesi yasaklanmıştır (1,7).
Cumhuriyet Döneminde kürtaja ilişkin tarihsel sürece bakıldığında kabaca yasaklı evre, geçiş evresi ve serbestlik evresi olmak üzere üç evrenin söz konusu olduğu söylenebilir (1,7). Gerek Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşında yaşanan demografik kayıplar gerekse Osmanlıdan devralınan yasakçı yaklaşımlar nedeniyle ulus devletin inşa sürecinin başlangıç yıllarında pronatalist politikaların benimsendiği; bu bağlamda yasal düzenlemelerin hem gebelikten koruyucu yöntemleri hem de kürtajı yasakladığı bilinmektedir. Ancak bu politikalar yalnızca başlangıç dönemiyle sınırlı kalmamış, nüfus artışının olumsuz sonuçlarının ayırt edildiği ve planlı ekonomiye geçildiği 60’lı yılların ortalarına kadar kürtaj yasağı sürdürülmüştür. Pronatalist politikaların sonucu olarak Cumhuriyet’in 1924 tarihli ilk Anayasasında aile planlamasına yer verilmemiş; 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu ve 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunlarıyla doğurganlığın herhangi bir şekilde sınırlandırılması, gebeliği önleyici yöntemlerin uygulanması ve propagandasının yapılması, kürtaj yapılması ve yaptırılması yasaklanmış, doğum sayısının arttırılması yasal düzenlemelerce belirlenen çeşitli ödüller ve sosyal yardımlarla desteklenmiştir. Hatta 6 yada daha fazla çocuğu hayatta olan kadınların para veya madalyayla ödüllendirileceği hükme bağlanmıştır (1).
1955-60 arası dönem, binde 28,5’lik nüfus artış hızı ile nüfusun arttırılmasına yönelik politikaların en başarılı dönemi olmuş; öyle ki artan nüfusla birlikte sanayileşme, kırsaldan kentlere göç, iş, istihdam, sağlık, çevre gibi sosyal sorunlarla karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. Kürtaj yasağına karşın isteğe bağlı düşük sayılarının yüksek olması bir başka temel sağlık sorununu oluşturmuştur. Yılda 500.000lere ulaşan yasadışı kürtajlar, konuyla ilgili olarak 1958 yılında bir kurul oluşturulmasına ve bilimsel bir rapor hazırlanmasına zemin hazırlamıştır. Raporda gebeliği önleyici yöntemlerin yasak olması nedeniyle uygun olmayan koşullarda yasadışı kürtajın arttığı vurgulanarak, en azından gebelikten korunma yöntemlerinin serbestleştirilerek yaygınlaştırılması, annenin yaşamının tehlikede olduğu ve fetüsün yaşamla bağdaşmaz anomaliler taşıdığı hallerde kadının onayı alınarak gebeliğin sonlandırılması gerektiği dile getirilmiştir (1). Bu dönem aynı zamanda sosyal devlet anlayışı içinde başta halk sağlığı uzmanlık alanı olmak üzere ilgili uzmanlık alanlarındaki hekimlerin kadın ve çocuk sağlığı sorunlarını ayrıntılı olarak inceledikleri bir dönem olmuş; kürtaja başvurma sıklığı, kürtajın kadın sağlığı üzerindeki etkileri konusundaki yayınların ortaya çıkmasıyla birlikte üniversiteler, uzmanlık dernekleri ve devlet kurumlarında kadın sağlığı ve kürtaj konulu çalışmalar artmaya başlamıştır(1,8). 1961 Anayasası doğurganlığın kontrolüne yönelik özel düzenlemeler içermemekle birlikte devlete anne ve çocuğun korunması için gerekli önlemleri alma ve kurumsal yapıları oluşturma görevi vermiştir. Nitekim 1963-67 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında ilk kez “ailelerin istedikleri sayıda ve istedikleri zamanda çocuk sahibi olmalarını kolaylaştırmak üzere” nüfus planlaması tanımlanmış ve devletin yeni nüfus politikasının aile planlaması hizmetlerine öncelik verilmesi ve yaygınlaştırılması biçiminde olacağı belirtilmiştir. Bununla birlikte 1965 yılında yürürlüğe giren 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, kürtajı cürüm olarak niteleyen önceki yasaya kısmi bir esneme getirmekten öteye gidememiş, kürtaja ancak anne sağlığının tehdit altında olduğu durumlarda izin vermiştir (8). Bu yasal düzenlemeyle, Türk Ceza Kanunu ve Umumi Hıfzıssıhha Kanununun gebeliği önlemeye dönük yasakları dile getiren maddeleri yürürlükten kaldırılmış, çok çocukluluğu ödüllendirme uygulamalarına son verilmiştir. 1967’de yürürlüğe giren Tıbbi Zorunluluk Halinde Gebeliğin Sona Erdirilmesi ve Sterilizasyon Yapılması Hakkında Tüzük ise kürtaj ve kısırlaştırmayı gerekli kılan hastalıklara ilişkin bir düzenleme olmuştur (1).
Yasal düzenlemelerle gebeliği önleyici sağlık hizmetleri ve aile planlaması uygulamaları yaygınlaştırılmış olmakla birlikte istenmeyen gebeliklerin önlenememesi ve nüfus planlaması konusunda beklenen hedeflerin 80’li yıllara kadar gerçekleşmemesi bir yana her yıl artan kürtaj sayıları ile çok sayıda kadının sağlığını ve yaşamını yitirmesi konunun yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Türkiye’deki araştırmalar 70’li yıllarda doğurganlık çağındaki evli kadınların %14’ünün sağlıksız koşullarda yasadışı kürtaj yaptırdığını, 80’li yıllarda ise kadınların ortalama 3 çocuktan fazlasını istemedikleri halde ülkemizin doğurganlık hızı dünyanın en yüksek ülkeleri arasında yer aldığını, yılda yaklaşık 450.000 kadının kürtajı sonucunda günde ortalama 8-10 kadının yaşamını yitirdiğini göstermektedir (8,1). Bu tablo, yıllar süren tartışmalar sonucunda 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanunun 1983 yılında yürürlüğe girmesiyle sonuçlanmış; yasayı tamamlayan Rahim Tah liyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük ve Nüfus Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği ile 10. haftaya kadar olan gebeliklerde kürtaj yasağı ortadan kaldırılmıştır. Kürtajın devlet denetimine alınması, resmi sağlık kuruluşlarında görevli personel tarafından düşük ücret karşılığında uygulanması başlangıçta olumlu karşılansa da sağlık örgütlenmesinin yetersizliği, yaygın bir gereksinime yanıt veren bu uygulamaya talebin yüksek olmasından kaynaklı sorunlar kısa süre sonra ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kürtajı serbestleştiren yasal düzenlemelerin, kadınların üremeye ilişkin karar verme ve üreme sağlığı hizmetlerinden yararlanma hakları konusunda önemli eksiklikler içermekle birlikte sağlıksız ve yasak koşullarda kürtajın getirdiği yaşamsal sorunları azaltması bakımından önemli sonuçlar doğurduğu bugün açıkça dile getirilmektedir.
Son söz olarak Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği’nin ülkemizde gündeme getirilen kürtaj-sezeryan tartışmaları üzerine kamuoyuna sunduğu 16 Haziran 2012 tarihli raporuna göre, kürtajın serbestleşmesinden sonra “Kürtajlar 3 kat azalmıştır. Anne ölüm hızı 6 kat azalmıştır. Modern Aile Planlaması Yöntem Kullanımı 2 kat artmıştır. Kadınların Yaşam Süresi 14 yıl artmıştır. Dünyada 8 anne ölümünden biri sağlıksız kürtajlardan oluşmakta iken, Türkiye’de ise sadece 50 anne ölümünden birinin nedeni sağlıksız kürtajdır. 1950’li yıllarda anne ölümlerinin yaklaşık yarısı düşükler nedeni ile iken, bugün sadece anne ölümlerinin %2’si güvenli olmayan düşükler nedeni iledir. Güvenli olmayan düşüklere bağlı ölüm ve sakatlıklar sağlık gündeminden çıkmıştır. Kürtajın Yasaklanması Anne Ölümlerini Ciddi Biçimde Artıracaktır.” (9).
Kaynaklar:
1. Çokar M. Kürtaj. Babil Yayınları, 2008, 1. Basım, İstanbul.
2. Şahinoğlu Pelin S. Hekim Andının Evrimi. T Klin Tıbbi Etik, 1994;2(1):3-7.
3. Yılmaz T. Gündemi Değiştirmeyelim Baylar. 18.06.2012. Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevi.
4. Serbest Kalem. Gündeme Kürtaj. http://www.solakademi.com/serbest-kalem-gundeme-kurtaj/ erişim: 26.06.2012.
5. Alikoç F. “Kürtaj cinayettir”demek cinayettir! Evrensel Gazetesi, 05.06.2012 (evrensel.net)
6. Sarı N. Osmanlı Sağlık Hayatında Kadının Yeri. Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları Dergisi (Ed. N. Sarı), İstanbul-1996/97;2-3:11-65.
7. Demirhan Erdemir A. Tıbbi Deontoloji ve Genel Tıp Tarihi, Güneş-Nobel Yayınları, 1996:135-37, Bursa.
8. Tekeli Ş. Kürtaj Yasası. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:5, s.1200.
9. Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Raporu, 16.06.2012. http://tjod.org/tr/duyurular