Özlem Barın
Yıllardır N.Ç. davası olarak bilegeldiğimiz, bir kent eşrafının bir kız çocuğuna toplu tecavüzü davası sadece feministleri değil, vicdanlı vicdansız, aklı başında herkesi ürpertecek, ürkütecek şekilde sonuçlandı: 13 yaşında bir kız çocuğunun toplu tecavüzlere rızası vardı!
Tecavüz ve cinsel saldırı davalarında adaletin, uygun cezalandırmanın yerine getirilmediğine ilk kez tanık olmuyoruz; bu ilk hayal kırıklığımız değil. Delil yetersizliği bahanesiyle, delillerin karartılmasıyla, hukuksal tanımların yetersizliği gerekçesiyle, erkek dayanışmasıyla, cinsiyetçi ve kadın düşmanı önyargılarla, ama illa ki erkekleri korumaya içilmiş antla adaletin yerine gelmediğine binlerce kez tanık olduk. N.Ç davasında erkek egemen yargının erkekleri korumak, kollamak için sınır tanımadığı yüzümüze vuruldu bir kez daha. Elbette bu kararı herkesin vicdanında mahkûm eden N.Ç.’nin bütün bunlar olurken bir çocuk olmasıydı, üstelik de “çocuğun rızası” gibi zaten hukuksal meşruiyeti olmayan bir kavramdan yeni düzenlemelerle çoktan vazgeçilmişken. N.Ç davası son değildi ne yazık ki. Yine bir lise öğretmeninin kız öğrencisine tecavüzü davası benzer şekilde sonuçlandı. Rızasının olmadığını en çok söyleyemeyecek durumda olanlara “rızan vardı” demek, zalimlerin bir eğlencesi olsa gerek. Hazır yol açılmışken devam ediyorlar. Son zamanlarda kadının rızasının sorgulandığı, rızasının arandığı, yargılamanın kadının davranışlarına yöneldiği birçok tecavüz, cinsel saldırı davasına tanık olduk, oluyoruz. Benim bu yazıdaki amacım, “rıza” kavramının kendisini mevcut yasalardan bağımsız bir şekilde tartışmak. Temel sorunum, kavramın kendisinin tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında meşru bir kullanımının, özellikle meşru hukuksal kullanımının olup olamayacağı. Bunu tartışabilmek için kısaca rıza kavramının tarihsel izini sürmekte fayda var.
Her şeyden önce rıza kavramının burjuva liberal ideolojinin ve onun dayanağı olan toplumsal sözleşme kuramlarının temel kavramı olduğunu akılda tutmakta fayda var. Yine, rıza kavramı özel mülkiyet üzerinden tanımlanan özel alanın ve bireysel hakların korunmasında temel hukuki kavram olarak ortaya çıkıyor. Kişinin rızası olmadan kimse kimsenin özel alanına girme, özel bilgilerine ulaşma, onun adına konuşma ve karar verme hakkına sahip değildir. Ancak rızanın olması, yani izin verilmesi, hak durumunu dönüştürür. Burada rıza kavramının, eşit bireyler arası bir ilişkinin var olduğu, herkesin özgür iradesi ile karar verme hakkı olduğu, kararının sorumluluğunu taşıması gerektiği ve kararından yine kendi özgür iradesiyle ve zorla karşılaşmadan vazgeçebileceği varsayımlarına dayandığını söylemeye gerek yok. Rıza kavramının tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında ve davalarında merkezi bir kavram olarak karşımıza çıkmasıysa çok eskilere gitmiyor. Kavramın bu kullanımının daha ileri bir sorgulamasına geçmeden önce, belli bir tarihsel aşamada hukuksal bir kazanıma işaret ettiğini atlamamak gerekiyor.
Tecavüz ve cinsel saldırı durumlarında şiddet, zor kullanımı ve mağdurun direnmesi şartını arayan yasalara karşı feministler, bu şartların birçok tecavüz durumunu yasa dışında bıraktığını hep söylediler ve yasaların daha kapsayıcı kılınmasını talep ettiler. Hane içi tecavüz, şiddet kullanımına gerek olmayan durumlarda tecavüz (örneğin, bayıltma, kilitlenme, bilincini yitirme, çocuk tecavüzleri gibi durumlarda), tehdit altında direnç gösterememe gibi durumlarda gerçekleşen tecavüzlerin yasa kapsamına alınmasının arkasında feminist mücadeleler olageldi. Şiddet ve direnç şartı yerine rıza şartının getirilmesi, yani şiddet ve cevabı direnç olmasa dahi, mağdurun rızasının olmadığı her cinsel ilişki ya da ilişki girişiminin tecavüz ve cinsel saldırı sayılması ve suç kapsamına alınması bir kazanım. Bu bile ancak kısmi olarak kazanılmış durumda. Halen birçok Batı ülkesinde tecavüz yasaları direnç göstermiş olma şartını kaldırmış olsa da –ki her yerde kalktığını söylemek hata olur- zor kullanımı şartını rıza şartına ekliyor.
Tecavüzün sadece rıza kavramı üzerinden tanımlanması gerektiğini söyleyen, rıza kavramını daha ileri düzeye taşıyan liberal feministler oldu. Cinsel ilişkinin karşılıklı rızaya dayalı bir sözleşme olarak yorumlanması, hem geleneksel olarak kadınların kocalarına tabi durumlarını aşındırmak hem de devletin ve toplumsal kurumların cinselliği düzenleyici ve kontrol edici uygulamalarına direnmek açısından anlamlıydı. Liberal feminizm açısından cinsel sözleşme kuramı karşılıklı rızanın olmadığı cinselliğin mahkûm edilmesi kadar, karşılıklı rızaya dayalı her türden cinselliğin toplumsal olarak meşru kılınması, onaylanması anlamına da geliyordu. Heteroseksüel dayatmaya karşı çıkmanın yolu da buradan geçiyordu, pornografi ve fuhuşun rızaya dayalı olduğu müddetçe yasal kılınmasının ve bu sektörde çalışanların haklarının ve sağlığının güvence altına alınmasının yolu da.
Liberal feminizmin hesaba katmadığı, hetero-patriyarkal sistemin zorlayıcı güç kullanımının çeşitliliği ve bu yolla rıza ürettiği gerçeğiydi. Süregiden hetero-patriyarkal sistemde, eşitler olarak var olamayacağımızı, hukuken ya da dışarıdan rıza olarak tanımlanan birçok durumun arkasında eşitsiz güç ilişkilerine zorunlu tabiiyetin ve zor kullanımının yattığını göz ardı ediyordu. Liberal feminist cinsel sözleşme kuramcılarına ve bu bakışla hazırlanmış tecavüz yasalarına en şiddetli eleştiri radikal feministlerden geldi. Özellikle Catharine MacKinnon, Marx’ın emeğin rızaya dayalı mübadelesi çözümlemesine atıfta bulunarak hetero-patriyarkal sistemin de kadınların rızasını kendi normlarına göre ürettiğini, her rızanın ardında kadınların pasifleştirilmesinin yattığını öne sürdü[i]. Rızadan bahsederken hetero-patriyarkal bir toplumda cinselliğin erkek cinselliğine referansla kurulduğunu, burada da gücün belirleyici olduğunu yok sayabilir miyiz? Erkeklerin aktif, güçlü, saldırgan, arzulayan, başlatan kabul edildiği; kadınlarınsa arzunun nesnesi ve pasif alıcıları olarak zevk almalarının beklenmediği, sadece kabul etmelerinin yeterli görüldüğü bir toplumsal düzende rızadan bahsetmek anlamlı olabilir mi? Gücün erotikleştirildiği, güçsüzlerin kadınsılaştırıldığı, cinsellik ve şiddetin zaten iç içe geçtiği, kadınsı cinselliğin pasif ve mazoşist olarak kodlandığı, zora dayalı seksin normal seksin bir parçası olduğu bir cinsellik düzeninde güçsüz kılınan tarafın evet ya da hayır demesinin bir anlamı kalmıyor. Hayır evet, evet “yetmez daha fazla zorla” anlamında alınıyor. Bu koşullarda rıza kavramının temel belirleyici kavram olmasında ısrar etmek, birçok güç ilişkisini gizlemeye, zor kullanımını meşrulaştırmaya yaramaktan öte bir anlam ifade etmeyebilir. Feministler olarak tam da bu güç ilişkilerini, kadınların susturulmasını, şiddete, güce, erkeğin arzusuna rıza göstermek durumunda kalışlarını görünür kılmaya çalışıyoruz. Rıza kavramı tam da kadınların ve kadınsılaştırılanların özgür iradesini, cinsel edime iradi katılımını, otonomisini, bir fail olarak cinsel edim içinde bulunmasını ve zevk arama hakkını yok sayıyor, hatta gereksizleştiriyor.
Batı’da rıza kavramını merkeze alan birçok yargılama, dava sonucu da gösteriyordu ki bu kavram kadınların, mağdurların lehine değil, aleyhine işletiliyor. Beyan esas alınmadığı müddetçe kadının rızasının olup olmadığını kim bilebilir, kim saptayabilir? Yaşananın tecavüz olup olmadığına bu durumda kim karar verecek? Tecavüze uğrayanın beyanı, en iyi ihtimalle nesnel yargılama, masumiyet karinesi ve savunma hakkı gerekçesiyle, ama aslında kadınların fettan olduğu gerekçesiyle zaten esas alınmıyor. Bu durumda geriye kalan tek şey “mens rea”ya, yani suçlananın suçu işlediği andaki zihinsel durumuna başvurmak kalıyor, hukuk da bunu güvence altına alıyor. Erkek tarafın suçsuz olduğunu kanıtlamasının koşulu ise, mağdurun rızasının olduğuna samimi bir şekilde inanmış olduğunu ifade etmesi, yargılayanları buna ikna edebilmesine indirgeniyor. Bu durumda suskunluk da, giyilen kıyafet de, kadehin tutuluş biçimi de, kadının geçmiş cinsel yaşantısı da rıza kabul edilir. Burada temel sorun bence, rızanın olduğunun sanılmasının cinsiyetçi önyargılarla kabul ettirilmesinden çok, yani yargının bu cinsiyetçi kabulleri paylaşmasından çok, tecavüz, cinsel saldırı gibi bir kişinin bedensel ve ruhsal, en mahrem bütünlüğüne yönelmiş bir edimin gerçekliğinin ve anlamının bu edimde bulunanın algısına ve yorumuna terk edilmesi. Hâlbuki bunun mağdur için bir anlamı vardır, tecavüzcü için değil. Kadının beyanını nesnellik arayışında temel almayan bir yargılama, nesnelliği tecavüzcünün algısına indirgemiş oluyor. Kadının beyanının esas alınmadığı, rıza gibi edilgin anlamlara sahip, erkek cinselliğine referansla kurulmuş bir kavramla hareket edildiğinde bu zaten kaçınılmaz.
Bitirirken iki şeyin altını çizmekte fayda görüyorum. Birincisi hukuksal kavram ve ilkelerin a priori olmadığı, ancak belirli tarihsel koşullarda güç ilişkileri içinde belirlendiği. Kadının beyanın esas alınması talebimize karşı masumiyet karinesinin öne sürülmesinde de bunu akılda tutmak gerekiyor. Evet bu ilke, yani masumiyet karinesi, savunma hakkıyla birlikte mücadeleler sonunda elde edilmiş bir kazanımdır. Tarihsel olarak, bireyin baskıcı devlet karşısında, suçlanan güçsüzü suçlayan güçlü karşısında ya da bireyin eşitleri karşısında korunmasını güvence altına alır, burjuva hukukunun direğidir. Ama suçlanan güçlünün suçlayan güçsüz karşısında korunmasını temel almaz; en azından bunun için mücadele edilmemiştir. Patriyarkal güç ilişkileri içinde hukuk önünde kadınları erkeklere karşı koruyacak bir ilke talep ediyoruz; bu tam da hukukun esasına ilişkindir.
Bir diğeri ise rıza kavramına karşı çıktığımızda yaptığımız, post feministlerin iddia ettiği gibi kadınları “kurbanlaştırmak”, cinselliği olumsuzlamak değil. Tam da temel olanın pasif rıza değil, kadınların kendi iradeleri ile cinselliğin faili, aktif katılımcısı, yürütücüsü, arzusunun tatminini arayan, zevk talep eden, zevk alan otonom özneler olarak kabul edilmeleri olduğunu söylüyoruz. Çünkü aksi, rıza olsa da olmasa da tecavüzdür. Ya da kadınları “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” demeye mahkûm etmektir.
[i] Catharine A. MacKinnon, Toward a Feminist Theory of the State, 1989.