Posts Tagged ‘beden’

Öğrenci Evleri Tartışması: AKP Kadın Bedeni Üzerinde Tam Denetim İstiyor!

mimar-ve-muhendis-kadinlardan-kurtaj-eylemi-3677342_300Sakine Günel

Başbakan Tayyip Erdoğan öğrenci yurtlarıyla ilgili olarak yaptığı konuşmada, öğrenci evlerini kastederek “öğrencileri aynı apartmanın içinde komşuları ihbar ediyor. Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karmakarışık her şey olabiliyor. Valiler gereğini yapıyor” dedi. Bu konuşmanın ardından Adana Valisi “Vatandaşın şikâyetini değerlendireceğiz” diyerek, AKP seçmenine “Birbirinizin yaşam tarzını denetleyin! Şikâyet edin!” mesajı verdi ve adeta ahlak polisliğini teşvik etti. 

Devamını Oku…

Yeniden Mor İğne!

feminist gazete-Mart 2008

Filiz karakuş

Taksim’deki cinsel saldırıdan sonra, bundan 19 yıl önce “Bedenimiz bizimdir cinsel tacize hayır” kampanyasında olduğu gibi yeniden mor iğnelerimizle sokaklara çıktık.

O zamanlar, cinsel taciz terimini çoğumuz ilk kez duymuş, cinsel taciz tanımını yapmak için ise başımızdan geçenleri, yanı başımızda yaşananları tek tek ortaya dökmüştük. Açığa çıkarmak, paylaşmak, haykırmak ve teşhir etmek gerektiğini ilk kez hep birlikte konuşuyorduk.  “Biz kadınlar”ın ötesinde  her birimiz özne idik. Kendimizi, kadınlık durumumuzu yeni keşfediyorduk. Öfkemizi büyütüyorduk.

“Giysim sarkıntılığa davetiye değildir!”, “Geceler ve sokaklar kadınların da hakkı!”,”Sarkıntılık gözle, elle, sözle tecavüzdür”, “Birimize yapılan sarkıntılık hepimize yapılmıştır”, ”Sarkıntılığı örtbas etme, teşhir et!”, “Utanma haykır, susma iğneyi batır!” sloganları deneyimlerimiz üzerinde yükselen kolektif aklın ürünü olarak ortaya çıktı.

Soyut erkeklerden değil, tek tek erkeklerden söz ediyorduk. Cahil, sapık, kültürsüz değil; kendilerini kadın bedeni üzerinde hak sahibi olarak gören, otobüste yanımızda oturan, işyerinde birlikte çalıştığımız, seviştiğimiz, alışveriş yaptığımız, birlikte politika yaptığımız erkeklerden.

Kampanyanın kısa vadeli hedefi; Kadınları cinsel tacizin utancını taşımamaya, sarkıntılık yapan erkekleri teşhir etmeye çağırmaktı.  Kadınları sokağa çıkmaya, erkeklerin egemenliğini sarsmaya ve bedenimize sahip çıkmaya çağırıyor, sokakta evde ve işyerinde erkeklerin tacizine vurgu yapıyorduk. Kampanyaya katılan, iğne alıp yakasına takan, gözünü  bize çeviren kadınlar evli, bekar; yaşlı genç; zengin, fakir; Türk, Kürt, Rum çeşitli yaşlardan, sınıflardan, her kesimden kadınlardı.

2008 yılında, en azından kaba saba anlamıyla cinsel taciz terimi herkes tarafından biliniyor. TCK 105.md cinsel tacizi suç olarak tanımlıyor ve bu suçu işleyen erkekler için ciddi bir ceza uygulanmasını emrediyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen cinsel taciz hala güçlenerek sürüyor. Şikayete bağlı yargılama konusu olan cinsel taciz suçu, kadınların şikayetten çekinmesi ve şikayet edilse bile yasanın uygulanmayışı dolayısıyla istisnalar dışında yaptırımsız sonuçlanıyor.

“Yeniden Mor iğne!” pozitif yasalara ve kadınların toplumsal ezilmişliğine ilişkin sözlerin görünürlüğüne rağmen, kadınlara karşı erkek şiddetinin, erkek tacizinin suç sayılmamasına ve toplumsal olarak meşru görülmesine karşı feminist direnişin parçası. Son yıllarda Türkiye’de her kesimce dillendirilen, yüzlerce projeye konu olan kadına yönelik şiddete/tacize karşı mücadele bu şiddetin kaynakları ve dayandığı patriarkal sisteme pek değmeden yürümekte.

Yine bu bağlamda patriarkal şiddetin/tacizin esas yuvası ailenin kutsallığına dokunulmayıp, şiddet uygulayıcı erkek öznesi silikleştirilmekte. Şiddetin nedenleri üzerine onlarca madde sayılıp patriarkal sorgulama geriye itilmekte. Şiddet ve tacizin bir eğitimsizlik sorunu olduğu fikri giderek benimsenmekte/benimsetilmekte.

“Yeniden Mor İğne!”eylemlerinde; Taksim’deki cinsel saldırının; başta Türkiye’deki en büyük aile içi şiddete karşı kampanyanın mimari ve yürütücüsü olan Hürriyet gazetesi olmak üzere birçok kesim tarafından bir avuç magandanın, sarhoş serserinin işi olarak gösterilmesine karşı çıkıyoruz. Bu olayın Türkiye’nin bir utancı gibi sunulmasına karşı da sesimizi yükseltiyoruz. Bu yaşananlar erkeklerin utancıdır. Her Cuma Taksim’de iğne satarken; gece sokağa çıkmanın, üstümüzdeki giysinin, yüksek sesle gülmemizin ve aslında kadın olmanın; erkek tacizi için yeter şart olduğunu Taksim’deki saldırının tesadüf olmadığını söylemeye çalışıyoruz.

Feminist mücadele ve direnişimizi erkeklere, erkek egemen düzene karşı; bu düzeni pekiştiren sınıfsal/ulusal/etnik güç ilişkilerini de hesaba katarak sokakta veriyoruz. Eğer özel alanla kamusal alanın bağlantısını da kurarak patriarkaya karşı bütünlüklü bir mücadeleyi güçlendirebilirsek; Türkiye’deki kadın mücadelesinin kazanımları olan Türk Ceza Kanunu maddeleri bugünlerde olduğu gibi çoğunlukla kağıt üzerinde kalmaz. Kadına yönelik suçların meşruiyeti giderek azalır. Çeşitli kesimlerce yürütülen kadın-erkek eşitliğine ilişkin projeler daha anlamlı hale gelebilir. .

Kadınların türlü çeşitli davranışlarının cinsel taciz, cinsel saldırı, azar, şiddet, sindirme ve   öldürülmeye maruz kalmak için tahrik sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yargı, bu erkekleri tahrik etme halini adeta kutsuyor. Dini muhafazakar AKP hükümetinden de güç alan yargı sistemi, aile ve toplum içindeki erkek egemenliğini koruyor.

Kadınların kurtuluşu için erkeklerden, sermayeden ve devletten bağımsız feminist örgütlenmemizi güçlendirelim. Bedenlerimizin ve emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkmanın erkeklerdeki karşılığının tahrik olmasına karşı feminist sözümüzü ve mücadelemizi büyütelim. Bu mücadelenin bir parçası olarak yasal kazanımlarımıza sahip çıkalım. Takipçisi olalım.

Yeniden mor iğneyle, yeniden sokaklarda!!!!

Barbi, Modernite, Nöroloji, Gezi

barbie-isnt-just-a-thin-woman-her-waist-is-almost-half-the-size-of-an-average-womans-just-18-inchesÇiğdem G.D.

Temmuz başında Nikolay Lemm, Marvel’in ünlü Barbie’sinin ölçülerini “insanîleştirmiş”. Amerikan hastalık kontrol merkezlerinin verilerini kullanarak, “19 yaş sağlıklı Amerikan kadını” ortalamalarına uygun yeni bir bebek tasarlamış. -Bizdeki “sağlık ocağı”, hatta “aile sağlığı merkezi” isimleri bile ne kadar güzelmiş meğer!- Bu sanatçının hazırladığı karşılaştırmalı görsellere rastlamak hoş bir aydınlanma yaşattı bana. Benzeri aydınlanma anlarını her birimiz çeşitli sebeplerle yaşasak da, bunu paylaşmak istedim elimden geldiğince; çünkü bu görselleştirme önemli bir soruna işaret ediyor bence.

Devamını Oku…

Patriyarkanın Kürtaj Zorbalığı!

kurtaj-hakkiSakine Günel

Geçtiğimiz yaz başında hükümet, kürtajı yasaklama girişiminde bulunmuş, kadınlardan ve farklı kesimlerden gelen güçlü tepkiler karşısında geri adım atmıştı. Fakat, kadınların yasal olarak kazanılmış kürtaj hakkının kullanılmasını engelleyerek, kürtajı fiili biçimde yasak kıldı. Hükümet, uygulamadaki fiili kürtaj yasağını resmîleştirmek için yeni kürtaj düzenlemesini önümüzdeki günlerde Meclis gündemine getirecek.

 Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın yaptığı açıklamaya göre yeni düzenlemede 10 haftalık yasal sürede bir kısıtlama yok. Ancak biliyoruz ki bu yasal sınıra gelmeden kürtaj yaptırmak isteyen kadınlar, fiilen 8 haftadan sonra kürtaj yapan hastane bulmakta zorlanıyor. Hükümet “nüfus azalıyor” gerekçesini öne sürerek kürtaj uygulamasında hastane ve hekimleri sıkı denetime tabi tutuyor ve kürtaj yapılmasını engelliyor. Yasal olarak herhangi bir sınırlama olmamasına rağmen, kürtajın fiili yasağı devam ediyor.

Kürtaj yasağını resmileştirmek amacıyla oluşturulan yasa taslağı, kürtaj için başvuran kadınlar üzerinde psikolojik, duygusal baskı mekanizmaları kurmayı, kürtaj kararında kadınların değil, kocanın onayını esas almayı öngörüyor ve “aileyi korumayı” öne alarak kadınların doğurup doğurmayacakları kararını devletin onayına bağlayan birçok düzenleme getiriyor.

Son yıllarda artan sayıda kadın, hekimlerin, tıbbi etik yeminini unutarak, hükümetin kürtaj yasağı talimatını sıkı bir şekilde uygulamasıyla karşı karşıya kaldılar. Performans sistemi ile çalışan hekimler tarafından, performans katsayısı düşük olan kürtaj operasyonu uğraşmaya değer görülmeyerek, bekar olan kadınlardan evlilik cüzdanı istenildi. Tecavüze uğrayan kadından ise yasal olarak gerekmediği halde savcılık izni talep edildi. Kadınların önüne konulan çeşitli prosedürlerle süre uzatıldı ve sonrasında yasal sürenin aşıldığı iddiasıyla kadınlara gebelik dayatıldı. Bütün bu uygulamalar sonucunda ise çok sayıda kadın doğurmak zorunda kaldı.

Örneğin, Van’da beş çocuklu, tansiyon ve böbrek hastası, 5 haftalık hamile bir kadın, hayati riski olmasına rağmen kürtaj yaptıramadı. Gerekçe sorulduğunda “Vicdan meselesi; doktora kürtaj yap diyemezsin” denildi. Bu anlayış, yeni düzenlemede “doktorlara kürtaj yapmama hakkı” olarak yer aldı. Hekimlerin “vicdani” gerekçeyle embriyoya “canlı” diyerek kürtaj yapmamaları, kadınların hayati risk içeren durumlarının göz ardı edilmesi ihtimalini arttırıyor.

Sağlık Bakanı, “Kürtaj süresinde değişiklik yok. 10 haftaya kadar isteğe bağlı kürtaj yapılacak” diyor. Ancak, Bakanlığa bağlı hastanelerde kürtaj için gerekli tıbbi koşullar sağlanmadığı için “8 haftadan sonra tıbbi koşullar uygun değil” gerekçesiyle 10. haftada kürtajın yapılması engelleniyor. 10 hafta en alt sınırken, 8 haftada gebe olduğunu anlayıp, kürtaj olmak isteyen kadınlara, değişik gerekçelerle süre aşımına neden olunup, “süre geçti kürtaj yapamayız” deniliyor. Kadınlar, özel hastanelerde yüksek ücretler ödeyerek kürtaj olmaya mecbur bırakılıyorlar. Özel muayenelere gelen sıkı denetimle birlikte, ekonomik koşulu yeterli olan kadınlar, ancak gayri resmi koşullarda ve çok yüksek ücretler ödeyerek kürtaj olabilecekler. Bu ücretleri ödeyemeyen kadınlar doğurmaya zorlanırken, doğurma deneyimi olmayan ve anneliğe hazır olmayan genç kadınlar “bebek katili” olmaya itiliyorlar. Yakın zamanlarda gazetelerde çıkan bir habere göre bekar bir kadın kürtaj olamadığı için arkadaşının evinde ölü doğurduğu/düşürdüğü bebeği paniğe kapılarak camdan attı. Sonrasında ise genç kadın tutuklandı. Nüfus arttırma politikaları bir süre sonra doğum kontrolüne erişimi de zorlaştıracağı için kadınlar istemediği gebeliklere daha sık maruz kalacaklar. 10 haftayı aşan kürtajda kadın ve hekime hapis cezası getirilerek, cezalandırma yöntemiyle kadınlar doğurmaya zorlanacaklar.

Bakanlık, bebeğin kalp atışının anne babaya dinletilmesi gibi bir uygulamanın olmayacağını söylüyor. Ama biz biliyoruz ki hastane ve hekimlere konan doğum kotası aracılığıyla doğum sayısı arttırılmak isteniliyor. Dolayısıyla, kadının üzerinde psikolojik ve duygusal baskı kurarak, kürtaj olmaktan vazgeçmesi için ceninin kalp atışlarını dinleten hekimler var.

Danışmanlık hizmeti adı altında, kadınlar üzerinde kurulan psikolojik ve duygusal baskı yöntemleri bununla bitmiyor. Düzenlemede yer alan bir diğer hüküm, kürtaj yaptırmak isteyen kadına vazgeçmesi için “bilgilendirme ve düşünme” süresi verilmesi. Kürtaj için bir sağlık kuruluşuna giden kadının, “yetkin” bir heyetle ön görüşme yapması zorunlu kılınıyor. Bu görüşmeye kadının kocası da alınacak ve sonrasında kadına ve ailesine kürtaj yaptırıp-yaptırmama kararını vermeleri için 2-3 gün düşünme süresi verilecek. Ayrıca, yeni düzenleme, yürürlükteki yasada var olan kocanın yazılı iznini yeterli görmeyerek, kadını bu süreçte kocayla birlikte hareket etmeye zorluyor. Bu şekilde, kadının tek başına kalması engellenerek, koca aracılığı ile “ikna” edilmesi hedefleniyor. Çocuk bakımının erkeklerle paylaşılmadığı koşullarda, kadın kaç çocuk bakabileceğinin kararını kendisi veremeyecek. Yeni düzenleme, kocanın isteğini belirleyici kılıyor.

Verilecek danışmanlık hizmetinde kürtaj için başvuran kadına, kürtajın riskleri anlatılırken, “ilk ve ikinci gebelikte kürtaj yaptırmanın kadın sağlığı üzerinde bıraktığı olumsuz etkiler konusunda da bilgi verilecek” deniliyor. Anladığım kadarıyla, kendimi bildim bileli kürtaja karşı söylenen “ilk hamileliğinde kürtaj olursan bir daha hamile kalmazsın!” yalanını tıbbi bilgilendirme olarak aktararak, kadınları endişelendirmeyi ve kürtaj yaptırmaktan vazgeçirmeyi hedefliyorlar. Bir zamanlar buna ben de inansaydım, şimdi iki çocuğum daha olacaktı. Çünkü ben iki kürtajdan sonra bir doğum yaptım. Başka bir çok kadın da öyle.

Patriyarkal devlet, kürtaj politikasıyla, psikolojik ve duygusal baskı yöntemleriyle, kadınları kürtajdan vazgeçirip, doğurup doğurmayacaklarını devletin onayına bağlıyor. Devlet kadın bedeni üzerinde denetimini artırırken, kürtajdaki sınırlı süre, kadının cinselliğini, hamilelik endişesiyle baskı yaratarak, hazza dayalı cinsellik yerine, doğurma odaklı cinselliğe hapsediyor. Kürtaj, kadınların mücadelesiyle kazanılmış hak olarak kadınların bedenleri üzerinde söz hakkının bir parçasıdır. Kadınlar, cinselliklerinin ve doğurganlıklarının denetlenmesine karşı, kendi yaşamlarını kendilerinin belirleme hakkının bir parçası olarak, istenmeyen gebeliklerde kürtaja başvuruyorlar. Kürtaj yasağına rağmen istenmeyen gebelik durumlarında hayatlarını riske atarak kürtaj yaptırıyorlar. Kürtajın resmen ve fiilen yasaklanması durumunda ise sağlıksız koşullarda kürtaj olmak zorunda kalacaklar. Bu da daha çok kadının hayatını riske atması demek.

Doğurganlık Arttı, Gözün Aydın Başbakan

erdogan-3-cocuk

Bildiğiniz gibi son on yıldır doğurganlık hızı erken kapitalistleşen ülkelerdeki gibi genel olarak düşme eğiliminde. Ancak bu düşme eğilimi bizde hassas bir denge üzerinde ilerliyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl bu düşüş sona erdi ve 2012 yılı, 15-44 yaş grubunda her bin kadın başına düşen doğum sayısında (doğum hızı) 1,2’lik bir artış ile kapandı. Artışın gerçekleştiği bölgeler İstanbul, Doğu Marmara, Ege ve Akdeniz. Burada bizim için önemli olan, artışın oranından çok düşme eğiliminde olan doğurganlık hızının artmış olması.

Yaklaşık son beş yıldır, devlet, bu hassas dengeyi kendi lehine çevirmek ve kadınlar olarak bizlerin doğurganlığı ve bakım emeği üzerinde tahakküm kurabilmek için üç koldan taaruza girişti. Bunlardan ilki Erdoğan’ın sözcülüğünde, kadınlardan üç, hatta yeri geldiğinde beş çocuk talep etmek. Bu ısrar bitmek tükenmek bilmedi. İkincisi, her daim olduğu gibi, söz konusu olan kadın hakları olduğunda ortaya balon vaatler salmak. Devletin hizmetine iyiden iyiye girmiş olan basın, bu balonları gerçekleşmiş gibi yazdı çizdi. Çocuk doğurana yardım ve devlet desteği geldiğine inandırıldık. Kadınların emeği ve bedeni üzerinde tahakküm kurmanın son yolu ise kürtaj karşıtı propaganda oldu. Kadınlar direndi ve somut olarak yasada hiçbir şeyi değiştiremediler. Ancak dindi, günâhtı, cinayetti, sağlık için riskliydi falandı filandı derken yaptıkları anti-propaganda etkili oldu. 

Devamını Oku…

Aile Dışında Hayat Var!/2013 Şubat

adhvBiz kadınların hayatları patriyarkal (ataerkil) kapitalist sistem altında her dönem zordu. Bize modern çekirdek aile içinde sunulan en iyi seçenek, karşılıksız ev ve bakım emeğimizin yanı sıra düşük ücretli “kadın işleri”nde çalışarak aile yaşamının idame ettirilmesinde  destek güç oluşturmak oldu. İçine sıkıştırıldığımız ücretli emek-ücretsiz emek kıskacı, eve ek gelir getirsek de aileden, kocalardan bağımsızlaşmamızın önünde hep bir engel oluşturdu.

Devamını Oku…

Türkiye’de Kürtajın (Tıbbi) Tarihi

Dr. Hafize Öztürk Türkmen

Doğal gebelik süresi tamamlanmadan önce, embriyonun ana rahminden çeşitli yöntemlerle alınarak gebeliğin sonlandırılması anlamına gelen “kürtaj” ya da “isteğe bağlı düşük”, son günlerde iktidarın marifetiyle yeniden kamuoyunun gündemine getirildi. Üremenin ve/veya doğurganlığın kontrolü amacıyla insanlığın başlangıcından beri varlığını sürdüren istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması uygulaması, tarihin çeşitli dönemlerinde alevlenen tartışmalara konu olmaktan kurtulamamış evrensel bir “sorun” adeta.

Temelde gebeliğin gerçekleştiği kadın bedenine yönelik farklı şiddet yöntemlerini içeren kürtaj, yalnızca tıbbın ve sağlığın konusu olmakla kalmamış; toplumun sürekliliğini ilgilendiren siyaset, iktidar, hukuk, din, ahlak gibi farklı dinamiklere sahip sistemlerin ve tıp, sosyoloji, antropoloji, nüfusbilim, ekonomi gibi çalışma alanlarının yüksek sesle görüş bildirdikleri bir konu olmuştur. Bu nedenle de kürtajın toplumsal, kültürel, siyasal, hukuksal, tıbbi vb farklı bağlamlarını birbirinden ayırmak ve her biri için ayrı bir tarihsel perspektif oluşturmak neredeyse olanaksız görünmektedir. Bir başka deyişle, kürtajın tıbbi tarihini, siyasal- toplumsal-kültürel tarihinden ve de en önemlisi kadının özgürleşme mücadelesi tarihinden soyutlayarak ele almak hem olanaksızdır hem de geçerli bir metodolojik yaklaşım olmasa gerektir. Yazının başlığındaki “tıbbi” teriminin parantez içinde belirtilmesinin gerekçesi de budur.

Kürtaja ilişkin en eski reçetenin Çin kaynaklı olduğu ve İÖ.2737-2969 yıllarındaki yazmalarda yer aldığı, gebe kadına şiddet uygulayarak ölümüne yol açmanın idamla cezalandırıldığı bilinmektedir. Benzer şekilde Hammurabi Kanunlarında (İÖ.1792-1750) çocuk düşürmeye neden olanlara para cezası verildiği, Eski Hint uygarlığında gebeliğin sonlandırılmasının insan öldürmek anlamına geldiği, Eski Mısır uygarlığında çocuk düşürmenin cezalandırılan bir eylem olmakla birlikte bazı durumlarda kabul edilebildiği dile getirilmektedir (1). Nitekim bilinen ilk hekim andı metni olan Mısırlı İmhotep’in metninde (İÖ.3000) hastaya yarar, hocalara saygı, sır saklama gibi mesleki ilkeler yer almakla birlikte hekimlere kürtaj yasağından söz edilmemektedir (2). Büyük ölçüde bu ilk metinden esinlenerek hazırlandığı varsayılan Hipokrat Andında ise hekimlerin kürtaj yapmaları yasaklanmıştır; ancak Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında gebeliğin önlenmesi yada sonlandırılmasına yönelik kesin yasakların olmadığı da bilinmektedir (1).

Yazılı tarihin başlangıcında kürtaja ilişkin bu kısa girişten de çıkarılabilir ki, genel olarak erkek egemen patriyarkaya dayalı tahakkümcü sistem, farklı toplumlarda kadının emeği, bedeni, kimliği ve varlığı üzerinde baskıcı politikalarını uygulamıştır. Kadına biçilen soyun devamı için doğurmak ve doğurduğu erkek çocukları iyi yetiştirmek rolü, tek tanrılı dinlerin yaşamın her alanında düzeni sağlama işlevini üstlendiği dönemlerde “yaşamın kutsallığı” vurgusu taşıyan “ilahi” yasaklarla kürtaj karşıtlığının temelini sağlamlaştırmıştır. Çünkü kürtaj, kadına verilen “ilahi rol”e başkaldırmaktır, bu nedenle de ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Bu bakış açısı, Ortaçağ cadı avlarında kürtaj uygulayan ebelerin ve çocuğunu düşüren kadınların şeytanla işbirliği yaptıkları öne sürülerek yakılmalarında kendini göstermiştir. Ancak konu kürtaj olduğunda “yaşamın kutsallığı” tezini öne süren tek tanrılı dinler, yüzyıllarca süren din savaşlarında milyonlarca insanın ölümüne yol açmakta hiçbir sakınca görmemiş, hatta Haçlı ruhuyla yada Cihad anlayışıyla öldürmeyi kutsamıştır. Çünkü “ilahi” baronlara göre din savaşları güçlü orduları gerektirmektedir ve nüfusun artmasına ihtiyaç vardır; bu nedenle de her üç dinde kürtajın yasaklanması gerekir (3,4). Öte yandan kürtajın dinsel buyruklarla yasaklandığı bu dönemlerde feodal ağaların, rahiplerin gebe bıraktığı köylü kadınlar “günahlarından” kurtulmak için ölüme yol açan işlemlere razı olabiliyor, Hindistan’da kendisinden yukarı kastta olan erkeğin tohumlarını koruma yükümlülüğüne hayır diyen kadın hunharca cezalandırılabiliyor, İslam dünyasında ayet ve hadislerde “ekilip, biçilip, sürülen” kadın uterusundan söz edilerek kadınlar “Allah vergisi” olanı doğurmak zorunda bırakılabiliyordu (5).

16.yüzyıldan itibaren Batıda egemen olmaya başlayan Aydınlanma düşüncesi, dinin toplum yaşamında etkilerinin sorgulanması, toplumsal dinamiklerdeki ve siyasal yapılardaki değişim, bilimin gelişmesi, diseksiyonların serbestleşmesiyle anatomi ve üreme fizyolojisini çözümlemeye dönük çalışmaların arttırılması, 1827’de döllenmenin açıklanması, gebeliği önleyici yöntemlerin ve cerrahi işlemlerin geliştirilmesi, tıpta uzmanlaşmanın da etkisiyle tıp bilgilerinin artması, 18. ve 19.yüzyıllarda sanayileşmeye koşut olarak artan nüfusun kontrolü yönünde çabaların ve uygulamaların yaygınlaşması süreci 20. yüzyıl başında kürtajın ceza yasalarında yer alması ve hekimlerin denetimine girmesiyle sonuçlanmıştır. Ulus devlet paradigması çerçevesindeki gereksinimlere yanıt veren ve hekimlerin üreme üzerindeki kontrolüne yol açan doğurganlığın sınırlandırılmasını yasaklayan yasalar Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar egemenliğini sürdürmüş, ancak güvenli olmayan koşullarda kürtajlar uygulanmaya devam etmiştir. İki dünya savaşı arasında kadınların gebelikten korunma ve aile planlaması yöntemlerinin yaygınlaşması yönündeki çabalarının artması, sosyal devlet anlayışı içinde bu uygulamaların sağlık alanının bir parçası haline getirilmesi yanı sıra doğum kontrol hapları, RİA gibi yöntemlerin kullanıma girmesiyle birlikte üremenin sınırlandırılması bir hak ve toplum sağlığı sorunu olarak algılanmaya başlanmış; 1960’lı yıllar ise kürtajın yasallaşması sürecini hızlandırmıştır (1).

Kürtaja ilişkin bu tarihsel sürecin ülkemizdeki yansımalarını Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak izlemek olanaklıdır. İlk yıllardan itibaren devlete egemen Sünni İslam anlayışı ile uyumlu bir çerçevede ele alınan kürtaj yada “ıskat-ı cenin” konusu Şeriat hükümleri gereği günah sayılmış ve mezheplere göre kısmi farklılıklar olmakla birlikte gerekçesi ne olursa olsun çocuk düşürmek haram kabul edilmiştir. Ancak bu temel kabule karşın tıpkı Batı feodalite döneminde olduğu gibi Osmanlı Sarayında da şehzadelerin cariyeleri gebe bırakması halinde kürtaja başvurulduğu bildirilmekte, hatta Sarayda çocuk düşürtmenin bir gelenek olduğu öne sürülmektedir (6). Iskat-ı ceninin önlenmesi konusundaki katı devlet politikaları ilk kez 1786’da yayınlanan fermanla düşüğe yol açan bir gayrı Müslim’in cezalandırılmasıyla başlamış; bunu izleyen 1789 ve 1827 tarihli fermanlarla düşüğe neden olabilecek ilaçların satışının yasaklanması ve ilaç sağlayan iki Musevi ebenin sürgünle cezalandırılması gündeme gelmiştir. Konuyla ilgili en kapsamlı ferman olarak bilinen 1838 Fermanında ise, demografik kaygılarla kürtajın nüfus artışı ve devletin gücü üzerindeki olumsuz etkisi vurgulanmakta, çocuk düşürmenin dinsel anlamda yasak olmamakla birlikte Tanrı’nın iradesinin ihlali anlamına geldiği belirtilerek hekimler, ebeler ve eczacıların düşüğe yol açan ilaçları vermemesi ve hatta çevredeki düşük olaylarının kolluk güçlerine bildirilmesi gerektiğinden söz edilmektedir. Arşiv belgelerinde bu ferman sonrasında düşüğe neden olan ilaçları veren hekimlerin meslekten men, hapis cezası, sürgün gibi uygulamalarla cezalandırıldıkları, bilimsel dergilerde ise hekimlerin kürtajı yasaklayıcı bir tutum sergiledikleri bildirilmektedir. Fermanlarla düzenlenen kürtaj karşıtı politikalar, ilk kez 1858 tarihli Ceza Yasasıyla yaptırıma bağlanmış, çocuk düşürtme eylemini gerçekleştiren meslek grupları için kürek ve hapis cezaları öngörülmüştür. Söz konusu Ceza Yasası 1926 yılına kadar geçerliliğini sürdürmüş, ayrıca 1861’de çıkarılan Belediye Tabipliği Uygulamasına İlişkin Tüzükle ebelerin alet ve ilaçla gebeye müdahale etmesi yasaklanmıştır (1,7).

Cumhuriyet Döneminde kürtaja ilişkin tarihsel sürece bakıldığında kabaca yasaklı evre, geçiş evresi ve serbestlik evresi olmak üzere üç evrenin söz konusu olduğu söylenebilir (1,7). Gerek Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşında yaşanan demografik kayıplar gerekse Osmanlıdan devralınan yasakçı yaklaşımlar nedeniyle ulus devletin inşa sürecinin başlangıç yıllarında pronatalist politikaların benimsendiği; bu bağlamda yasal düzenlemelerin hem gebelikten koruyucu yöntemleri hem de kürtajı yasakladığı bilinmektedir. Ancak bu politikalar yalnızca başlangıç dönemiyle sınırlı kalmamış, nüfus artışının olumsuz sonuçlarının ayırt edildiği ve planlı ekonomiye geçildiği 60’lı yılların ortalarına kadar kürtaj yasağı sürdürülmüştür. Pronatalist politikaların sonucu olarak Cumhuriyet’in 1924 tarihli ilk Anayasasında aile planlamasına yer verilmemiş; 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu ve 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunlarıyla doğurganlığın herhangi bir şekilde sınırlandırılması, gebeliği önleyici yöntemlerin uygulanması ve propagandasının yapılması, kürtaj yapılması ve yaptırılması yasaklanmış, doğum sayısının arttırılması yasal düzenlemelerce belirlenen çeşitli ödüller ve sosyal yardımlarla desteklenmiştir. Hatta 6 yada daha fazla çocuğu hayatta olan kadınların para veya madalyayla ödüllendirileceği hükme bağlanmıştır (1).

1955-60 arası dönem, binde 28,5’lik nüfus artış hızı ile nüfusun arttırılmasına yönelik politikaların en başarılı dönemi olmuş; öyle ki artan nüfusla birlikte sanayileşme, kırsaldan kentlere göç, iş, istihdam, sağlık, çevre gibi sosyal sorunlarla karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. Kürtaj yasağına karşın isteğe bağlı düşük sayılarının yüksek olması bir başka temel sağlık sorununu oluşturmuştur. Yılda 500.000lere ulaşan yasadışı kürtajlar, konuyla ilgili olarak 1958 yılında bir kurul oluşturulmasına ve bilimsel bir rapor hazırlanmasına zemin hazırlamıştır. Raporda gebeliği önleyici yöntemlerin yasak olması nedeniyle uygun olmayan koşullarda yasadışı kürtajın arttığı vurgulanarak, en azından gebelikten korunma yöntemlerinin serbestleştirilerek yaygınlaştırılması, annenin yaşamının tehlikede olduğu ve fetüsün yaşamla bağdaşmaz anomaliler taşıdığı hallerde kadının onayı alınarak gebeliğin sonlandırılması gerektiği dile getirilmiştir (1). Bu dönem aynı zamanda sosyal devlet anlayışı içinde başta halk sağlığı uzmanlık alanı olmak üzere ilgili uzmanlık alanlarındaki hekimlerin kadın ve çocuk sağlığı sorunlarını ayrıntılı olarak inceledikleri bir dönem olmuş; kürtaja başvurma sıklığı, kürtajın kadın sağlığı üzerindeki etkileri konusundaki yayınların ortaya çıkmasıyla birlikte üniversiteler, uzmanlık dernekleri ve devlet kurumlarında kadın sağlığı ve kürtaj konulu çalışmalar artmaya başlamıştır(1,8). 1961 Anayasası doğurganlığın kontrolüne yönelik özel düzenlemeler içermemekle birlikte devlete anne ve çocuğun korunması için gerekli önlemleri alma ve kurumsal yapıları oluşturma görevi vermiştir. Nitekim 1963-67 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında ilk kez “ailelerin istedikleri sayıda ve istedikleri zamanda çocuk sahibi olmalarını kolaylaştırmak üzere” nüfus planlaması tanımlanmış ve devletin yeni nüfus politikasının aile planlaması hizmetlerine öncelik verilmesi ve yaygınlaştırılması biçiminde olacağı belirtilmiştir. Bununla birlikte 1965 yılında yürürlüğe giren 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, kürtajı cürüm olarak niteleyen önceki yasaya kısmi bir esneme getirmekten öteye gidememiş, kürtaja ancak anne sağlığının tehdit altında olduğu durumlarda izin vermiştir (8). Bu yasal düzenlemeyle, Türk Ceza Kanunu ve Umumi Hıfzıssıhha Kanununun gebeliği önlemeye dönük yasakları dile getiren maddeleri yürürlükten kaldırılmış, çok çocukluluğu ödüllendirme uygulamalarına son verilmiştir. 1967’de yürürlüğe giren Tıbbi Zorunluluk Halinde Gebeliğin Sona Erdirilmesi ve Sterilizasyon Yapılması Hakkında Tüzük ise kürtaj ve kısırlaştırmayı gerekli kılan hastalıklara ilişkin bir düzenleme olmuştur (1).

Yasal düzenlemelerle gebeliği önleyici sağlık hizmetleri ve aile planlaması uygulamaları yaygınlaştırılmış olmakla birlikte istenmeyen gebeliklerin önlenememesi ve nüfus planlaması konusunda beklenen hedeflerin 80’li yıllara kadar gerçekleşmemesi bir yana her yıl artan kürtaj sayıları ile çok sayıda kadının sağlığını ve yaşamını yitirmesi konunun yeniden gündeme gelmesine yol açmıştır. Türkiye’deki araştırmalar 70’li yıllarda doğurganlık çağındaki evli kadınların %14’ünün sağlıksız koşullarda yasadışı kürtaj yaptırdığını, 80’li yıllarda ise kadınların ortalama 3 çocuktan fazlasını istemedikleri halde ülkemizin doğurganlık hızı dünyanın en yüksek ülkeleri arasında yer aldığını, yılda yaklaşık 450.000 kadının kürtajı sonucunda günde ortalama 8-10 kadının yaşamını yitirdiğini göstermektedir (8,1). Bu tablo, yıllar süren tartışmalar sonucunda 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanunun 1983 yılında yürürlüğe girmesiyle sonuçlanmış; yasayı tamamlayan Rahim Tah liyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük ve Nüfus Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği ile 10. haftaya kadar olan gebeliklerde kürtaj yasağı ortadan kaldırılmıştır. Kürtajın devlet denetimine alınması, resmi sağlık kuruluşlarında görevli personel tarafından düşük ücret karşılığında uygulanması başlangıçta olumlu karşılansa da sağlık örgütlenmesinin yetersizliği, yaygın bir gereksinime yanıt veren bu uygulamaya talebin yüksek olmasından kaynaklı sorunlar kısa süre sonra ortaya çıkmaya başlamıştır.

Kürtajı serbestleştiren yasal düzenlemelerin, kadınların üremeye ilişkin karar verme ve üreme sağlığı hizmetlerinden yararlanma hakları konusunda önemli eksiklikler içermekle birlikte sağlıksız ve yasak koşullarda kürtajın getirdiği yaşamsal sorunları azaltması bakımından önemli sonuçlar doğurduğu bugün açıkça dile getirilmektedir.

Son söz olarak Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği’nin ülkemizde gündeme getirilen kürtaj-sezeryan tartışmaları üzerine kamuoyuna sunduğu 16 Haziran 2012 tarihli raporuna göre, kürtajın serbestleşmesinden sonra “Kürtajlar 3 kat azalmıştır. Anne ölüm hızı 6 kat azalmıştır. Modern Aile Planlaması Yöntem Kullanımı 2 kat artmıştır. Kadınların Yaşam Süresi 14 yıl artmıştır. Dünyada 8 anne ölümünden biri sağlıksız kürtajlardan oluşmakta iken, Türkiye’de ise sadece 50 anne ölümünden birinin nedeni sağlıksız kürtajdır. 1950’li yıllarda anne ölümlerinin yaklaşık yarısı düşükler nedeni ile iken, bugün sadece anne ölümlerinin %2’si güvenli olmayan düşükler nedeni iledir. Güvenli olmayan düşüklere bağlı ölüm ve sakatlıklar sağlık gündeminden çıkmıştır. Kürtajın Yasaklanması Anne Ölümlerini Ciddi Biçimde Artıracaktır.” (9).

Kaynaklar:
1. Çokar M. Kürtaj. Babil Yayınları, 2008, 1. Basım, İstanbul.
2. Şahinoğlu Pelin S. Hekim Andının Evrimi. T Klin Tıbbi Etik, 1994;2(1):3-7.
3. Yılmaz T. Gündemi Değiştirmeyelim Baylar. 18.06.2012. Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevi.
4. Serbest Kalem. Gündeme Kürtaj. http://www.solakademi.com/serbest-kalem-gundeme-kurtaj/ erişim: 26.06.2012.
5. Alikoç F. “Kürtaj cinayettir”demek cinayettir! Evrensel Gazetesi, 05.06.2012 (evrensel.net)
6. Sarı N. Osmanlı Sağlık Hayatında Kadının Yeri. Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları Dergisi (Ed. N. Sarı), İstanbul-1996/97;2-3:11-65.
7. Demirhan Erdemir A. Tıbbi Deontoloji ve Genel Tıp Tarihi, Güneş-Nobel Yayınları, 1996:135-37, Bursa.
8. Tekeli Ş. Kürtaj Yasası. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:5, s.1200.
9. Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Raporu, 16.06.2012. http://tjod.org/tr/duyurular

Hazzın Erkek Egemen Kurgusuna Karşı Bedenimizi Tanıyor muyuz?

hasbiyeSosyalist Feminist Kolektif ve Kasaum desteği ile 15 Aralık Cumartesi Saat:14.00’de Siyasal Bilgiler Fakültesi 226 No’lu salonda yapılacak tartışmada, katılımcı kadınlar  ‘Hazzın Erkek Egemen Kurgusuna Karşı Bedenimizi Tanıyor muyuz?’ sorusuna yanıt bulmaya çalışacaklar.

Cinsellik tarihinin köşe başlarını işgal eden erkek bilimciler, kadını kendi bedenine dair bilgilerden yoksun bırakmayı o kadar ileri götürmüşler ki; vajina duvarlarındaki sinirlerin elimizin serçe parmağındakilerden bile az olduğunu, dolayısıyla vajinadan hissedilecek hazzın o oranda az olacağını saklamışlar…..

Anlatici: Hasbiye Günaçtı

Sosyalist Feminist Kolektif ve Kasaum desteği ile
YER: Siyasal Bilgiler Fakültesi 226 No ‘lu salon
TARİH: 15. 12. 2012 cumartesi
SAAT: 14.00- 17.00

Kürtaj Yapmama Hakkı Neyin Hakkı?

doktorvicdani-redÖzlem Barın

Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın önceki gün Bakanlar Kurulu’nda sunumunu yaptığı yeni kürtaj yasa tasarısının maddelerinden birinin de sağlık personelinin kürtaj konusunda görevden çekilme hakkının tanınmasını içereceği söyleniyor. Haberlerde “kürtaj yapmama”, “görevden çekilme” hakkı olarak geçen bu “hak” neyin hakkıdır; ya da şöyle soralım: hangi hakkın kürtaj özelinde kullanımıdır? Hükümetin adını koymaktan çekineceği bu hak, tüm dünyada “vicdani ret” hakkı olarak geçen, bir kimsenin kendi vicdanına, inanç ve ilkelerine aykırı düşen hiçbir şeye ve hiç bir kamu hizmetine zorlanamayacağı şeklinde ifadesini bulan temel insan haklarından biridir.Vicdan özgürlüğü eşitliğini, sivil itaatsizliği içerecek şekilde vicdani ret hakkını anayasal güvence altına almaya direnen hükümetin kürtaj özelinde bu hakkı tanıyıvermesi pes dedirtiyor. Kürtaja karşı çıkarken bile kendi vicdanını dinleyip kendi sözünü oluşturmaktan aciz, Amerikan yeni muhafazakâr, “yaşam yanlısı” söylemi ithal eden hükümet temsilcilerinin, gelen tepkiler karşısında kürtajı yasaklayamayıp, fiilen yapılamaz duruma getirmek için yine Amerikan muhafazakârlığı tarzı ayak oyunlarına sığınacakları beklenebilirdi; ama bunu yapmanın bile bir tutarlılığı, en azından kendi yasalarında bir zemini olmalıydı.  Devamını Oku…

Fişlenerek ve İkna Turuna Direnerek Kürtaj…

ank-18-haz-kurt-9Filiz Karakuş

Orta yoldan kadınların kürtaj seçme hakkı değil devletin ve ailenin çıkarları çıkıyor.

Kürtajın cinayet olduğu ve yasaklanması gerektiği açıklamalarıyla başlayan tartışmalar, kadınların mücadeleleri ve her kesimden gelen tepkilerin belirlediği bir sürece yol açtı.

Kürtajı yasaklamayı hedefleyen Hükümet bu emelini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın deyimiyle  bir ‘orta yol’ arayışına girmek zorunda kaldı.

Bulunan orta yolun kadınların bedenleri üzerinde söz ve karar hakkının dışında bir yol olacağını tahmin ediyor, “Kürtajda orta yol olmaz,” diyorduk. Maalesef yanılmadık. Kürtajı yasaklamayı göze alamayan devlet, kürtaj hakkının kullanımını zorlaştıran bir yasa hazırlığı içinde.

Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın beraber hazırlayarak Bakanlar Kurulu’na sunacağı kürtaj tasarısının basına yansıyan arka plan tartışmalarına ve büyük ihtimalle önümüze gelecek haline baktığımızda, kadınların cinsellikleri, bedenleri, hayatları üzerinde erkeklerin ve devletin sınırsız denetimi olması perspektifinden hazırlandığını görüyoruz. Yani, artan muhafazakarlaşmanın da izin verdiği biçimde, kadınları erkeklerin ve devletin kontrolüne koşulsuzca teslim eden, kendi arzularını hiçe sayarak belirli rollere, bilhassa anneliğe sıkıştıran bir zihniyetin ürünü olduğunu.

Önümüze gelecek tasarıda, kürtajın sadece hastanelerde yapılabilmesi şart koşulurken; kürtaj hakkı psikolojik, tıbbi, ideolojik baskı ile kullanılamaz hale getiriliyor.

Gebliz uygulaması gebelik testini ve kürtajı kapsamamalı ve kadınların talebine bağlı olarak sisteme kaydedilmeli

Uzun süredir gündemde olan ve son Aile Hekimliği sistemiyle yürürlüğe giren Gebe, bebek, lohusa izleme sistemiyle (Gebliz) bir kadın ebelik testi yaptırdıkları andan itibaren izlemeye alınıyor. Kadınların gebelik tespiti için yaptıkları tahlillerin sonuçları gerekli yerlere (!) iletilmek üzere kayıt altına alınıyor. Test yaptıran kadın başvuruda mahremiyet butonunu işaretlemediyse kadının oturduğu eve telefon edilerek ya da bizzat evin kapısı çalınarak gebelik testi sonucundan eş, baba ve kardeş…evde oturan herkesin bilgi sahibi olması sağlanıyor. Test sonuçları ilk andan itibaren merkezileştiriliyor.  Aile Hekimlerine bilginin ulaştırılması için yapılan bu uygulama, kadınların cinselliklerinin denetimi anlamına geldiği gibi, özel hayatlarının gizliliğini ihlal anlamına geliyor. Bu uygulamayla kadınların gebeliğini devam ettireceği varsayılıyor ve üzerlerinde baskı kuruluyor. Bu baskılanmaya rağmen bir kadın kürtaj yaptırmak için hastaneye başvurduğunda ise öncelikle bir heyetle görüşmesi zorunlu kılınıyor.

Kürtaj öncesi bilgilendirme heyeti istemiyoruz.
Kürtajda söz ve karar kadınların
Koca izni kaldırılsın. Evli-bekar kadınlara aileye bağlı kılınmadan kürtaj hakkı.

Hazırlanan tasarıda, hastanelerde oluşturacak  uzmanlar heyeti tarafından kürtaj başvurusu yapan ailenin  ‘bilgilendirilmesi’ hedefleniyor. Kürtaj başvurusu için anne ve baba adayının birlikte başvurusu şart koşulacakmış. Kadının tek başına başvurusunun kabulünü istisna olarak görüyor yasa tasarısı. Kadınların kürtajda asıl söz ve karar sahibi olmalarını baştan reddediyor. Daha önceki uygulamada koca izninde imzalı bir rıza beyanı yeterli olurken, şimdi kocalar baba adayı sıfatıyla ikna odalarına anne adayı (kadın değil anne adayı) birlikte davet ediliyor. Bekar kadınlar için, hamileliğin faili erkeği açıklama baskısı demek olan bu uygulamanın, aile üzerinden yürüyen kürtaj tartışmasında bekar kadınların hastanelere başvurmalarının da önünü kapatacağını söyleyebiliriz. Bekar kadınların kürtaj başvurusu yaptıklarında, genel ahlak ve evlilik tavsiyeleriyle karşılaşmaları ise kuvvetle muhtemel.

Kurulması hedeflenen uzmanlar heyetinin bileşimi ise dikkat çekici. Kadın doğum uzmanı, sosyal hizmet uzmanı ve psikologdan oluşuyor bu heyet.

Kadın doğum uzmanının kürtajın tıbbi sürecini aktarması bakımından anlaşılır yanı var. Peki psikolog ve sosyal hizmet uzmanının bu heyette işi ne? Psikologlar oldukça basit olan bu operasyona kadını hazırlamak, kürtaj yaptıran kadınların travma yaşamalarına gerek olmadığını anlatmak , kadınları güçlendirmek için heyette yer bulmuyorlar. Sosyal hizmet uzmanları ise olağanüstü durumlar dışında toplam1-2 saatlik hastane yatış süresi olan kürtaj operasyonu ve yapılacak hastane düzenlemesi konusunda, başvuru yapan kadınlara bilgi vermesi için bu heyete dahil edilmiyorlar. Bu heyetin amacı, ne için kurulmak istendiği ortada ; Kadınların kürtaj yaptırmasını engellemek

Kadınların cinsellikleri, bedenleri ve hayatları hakkında karar hakkı

İkna odalarında ‘bilgilendirme’ adı altında kadınlara, kocalarının da gözcülüğü ve denetiminde kürtaj yaptırmasını engellemek için merkeze konulan konunun ise ‘bebeğin yaşam hakkı’ olduğu belirtiliyor. Basına yansıyan haliyle cenin, embriyo gibi ifadelerin özellikle kullanılmadığını ve döllenme anından itibaren yaşama hakkı olan bir bebekten söz edildiğini görüyoruz. Bilgilendirmenin birinci maddesi ‘bebeğin yaşam hakkı’ ile başlıyor. Son maddesi ise devletin çocuk bakım hizmetleri konusunda sunacağı olanaklar  (bunun gerçek hayatta bir karşılığı olmadığını bu ülkede yaşayan herkes biliyor)

Sosyal hizmet uzmanlarının bu heyette bulunmasının anlamı çocuk bakımı konusunda yapacakları yönlendirme, psikologların yapacakları ‘bir cana kıyılır mı?’ baskısı olacak gibi gözüküyor. Ancak ikna turlarından ‘sağlam’ çıkabilen kadınlar kürtaj yaptırabilecekler. İkinci kez kürtaj yaptırmak isteyen kadınların aynı prosedüre, baskıya maruz kalmamak için doğurmak zorunda kalacaklarını ya da yaşam haklarını tehdit eden (şiş, kibrit çöpü, askı vb.) kürtaj yöntemlerine başvurabileceklerini söylemek abartı olmaz. Bekar kadınların çoğunluğu ise heyetle muhatap olmamak  ve fişlenmemek için kürtaj karaborsasına ya da yaşamlarını tehlikeye atan yollarla düşük yapmaya yönelebilecek. İkna turlarında, ceninin yaşam hakkından yola çıkılarak kürtajın cinayet olduğu, bir devlet politikası olarak empoze edilecek ve kadınlar için annelik neredeyse zorunlu seçenek olacak. Ceninin yaşam hakkını merkeze alan bir yaklaşım baştan kadının hayat ve yaşam hakkını riske atıyor.

Tecavüz saldırısına uğrayan kadına ömür boyu ağırlık

Yasa tasarısının arka plan tartışmalarında,  tecavüz sonrası hamileliklerde  tecavüze uğrayan kadın ve cenini eş değerde önemseyerek yol bulmaya çalışıyoruz deniyor. Oysa “anne ve bebeğin masumiyeti” diye formüle edilen bu anlayış aslen yine bebek olarak tanımladığı ceninin kürtajını engellemek üzerine kuruluyor. Kadınların tecavüz sonrası yaşadıkları travmanın üstüne ‘bebeğin masumiyeti’ söylemiyle kurulan baskı kadının seçim hakkının önünü kapatıyor. Tecavüzcü erkekle saldırıya uğrayan kadın arasındaki ilişkiyi doğacak çocuk üzerinden süreklileştiriyor. Tecavüze uğrayan kadının hayatı boyunca bu saldırının sonuçlarını yaşamasının yolunu açıyor.

Diyanet hazırlık içinde

Kadınların kürtaj seçim hakkına ‘ceninin yaşam hakkı’, ‘ailenin güçlendirilmesi’ zemininde bir saldırı da Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelmek üzere. Diyanet kürtaj meselesine ‘yaşam hakkının kutsallığı’ zemininde yaklaşmaya karar vermiş.

Görünen o ki; Diyanet de, hükümet de, kadınlara kürtajı seçme hakkını ‘sen bir bebek öldürüyorsun, bunu bilerek davran’ baskısı ve paketiyle vermeye hazırlanıyor.

Sezaryen kadının seçimine bırakılmalı

Sağlıkta dönüşüm ve performans sisteminin bir parçası olarak sezaryenle doğum kadınlara dayatılan bir doğum yöntemi haline geldi. Sezaryenin dayatılmış bir yöntem olması engellenirken, kadınların sezaryeni tercih etme hakkının ortadan kaldırılması doğru değil. Sezaryen konusunda TBMM’de geçti-geçecek yasanın sezaryen uygulaması için sadece tıbbi zorunluluk koşulu getirmesi bir eksiklik. Sezaryen tıbbi sonuçları anlatılarak kadının onayıyla uygulanabilmeli.

Cinsellik, Doğurmamak, Annelik kadınların seçim hakkı.

Kürtaj kadınlar için çoğunlukla erkeklerin korunmaması, kimi zaman kadınların doğum kontrolüne erişememiş olması nedeniyle ve  bazen kazayla oluşan istenmeyen gebeliklerin sona erdirilmesi için bir seçim hakkı. Kadınların kendi bedenleri hakkında söz ve karar sahibi olmalarının bir parçası.

Bugün kürtaj hakkı, kadın ve üreme haklarının bir parçası olarak dile getiriliyor. Bu çerçeve bizim için yeterli mi? Değil. Çünkü kürtajın üreme haklarının bir parçası olmasının yanı sıra kadınlar açısından hem cinsellik ve doğurganlık arasındaki hem de hamilelik ile annelik arasındaki bağı kopartan bir işlevi var. Bu anlamda kürtaj kadınlara rahatlama sağlayan ve özgürleştirici bir sosyal hak. Yani aslında ister zorunluluktan olsun, ister kazayla olsun, kürtaj kadınların doğurmamayı seçme hakkı.

Kürtajın özgürleştirici dinamiğini güçlendirmek, kadınların cinsel ilişkiyi reddetme hakkı ve kadınların hayatları hakkında karar sahibi olma, anne olmayı reddetme, ya da istese bile zamanını kendi belirleme hakkıyla birlikte savunarak mümkün. Bütün bu savununun temelinde ise kadını aileden bağımsız görmek, kadınların cinsellikleri, bedenleri, hayatları üzerindeki erkek ve devlet denetimine karşı çıkmak yatıyor.

Kürtajda orta yol olmaz. Bedenimiz ve geleceğimiz bizimdir.

Bedenimiz Bizimdir

bedenimiz-bizimdir-denizlili-kadn-eylemiKâmile Yılmaz

Yüzyıllardır kadın bedeni üzerinden politika yapılıyor. Kadınlar da bu konuda yılmadan mücadeleyi sürdürüyorlar. Bir türlü bedenimizin yalnızca belden aşağı olmadığını, kafamızın da olduğunu, en az onlar kadar düşünebildiğimizi, bedenimizin yalnızca bize ait olduğunu anlatamadık. Kadının doğurmak zorunda olmadığını, bu konuda kararın yalnızca kendisine ait olması gerektiğini de anlatamadık. Biz yorulduk, erkek egemen sistem yorulmadı. Varsa yoksa kadın bedeni üzerinden politika üretmekte. Kadın bedeni üzerinde hak iddia etmekte. Konuşurlarken, sanki bir malın sahibiymişcesine edilen sözler dizilmekte.

Devamını Oku…

Bedenimiz Bizimdir. Kürtaj Olup Olmama Kararı Bize Aittir

img_4715Sakine Günel

Günde 3 kadın öldürülmesine seyirci kalan,  kadını aile içinde  tutma politikaları gereği  kadınlara yönelik 3 çocuk tavsiyesinin devamında da kürtaj yasağını gündeme getiren muhafazakâr ve otoriter akp, kadınların  kazanılmış haklarına yönelik saldırıda gelebileceği son noktaya vardı. Akp, kadınların hak taleplerine  kadın düşmanı politikalarla cevap veriyor; kadınları annelik kimliğine hapsederek kimliksizleştirme politikalarına  devam ediyor. Akp’nin aile politikası kadınları eve kapatmayı, kadınların bedeni  ve cinselliği üzerindeki erkek denetimini,  devlet eliyle pekiştirmeyi hedefliyor.

AKP’nin kürtaj karşıtlığını, embriyonun canlı varlık (tıbbi tanıma göre embriyo kan pıhtısı) olduğu iddiasına dayanarak yaşam hakkı üzerinden savunuyor. Bu argümanın kendisini,  kürtajın gerektirdiği koşulları, kadınların mevcut patriyarkal düzen içindeki ihtiyacını göz ardı ettiği ve kadınların gereksinmelerini sorguladığı için tartışmıyoruz. Kürtaj hakkı ellerinden alınsa da, kadınlar yüzyıllardır istenmeyen gebelikleri ilkel yöntemlerle düşük yaparak sonlandırıyorlar. Veya sağlıksız koşullarda, tıbbi ehliyetten yoksun ticari amaçlı “kasap” tabir edilen ehliyetsiz kişilere kürtaj yaptırmak zorunda kaldıklarında onları bekleyen sakat kalma ve ölüm risklerine rağmen, doğurmak yerine kürtaj olmaktan vazgeçmiyorlar. Kadınlar her zaman kürtajı, kendi isteklerine bağlı olarak güvenli koşullarda yapılması için temel bir hak olarak savundular. Mevcut patriyarkal düzende annelik, kadının kendi hayatını çocuğa tabi kılması ve ona göre planlaması demek. Kadın işini bırakır, eve kapanır. Erkek baba olsa da olmasa da çalışmak ve para kazanmak görevini sürdürmeye devam eder. Erkekler doğum kontrolüne başvurmazken, çocuk bakımı tamamen kadın sorumluluğundayken bile evlilik içinde kürtaj, kocanın iznine bağlı. AKP’nin kürtajı sınırlama politikasının, karı kocayı “ikna” yöntemiyle embriyonun “yaşam hakkı üzerinden” olacağı açıklanıyor: Bu yöntemle kadına doğurması yönünde baskı yapılacak, erkeklerin kadın bedeni üzerindeki tasarrufu artırılacak.

AKP kürtaj hakkını, süreyi 8 haftaya düşürerek sınırlamayı hedefliyor. Çoğu kadın bilir ki, hamileliğin anlaşılması düzenli, hiç sekmeyen bir regl takvimini gerektirir. Bu düzenlilik içinde bile, kadınlar regl olmadığında 2. regl süresini,  4. haftayı beklemeyi tercih ederler. Eğer hamilelik söz konusu ise bu, 8 hafta demektir. İkinci reglin de gecikme ihtimaliyle bir iki hafta daha eklendiğinde, bu süre en az 10 haftaya tekabül eder. Türkiye’de halen yürürlükte olan kürtaj süresi bu alt sınırdan belirlenmiş durumda. Bu noktada kürtaj hakkının yaygın olarak kullanılması için sürenin en az 12 hafta olarak uzatılmasını talep etmemiz gerekiyor.

Sürenin bu şekilde sınırlandırılması, fiili olarak kürtajın yasaklanması demek. AKP, kürtajın yasaklanmadığını, zina ilişkisi yani “özgür” ilişki yaşayanların korunmadıkları için kürtaja başvurdukları tehditleriyle bekâr kadınlara kürtaj yasağı getirilecek. Kadınların cinselliği, ancak doğurma amaçlı ve evlilik içinde meşru anlayışı ile kadın bedeni ve cinselliği üzerindeki erkek kontrolü artacak.

Patriyarkal sistemde, kadınların cinselliklerinin ve doğurganlıklarının erkekler ve devlet tarafından denetlendiği, erkeklerin doğum kontrolünü üstlenmedikleri koşullarda, kadınlar istemeden hamile kalıyor ve kürtaja başvuruyorlar. Kadınlar cinsellikte erkeklerin hazzına tabi oldukları için ve evlilik içinde kocaya hayır diyemedikleri durumda, istenmeyen gebeliklerde kürtaj aynı zamanda bir doğum kontrolüdür ve kadınlar için kazanılmış bir haktır; bir zorunluluktur. Kadınların cinsel özgürlüklerinin olmadığı, doğurganlıklarının erkekler ve devlet tarafından denetlendiği ve bedenleri ile ilgili karar alma haklarının olmadığı bu patriyarkal düzende “Bedenimiz bizimdir ve kürtaj kararı kadınlara aittir!” demeyi sürdüreceğiz.

Kürtaj Toplumsal Bir Hak

krtaj-hakk

Ayşe Toksöz-Özlem Barın

Patriyarkal sistem içerisinde kürtaj, kadınların bedenlerinin, cinselliklerinin ve doğurganlıklarının denetlenmesine karşı, kadınların kendi bedenlerini, yaşamlarını belirleyebilmelerinin ayrılmaz bir parçası.

Kadınlar istenmeyen gebeliklere maruz kaldıkları müddetçe, bu gebelikleri sağlıklı bir şekilde sonlandırmak, kadınların kendi bedenlerini ve yaşamlarını belirleyebilmelerinin bir önkoşulu olmaya devam edecek.

Bugün hem Türkiye’de hem de genel olarak dünyada neoliberal politikalar ve yükselen muhafazakârlık altında kürtaj karşıtlığının artması, kürtajı yasaklama girişimlerinin hız kazanması hiç de tesadüf değil. Kadınların bedenleri, doğurganlıkları, cinsellikleri ve bu yolla kimlikleri ve emekleri üzerinde denetimi tahkim etmenin saç ayaklarından birini kürtajı yasaklamak, kadınların kürtaja erişimini sınırlandırmak, kürtajı tüm toplumu ilgilendiren bir ahlaki mesele olarak sunup kadınların karar verme kapasitesini sınırlandırmak ve kadınlığı annelikle özdeşleştirmek oluşturuyor. Bu saldırı karşında, kadınlar olarak kürtaj hakkını en temel haklarımızdan biri olarak savunmak, erkek egemenliğine, patriyarkal kapitalizme karşı ciddi bir darbe indirmek anlamına geliyor.

Fakat feministler olarak kürtajı vazgeçilmez bir hak olarak savunurken, kazanılmış ya da verili bir hakka yönelik saldırı karşısında salt bu hakkı korumak adına soyut bir yerden mücadele etmiyoruz. Kürtaj tartışmasının embriyonun yaşam hakkı gibi ahlaki bir düzeye çekildiği ideolojik bir ortamda kürtajı kadınların kendi yaşamlarını belirleyebilmelerini, kendilerini gerçekleştirmelerini mümkün kılan bir hak olarak kurgulamak gerekiyor. Kürtajı bu şekilde savunurken ise, kadın bedenini ve cinselliğini, kadınların yeniden üretim kapasiteleri ile birleştiren bir biyolojik özcülüğe düşmemeye ve kürtaj hakkını bireysel bir seçim özgürlüğüne indirgememeye dikkat etmek gerekiyor.

Kişinin bedenin metalaştırılmasına, nesneleştirilmesine, dışarıdan belirlenmesine karşı bedensel dokunulmazlığı ve bedeni üzerindeki kendi denetim hakkını bir doğal hak olarak savunmak elbette önemli. Fakat kürtaj hakkını bedeni bir özel mülkiyet olarak kurgulayan ve mahremiyet üzerinden tanımlayan liberal bir anlayış üzerine oturtmak, kadınların yeniden üretim kapasitelerinin patriyarkal bir toplumsal düzen içinde belirlendiğini, dolayısıyla da kürtajın kadınlar için bir ihtiyaca, zorunluluğa tekabül ettiği gerçeğini göz ardı ediyor. Kürtaj kararının kadınlara ait olduğunu söylerken, “Bedenim benim, embriyo, cenin de benim bedenimin bir parçası, benim malım, ister beslerim, ister atarım, cinsiyetini beğenmedim aldırırım,” gibi keyfi ve atomize bir birey anlayışından hareket etmiyoruz elbette. Çünkü böylesi bir keyfiyet, tam da kadınlar açısından ciddi tehlikeler barındırıyor. Her şeyden önce kadınların cenini bedenlerinin bir parçası olarak görmedikleri, istenmeyen gebelik durumunda bedenin bir işgali olarak algıladıkları şeklindeki deneyimlerine ters düşüyor bedensel mülkiyet anlayışı. Keyfiyet tahayyülü, kadınların yeniden üretim kapasiteleri üzerindeki denetimlerini hem soyut hem de mutlak kılıyor. İstenmeyen gebeliklerde erkeklerin rolünü göz ardı ettiği kadar, yeniden üretimi, doğurganlığı kadınların biyolojik olarak belirlenen, kaderleri olan özel bir alan olarak da mutlaklaştırıyor. Erkek egemen denetim de zaten bu mutlaklaştırma üzerinden işliyor. Soyut bireyci bir hak anlayışına karşı belirli bir toplumsallık içinde belirli ihtiyaçlarla şekillenen, bu ihtiyaçlarının karşılanmasıyla kendini gerçekleştiren somut bir birey anlayışı üzerinden, kendi bedenlerimiz üzerindeki kontrol ve kendini belirleme hakkını pozitif bir noktadan kurgulamalıyız. Patriyarkal ilişkiler içinde, kadınlar hamilelikten bedensel, ruhsal, cinsel olarak daha fazla etkilendiği için ve çocuk bakımının yükü kadınların üzerinde olduğu için kürtaj hakkını kadınların, kendilerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirme hakkını tanıyan, mümkün kılan bir koşul olarak savunuyoruz. Patriyarkal ilişkiler bağlamında ve kadınların toplumsal özgürleşmesi perspektifi içinden düşünmediğimizde tek başına hak kavramı soyut olduğu kadar durağan bir kavram. Var olan toplumsal ilişkileri hedef almayan, patriyarkal tahakküm biçimlerine meydan okumayan, kürtaj hakkını salt bir kürtaj hizmetine erişim hakkı olarak gören bir sabitlemeye de düşmemeliyiz. Kürtajı daha geniş bir özgürleşme perspektifi içinden, kadınların kendi bedenlerini, cinselliklerini, yaşamlarını belirleyebilmeleri, doğurganlıkları üzerindeki patriyarkal tahakküme dur diyebilmeleri, kendilerini gerçekleştirebilmeleri için bir toplumsal hak olarak savunmalıyız.

Bütün bunları söylerken, özcülüğe düşmemek adına biyolojinin rolünü yok saymamak da gerekiyor. Kadın bedeni, cinselliği ve doğurganlığı arasındaki ilişki devam ettiği müddetçe, kadın bedeni hamileliğin gerçekleştiği ortam kaldığı müddetçe kararın kadınlara ait olması gerekiyor. Bu, kürtaj hakkının ve kadınların kendi bedenlerini kontrol ve belirleme hakkının sadece politik bir talep olmadığı, maddi bir gereklilik üzerinden de yükseldiği demek. Bu biyolojiye dayanan maddi gerekliliği, yukarıda bahsettiğimiz üzere “doğal” olana indirgememek elbette önemli. Üreme konusunun biyolojiye dayanan temeli, konunun çetrefil yanlarından biri olsa da, “doğal” olan ile “toplumsal” olan arasındaki ayrımı mutlak olarak almazsak, biyolojik süreçlerin daima toplumsal kurumlar tarafından dolayımlanıyor oluşunu daha iyi kavrayabiliriz. Bir başka deyişle, bedenselliğin bu konudaki merkezi konumu, üremeyi “doğal” bir süreç haline getirmez; tersine, bu bedensel süreç daima sosyal olarak şekillendirilir.

Hali hazırda içinde yaşadığımız toplumlarda bu kurumların erkek egemen bir karaktere sahip olması, kadınlar arasında bir deneyim ortaklığı kuruyor. Kürtajla ilgili içinde bulunduğumuz süreç, bu ortaklığın sınıf, etnik köken ve coğrafi konum gibi farklılıkları nasıl aştığını kanıtlar nitelikte: devlet hastanelerinde, özellikle küçük yerleşim yerlerinde kürtaja erişimin giderek zorlaşmasının ve ardından kürtajı “vicdani” olarak reddeden özel hastanelerin çoğalmasının, bugün kürtaja karşı başlatılan geniş çaplı saldırının habercisi ve ilk adımları olduğunu görüyoruz. Bu, kadınlar arasındaki eşitsizliklerin ve farklılıkların ortadan kalktığı anlamına değil; tüm kadınların ihtiyaçlarına cevap verebilecek, kapsayıcı feminist politikalar üretebilmenin önemine işaret ediyor.

“Tercih” ve “kadınların tercih hakkı” kavramları, yukarıda ele aldığımız gibi, bu aşamada yetersiz kalıyor. Tercihlerin, daima belirli bir sosyal bağlam içerisinde kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekir. Bu demek değil ki mevcut toplumsal koşullar tarafından ikincilleştirilen ve marjinalleştirilen grupların kullandığı tercihler “tercih” sayılmaz. Fakat bu denklemde odaklanılması gereken terim tercih değil, toplumsal koşullar olmalı.

İşte bu yüzden, “kürtaj hakkı”nı bireysel bir hak gibi değil, bir toplumsal hak olarak kavramsallaştırmanın önemine inanıyoruz. Yine de, burada kaçınmamız gereken bir tuzak daha var: “Kadın tecavüze uğrasa da doğurmalı, gerekirse devlet bakar,” diyenlere karşı “Doğmuş çocukların bakımı için devlet şimdiye kadar ne yaptı ki?” diye cevap verildiğinde, sanki toplumsal koşullar daha uygun olsa – diyelim ki, devlete güvensek (!) ya da sosyalizm gelse (!) – kürtaj vazgeçilebilir bir şey haline gelecekmiş gibi bir anlam çıkıyor. Vurgulamak gerekir ki bireysel hak anlayışını eleştirmemiz, hamileliğin kadınların bedensel olarak yaşadığı bir gerçeklik olduğunu göz ardı edebileceğimiz anlamına gelmiyor.

Burada belki hak kavramının içeriğine dair bir not düşmekte yarar var: elbette haklar, kendinden menkul, “sahip olunan” ya da “verilen” yetkileri değil; toplumsal düzenlemelere ilişkin fikir ve talepleri içerir. Bu anlamda, kürtajı bir hak olarak görmek, ne bireyselliğe, “tercih”e, yaşam tarzına öncelik vermektir; ne de kürtajı koşulsuz bir iyilik olarak kabul ettirmeye çalışmak. Eğer hakları, yalnızca yasal olarak tanımlanmış mukavemetler değil, etrafında örgütlenilebilecek kaynaklar olarak düşünürsek; “Kürtaj haktır,” demek, kadınları annelik üzerinden tanımlayarak onları ikincilleştiren, bedenleri üzerindeki tasarruflarını yok sayan patriyarkal sisteme karşı “Bedenimiz bizimdir” fikrini bir kez daha ileri sürmenin bir yoludur.

“Toplumsal hak” kavramının bireysel hak ve insan hakları kavramlarından ayrıştığı nokta burası. Çünkü kürtajı toplumsal hak olarak talep etmek, kürtaj yaptırmayı istemekten öte, kürtajın hangi koşullar altında bir zorunluluk haline geldiğini açık etmeyi de içeriyor: erkeklerin cinsel sorumsuzluğunun tolere edildiği, hatta desteklendiği; buna karşın üremeye ilişkin her konunun (doğum kontrolünden çocukların yetiştirilmesine) sorumluluğunun kadınların omuzlarına yüklendiği gerçeğini. Feministler, yalnızca açık etmekle kalmayıp, bunu değiştirmek için de mücadele veriyor: doğum kontrolüne erişimin yaygınlaştırılması, sorumluluğun daha eşit biçimde paylaşılması için. Bunun yanında, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolün ne olursa olsun kabul edilemez olduğunun altını çiziyor.

Kadınların bireysel (hamilelik ve kürtaj) deneyimleriyle, üremenin toplumsal karakteri arasında bir uyuşmazlık, en azından feminizm açısından bir formül üretme zorluğu varmış gibi görünse de, bu kopukluk aslında yine ikilikler üzerinden düşünme alışkanlığının bir sonucu. “Bedenimiz bizimdir” fikri, hem kadınların bedenleri üzerindeki tasarrufunu, hem de kadınlara doğurganlık üzerinden biçilen sosyal konumu bir araya getirdiği için, feminist politika için vazgeçilmez bir zemindir.

Regl İzni tartışması

KADINLAR YİNE “KIRK KATIR MI KIRK SATIR MI” İKİLEMİNDE

Mutfak Cadıları (1.sayı Mart 2010)

Türkiye, çıkarılıp da uygulanmayan yönetmelikleriyle ünlü bir ülke. Ağır ve tehlikeli işler yönetmeliği de bunlardan sadece bir tanesi. Çok yakın bir geçmişte, iş kazaları ve meslek hastalıklarının artmasıyla işçi sağlığı ve iş güvenliği hükümlerini kapsayan yönetmelikle yeniden gündeme geldi.

Devamını Oku…