Nesrin Tura
Kaktüs 7.sayı-1989 Eylül
Siyahlı Protesto ile birlikte, Türkiye’de 80 sonrasında oluşmaya başlayan kadın hareketi, özgül gündeminin dışındaki bir olaya ilk kez tepki vermiş oldu. Değişik kadın çevrelerinin ve bağımsız kadınların biraraya gelerek gerçekleştirdikleri protesto eylemleri oldukça uyumlu bir biçimde ve ortak bir çoşku içinde geçti. Protestonun ardından yapılan değerlendirmelerde bu protestoya farklı anlamlar yüklediğimiz ortaya çıktı ve çok anlamlı bulduğum bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi.
Birkaçımız dışında (ki onların da kaygıları daha çok biçimlere ilişkindi) hepimiz bu protestoyu gerçekleştirdiğimiz için memnunduk; “yapmasaydık” diyen yoktu. Yine çoğumuz için ortak olan bir nokta da, sözkonusu sorun kadın hareketinin gündemi dışında olduğuna göre, protestomuzu ille de kadınlarla gerçekleştirmek istemediğimiz ama buna zorlandığımızdı. Birçok kadın, 1 Ağustos Genelgesiyle ilgili duyarlılığını ifade edebilmek için öncelikle başka çevrelere, örneğin IHD’ye gittiğini ama oralarda “hayal kırıklığı”na uğradıktan sonra, kadınlarla birlikte istediği ifade biçimini bulduğunu söyledi. Tartışma bundan sonra başladı.
Bazı arkadaşlar, ilanda yeralan “Şiddetin her türünü çok iyi bilen biz kadınlar” sözlerinin ve Basın Bildirisindeki “Yüzyıllardır şiddetle yüzyüze kalmış cins olarak biz kadınlar 1 Ağustos Genelgesine dayanılarak devletin uyguladığı bu şiddete kayıtsız kalamayız.” ifadesinin protestonun içeriğini daralttığını, sanki kadınlar yalnızca kadınlar için bir şeyler yapmalıymış gibi, yapay bir bağlantı kurma, bir “kılıf” oluşturma çabası olarak algılanabileceğini, buna hiç gerek olmadığını söylediler. Buradan kadınların genel olarak şiddet konusunda taraf olup olmadıkları tartışmasına geçildi.
Öncelikle, bir toplumsal muhalefet hareketinin, politik bir grubun, kendi gündeminde yeralmayan. kendi mücadele alanıyla hiçbir bağlantısı kurulamayacak olan olaylar için de tepki verebileceği, başka gruplarla dayanışma-destek-ittifak ilişkisi içine girebileceği ve girmesi gerektiği konusunda hemfikir olduğumuzu sanıyorum. Bu kadın hareketi için de böyle. “Siyah Protesto” konusunda yapay da olsa bir bağlantı arayıp aramadığımıza gelince, biz Kaktüs’lü kadınlar Basın Bildirisinde ve ilanda yer alan o sözleri hiç de bir kılıf olarak algılamadık. Bu tartışmalı sözler bize göre bir cins olarak şiddeti tanıdığımızı ve bu konuda özel bir duyarlılığımız olduğunu belirtmek anlamına geliyordu. (Nitekim en etkili ve sürekli tepki de biz kadınlardan gelmedi mi?) Üstelik. cümle içinde hiç bir neden-sonuç ilişkisi de yok. Yani ‘şiddeti tanıdığımız için ya da kadın olduğumuz için protesto ediyoruz” denmiyor.
Kadınların şiddette taraf olmaları konusunda ise, bazılarımız “bizim taraf olduğumuz şiddet cinsiyetçi şiddettir derken, bazılarımız da politik bir hareket olarak yalnızca cinsiyetçi şiddet değil genel olarak şiddet konusunda taraf olduğumuzu savundu.
Sonradan düşündüğüm zaman “taraf” kavramını fazlasıyla hukuki bir alana hapsederek kullandığımızı farkettim. Sanki taraf olmak ancak muhatap olmanın bir uzantısı olabilirdi. Sanırım tartışma biraz da bu yüzden tıkandı. Oysa taraf kavramına politik bir içerik verecek olursak durumun değişeceği kanısındayım. Taraf olmak için, bir politik grubun hatta kişinin kendisini taraf olarak hissetmesi ve öyle davranması yeterli değil mi? Örneğin, tek tek kadınların maruz kaldıkları cinsiyetçi baskılar konusunda kadın gruplarının hukuki olarak da taraf kabul edilmeleri yönündeki talebimiz aslında hukuğun sınırlarını zorlayan politik bir talep. Ayrıca, taraf olmanın genlerle ya da nesnel durumlarla açıklanabilecek bir yanı da yok; kadınlardan yana olmayan kadınların yalnızca kadın oldukları için erkek egemenliğiyle ilgili olarak -bizden- taraf olduklarını söyleyebiliyor muyuz? Yani bence yapmamız gereken, bizi doğrudan muhatap alsın almasın, istediğimiz her işe “burnumuzu sokmak” ve sokmaya hakkımız olduğunu savunmak.
Evet cinsiyetçi şiddetin ayrıcalıklı muhatabı eşcinsellerin yanısıra biz kadınlarız. Ama farklı şiddet biçimlerine (ulusal. sınıfsal vb.) maruz kalan tüm diğer ezilen kesimlerin yarısı; cinsiyetçi şiddetle birlikte bu farklı şiddet biçimlerini de yaşayan kadınlardan oluşuyor. Ayrıca tarih boyunca bu denli sistematik ve sürekli bir biçimde şiddete maruz kalan tek toplumsal grup da kadınlar olsa gerek. Bu diğer ezilen grupların çektiklerini küçümsemek ya da “en çok bizim canımız yanıyor” demek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ama tek tek kadınlar olarak değilse de bir cins olarak şiddetin her türünü tanıyoruz. Bu konudaki duyarlılığımızı belirtmekte de bir sakınca görmüyorum.
Kısacası, biz kadın hareketi ya da kadınlar olarak 1 Ağustos Genelgesinin muhatabı değiliz. Ama toplumsal bir muhalefet hareketi olarak, kadın hareketi olarak bu olayda tarafız, çünkü devletin uyguladığı şiddet konusunda politik gruplar, hareketler hatta tek tek kişiler bile tarafsız kalamaz.
Ayrıca, yarın, kadın hareketi, mesala devletin direği kutsal aile içinde huzursuzluklara sebep olduğunda, kendimizi birdenbire 1 Ağustos türü genelgelerin muhatabı olarak bulmayacağımız da hiç malum değil, Yani ben bu sözlerin protestonun anlamını, içeriğini daralttığı kanısında değilim.
Bazı arkadaşlar katılımı sınırlandığını, bu protestonun yalnızca kadınlarla yapılmaması, yaygınlaştırılması gerektiğini söylüyorlar. Buna bağlı olarak “toplumsal muhalefetin öncülüğüne mi soyurıuyoruz?” türünden kaygılı sorular eylemler sırasında ve sonrasında gündeme geldi. Doğrusu Siyahlı Protesto içerik açısından değil ama organizasyon ve katılım açısından bir “kadın eylemi” olarak gerçekleşti. Ama ben bunun bir tercih olduğu kanısında değilim. Siyah giyme tepki gösterme çağrısı yalnızca kadınlara değil herkese yapıldı. Nitekim bir çok erkek de bu çağrıya karşılık verdi.
Kamuoyu nezdinde demokratlık yapmanın bile sosyalistlere düştüğü bir ülkede yaşıyoruz.’ Kim ne derse desin. Türkiyede gerçek anlamda demokratik kurum filan yok. Mevcut kuruluşlar yeri geldiği zaman sokaklara dökülmeyi duyarsız olmayan, sadece duyarlılığını ifade edecek kanalları bulamayan kitlelerle birleşerek bir baskı oluşturmayı demokratlığa aykırı bir şey olarak görüyorlar. Demokratlık yasaların deli gömleği içinde gazetelere ilan vermekten, hükümeti ayıplamaktan ibaret. Içerdekiler açlık grevi yapıyorlar çünkü hastahanede bile zincirlerinden kurtulamıyorlar. Ama dışardakiler kafalarındaki zincirlerden kollarının serbest olduğunu göremiyorlar.
Kadın hareketi henüz çok küçük ama radikal bir hareket. Kendimizi hiç de “öncü” filan görmüyoruz. Tek başımıza yapabileceklerimizi unutmadan ama başkalarıyla birlikte de bir şeyler yapmayı daha anlamlı ve etkili gördüğümüz için, gazetecilerin, aydınların, domokratik kuruluş temsilcilerinin biraraya geldikleri platformlara koştuk (Pera gibi). Ama doğrusu. buralarda hem ciddiye alınmadık hem de yapılmak istenenlerin yasak savmanın ötesine geçmediğini anladık. İstanbul’un yanısıra Ankara ve İzmir’de de kadınlar siyahlarıyla demokratik kuruluşlara gidip onları duyarlılıklarını ifade etmeye çağırdılar. Sonuçta üç dört değerli günümüzü yitirmiş olmakla kaldık. Kendi gücümüz ve biçimlerimizle Siyahlı Protes toyu sürdürmekten başka çaremiz kalmadı. Kimse bizim anlamlı bulduğumuz türde bir şeyler yapmak istemiyor diye, “aman öncü gibi mi görünüyoruz” gibi bir kaygıyla kendimizi sınırlamamız beklenemezdi. Yani biz protestomuzu katılım açısından salt bir “kadın eylemi” olmaktan çıkarmak, başkalarıyla’ güçbirliği yapmak için uğraştık diye düşünüyorum. Ama henüz bazıları kadınların önemli toplumsal konularda öneri yapmalarına alışık değiller. Yalnız kaldık, sağlık olsun!
Bir başka noktayı da açıklamak gerekiyor. Başta da dediğim gibi, siyahlı protestoya herkes başka bir anlam yüklemiş olabilir. Örneğin’ İzmir’den Zeliha “anayız, dayanamadık” demiş. Kimileri insanlık adına, kimileri kadın olarak, kimileri demokrasi adına yola çıkmış olabilir.
“Analar; bacılar” olarak toplumsal muhalefete katılmak Türkiye’de bile yeni bir şey değil… Ama Kaktüs’lü kadınlar ve siyahlı protestoya katılan kadınların büyük çoğunluğu için bu eylemler “ana, bacı edebiyatı”nın tam bir reddi anlamına geliyordu. Bazı şeylere “dayanamamak” için ne ana ne de kadın olmak gerekmiyor. Üstelik biz, tam da bize uygun görülen bu kimlikleri reddetmek için bir hareket oluşturmaya çalışıyoruz.
Bu protestoyu insanlık adına mı gerçekleştirdik? Hayır. İşkenceciler de insan türü içinde yeraldıklarına göre, şiddeti kullananlar da şiddete maruz kalanlar da insan olduğuna göre, kimseye insan olduğu için değil ama politik tutuklu, fahişe, travesti, vb. olduğu için şiddet uygulandığına göre biz bu eylemi neden insanlık adına yapmış olalım?
Protestonun içeriği demokratik miydi? isteyenler -iyi niyetli olduklarını biliyoruz- öyle de diyebilirler. Ama biz işkencenin, şiddetin yaşanmadığı bir evrensel demokrasiyi hiç bir yer de görmedik.
Biz Siyahlı Protestoyu, toplumsal bir muhalefet hareketi, politik bir hareket olarak toplumun gündemindeki herşeyin bizi ilgilendirdiğine inandığımız için, devlet şiddeti konusunda kendimizi taraf hissettiğimiz için, başka muhalefet gruplarıyla zaman zaman ittifak içine girmemiz, dayanışmamız gerektiğini düşündüğümüz için gerçekleştirdik.
Tartışmalar sırasında kimi arkadaşlar, gündemimiz dışında eylemler yapmamızın muhtemel sakıncaları üzerinde durarak, sonunda, örneğin cezaevleriyle ilgili ses çıkarmaktan, grevlere gitmekten başka bir şey yapmayan bir “demokratik kadın hareketi” haline gelmemiz gibi bir tehlikeye dikkat çektiler. “Kendi gündemimizi ihmal mi ediyoruz?”, “İKD’nin yaptığı hatalara düşer miyiz?” biçiminde ifade edilen kaygılar taşıyor olmak bizi sevindirmeli diye düşünüyorum. Bu soruları sormaktan bir an bile vazgeçmemek kadın hareketinin varlığının ve politik bağımsızlığının önemli bir güvencesi. Ama biz (çoğumuz) yola çıkarken, kadın mücadelesinin sosyalist mücadelenin, barış ve demokrasi mücadelesinin bir alt başlığı olmasını reddettik. Örgütlenme biçimlerimizi, politikalarımızı, gündemimizi kadın politikasının gereklerine göre oluşturmaya çalıştık ve bunu başardığımız kanısındayım. Bu çabadan bir an bile vazgeçmemekle birlikte, tüm toplumu ilgilendiren önemli olaylarda bir taraf olarak ortaya çıkmak, toplumdan, diğer muhalefet hareketlerinden soyutlanmamamızın, mücadelemizi kendi içimize kapanarak değil, her alanda varolarak sürdürmemizin zorunlu koşulu. Mücadele alanlarını ayıran çizgiler bazen çok incelebiliyor ama hepten yokolmuyor. Çok ince düşünmek zorundayız. Gerisi sanırım bizim basiretimize bağlı.