Temmuz başında Nikolay Lemm, Marvel’in ünlü Barbie’sinin ölçülerini “insanîleştirmiş”. Amerikan hastalık kontrol merkezlerinin verilerini kullanarak, “19 yaş sağlıklı Amerikan kadını” ortalamalarına uygun yeni bir bebek tasarlamış. -Bizdeki “sağlık ocağı”, hatta “aile sağlığı merkezi” isimleri bile ne kadar güzelmiş meğer!- Bu sanatçının hazırladığı karşılaştırmalı görsellere rastlamak hoş bir aydınlanma yaşattı bana. Benzeri aydınlanma anlarını her birimiz çeşitli sebeplerle yaşasak da, bunu paylaşmak istedim elimden geldiğince; çünkü bu görselleştirme önemli bir soruna işaret ediyor bence.
Küçükken bu bebeklerden bizde de iki tane vardı. Altı yaş büyüğüm ablam ve ilkokul ikinci sınıftaki ben, (1980 başlarında olduğumuzdan, henüz) reklamına maruz kalmadığımız bu “bebek”lere çok sevinmiş, birkaç yıl da ziyadesiyle oynamıştık. Şanssızlık işte. Karton kutulardan basitçe birleştirip kurduğumuz ikiz müstakil evleri; tabak, yatak ve koltukları… Tüm eşyalarını elceğizlerimizle yapmıştık, emek emek. O zamanlar halen “kendin yap, kendin oyna” için zaman, ilham ve mecburiyet vardı. Bu kısmı büyük şansmış!
Bu bebeği 1959’da ilk tasarlayan kişi şeytani şeyler düşünmemiştir herhalde. “Değişik bir şey yapayım, ilk bakışta etkilesin” gibi birşeyler düşünmüştür. Böylece bir gören alacak, bir diğer gören de isteyecek, hızlıca ve çokça satılacak. “Sıradan” olmayacak. Şirket ve tasarımcının maaşı büyüyecek. Ama sonra dozu biraz kaçırmışlar. 1963’te satılan bebeğin yanında hediye gelen “nasıl kilo verirsiniz?” başlıklı kitabın içinde “yeme!” (“don’t eat!”) yazıyormuş. 1965’te satılmaya başlanan bir diğer seride kitaba ek olarak hediye gelen pembe banyo tartısı ise 50 kg’da sabitlenmiş durumdaymış. Selvi boylu oyuncağımızı 178 cm boyunda bir hemcinsimiz olarak kurgularsak, aynı boydaki “normal” bir kadının ancak dörtte birini kesip atarak bu ağırlıkta olabileceğini görüyoruz (diğer seçenek ise anoreksiadan muzdarip olması, vücudundaki yağ oranının aşırı düşüklüğünden dolayı -diğer sağlık sorunların yanında- hormon döngülerinin de bozularak menstruasyon yaşamıyor olmasıdır).
Bu değişik oyuncağı “ideal” kadın kurgusu olarak da okuyabiliriz. Bir şeyleri değiştiremeyecek denli minicik elleri, güçsüz olacak derecede incecik ve itaatkarca vücuduna yakın duran kolları, normallerin en az yarısı olan ve organlarının ancak dörtte birine yer sağlayabilecek beli, -o minik vücudunun besleyemeyeceği kadar- uzun bacakları, geyşaları kıskandıracak küçüklükte ve uslu uslu paralel duran -devrilmeden yürümesine dahi izin vermeyecek- ayakları… Memelerine de diyecek yok, süt bezleri değil helyum içeriyor olmalılar, zira yerçekimine zıt yönde duruyorlar. Hele o upuzun kuğu boynu, hele hele o ince uzun, hap gibi kafası… Zaten beyne ihtiyacı yok, düşünmesi sorun çıkarabilirdi. Hatta zorlarsak ideal vatandaş kurgusu dahi diyebiliriz buna!!!
Neden böyle “saçma” şeylerden etkileniyoruz? Neden görmek bu kadar şekillendirici peki?
Çünkü mesela 50 yıl kadar önce keşfedilmiş olan “ayna nöronlar” var. Bir hareketi gerçekleştirirken çalışan sinir hücrelerimizin yaklaşık onda ikisi; aynı hareketin yapılışını sadece “görmemiz” durumunda da çalışıyormuş. Başkasını izlerken kendimiz yapıyoruz sanmamızı engelleyen şey ise, kendi bedenimizin “ben şu anda şunu yapıyorum” şeklindeki sürekli geri bildirimleriymiş.
Ayna nöronların, şu anda “insan medeniyeti” dediğimiz hızlı gelişimin başlamasını sağladığı düşünülüyor. Daha önceden tesadüfi şekilde keşfedilip de sınırlı aktarım yüzünden zaman içerisinde kaybolan edimler -alet kullanımı, tarım v.b.- bu sinirlerin devreye girmesiyle biriktirilebilmiş. Böylece devasa bir bilgi deposu olan bugünkü medeniyetimizi oluşturmamıza aracılık etmişler. Milyon yıllık insan geçmişine rağmen son 10.000 yıl içinde avcı ve veya toplayıcı diğer canlı kardeşlerimizden ayrılıp bugünkü bilgisayar ve arabalarımıza kavuşmuşmuşuz.
Empatinin temeli de olduğu düşünülen ayna nöronlar stres, heyecan, korku, yüksek motivasyon gibi durumlarda işleyemiyorlarmış. (Ayna nöronları keşfeden bilim insanlarının da motivasyonları çok kuvvetli imiş ki, kafalarına elektrodlar sapladıkları maymunlar acılarını “gelişkin” yüz ifadeleriyle yansıtabiliyor olmalarına rağmen, empati kurmamış ve araştırmalarına devam edebilmişler.)
Barbie’lere baktığımızda, televizyona baktığımızda, çalışma hayatında bizi yönlendirme yetkisi olanlara ve varsa bizim yönlendirmemiz gerekenlere baktığımızda hep devrede bu ayna nöronlar. Empati de devrede olurdu; tabii bu kadar korku, stres, heyecan ya da kuvvetli motivasyon olmasa!
Görmenin etkisi ve empati için aklıma gelen en güncel ve yaygın örnek Gezi olayları. Polis vatandaşlar, eylemci vatandaşlar “uslu” ve “ideal” vatandaş olmadıklarından dolayı -diğer olaylarda da uyguladıkları üzere- aşırı şiddet uygulayabildiler. Eylemcilerin savundukları özgürlükler aslında onların da özgürlükleriydi oysa. Ancak bu seferki tüm diğer şidddetli müdahalelerin, yolsuzlukların, haksızlıkların ya da doğa katliamlarının yapamadığını yapıp, büyük bir toplumsal eyleme yol açtı.
Yaşamımız için temel ihtiyaçlarımıza dair güdülerimiz ve kültürel kodlarımız uyumlu çalışabildi. Gözbebeğimiz biricik şehrimizin hem ticari, hem tarihi hem de kültürel merkezinde kalmış mini ağaçlık alandaki “bir kaç ağaç” idi konu. Yaşamın temel sembolleri olan ağaçlar, siyasi dilin “kirletmediği”, modern yüzlü eylemciler ile birleşince empati önündeki engeller kalktı, topluluk bilincimizde bir değişim oldu. Olayları sadece seyerederken dahi, çok yoğun duygu selleri yaşadık. İlk eylemine çıkmış bir sürü insan ise deneyimli muhalifleri şaşırtan yenilikler getirdiler politika sahnesine…
Hapishane hücrelerimiz haline gelmiş evlerimizden; uslu ve steril, ideal ve düzenli rutinlerimizden çıkmanın, gökyüzü altında bir ticari yahut takvimsel sebep olmaksızın biraraya gelebilmenin verdiği o ilksel dayanışma ve “işte budur!” hissinin kaynağını; tanıdık ve bildik güncel medeniyet kodları arasında aradığımızda, bulabiliyor muyuz? Alanlarda tehdit karşısında yardımlaşan eller, politik argümanlar devreye girince birlerine parmak sallamaya başlayabiliyorlar…
Empatiye engel olan kuvvetli motivasyonlarımız olarak, savunduğumuz “politika”larımız var. “Akıl” deyip kutsadığımız soyut işlem yeteneğimizi kullanarak hayatın işleyişini düzenliyoruz. Politikayı bu şekilde; aklı tek başına var eden ve yaşamdan ve duygularımızdan kopartan bu anlayışımız ise, Barbie bebeklerinin yaşmaya elverişsiz estetiklerine benzer bir çarpıklıkta bence…
Politika ile ilgilenmekten, hayatında karşılığını bulamayan kavramlarla tartışmalar yürütmeyi anlıyor bir sürü insan. Çok çok daha fazla insan ise böyle tartışmalara girmek istemiyor; alternatif de bulamayıp kenara çekilmiş durumda. Hislerimizi kendimiz dahi anlamaya vakit tanımadan, haliyle yanımızdakilerle paylaşamadan kararlar alınan bir medeniyet bizimkisi.
“Hız”, “büyüme”, ve “ilerleme”… Modern medeniyetimizin iyi ve doğru bulduğu her şey bunlardan en az biriyle igili. Otoban mesela, çok güzel bir örnek. 18. kattan düşsek yere ulaştığımızda ancak erişmiş olabileceğimiz bir hızın yasal sınırında, saatlerce zevkle ilerleyebiliyoruz onun üzerinde. Böylece bir büyük şehirden başka büyük bir şehre çabucak varabiliyoruz…. Aradaki kısmen doğal kalmış yerleri görmemiz dahi gerekmiyor (baksak da o hızda pek görünmüyor). Oralar da olsa olsa “çevre” oluyor. Çünkü merkez biziz, merkez medeniyet, merkez hızımız ve büyümemiz… Amacımız ilerleme. Yalnız dünya küçük bir kürecik. Biri bize hatırlatsın!
“Güzel” ve “iyi” kavramları medeniyetimizde kafamızın içerisinde birer kutsal kase olarak şekillendiriliyor; içerikleri ise zamana göre değişiyor. Bugün ancak takıntı düzeyindeki bir çaba ile elde edilebilecek, sağlıksız ve dengesiz bir güzellik anlayışı hakim; bedenen ve ruhen. Buna uygun olarak, toplumsal çarkların döngülerinden çıkmadan, tatil ve eşyalarla hissedebileceğimiz öne sürülen bir özgürlük kavramından bahsedilmekte. Popüler kültürün “aktığı” ortamlarda yinelenip durulan böylesi doğrular ile bakınca, bu yazıya konu olan oyuncaklar da tabii ki “normal”. Ve dolayısı ile de ruh sağlığını bozsalar dahi yine de yasallar. Tıpkı kadınların erkeklerle eşit olmadıklarının alenen dile getirilebilmesi, şiddete uğramış iseler mutlaka hak etmiş oldukları önkabulü, insanın ve hatta ancak onun oğlunun doğanın şahikası ve mükemmeliyetin daniskası oluşunun, üstelik bazı insanların diğerlerinin kaderini belirleme hakkına sahip olduklarının döne döne zikredilebilmesi gibi…
Acaba “normal” kavramını bireysel ve toplumsal kabullerin bahanesi olmaktan çıkarmayı nasıl başarabiliriz?
Peki her birimizin hislerimizin üzerine basarak ilerlemeyi kanıksamışlık düzeyine göre “başarılı” olabildiği bu toplumsal kurguya göre yaşamaya, nereye kadar devam edebiliriz? Bilimkurgu distopyalarındaki o duvarlara toslamaktan geri durabilmek için gerekeni nasıl bulabiliriz?
Tartışmalarda ve hatta yaşamın her anında empatiye ve hislere yer vermiş -yaygın, içselleştirilmiş, yavaş- bir politika anlayışı olmaksızın, bu oyuncakların anormalliğini ve temel insani ihtiyaçlara ve haklara tersliğini ifade etmenin bir yolu var mıdır? Ya da şimdiki düzenimizin neden “işlemediğini” anlamanın, anlatmanın?
Not 2: Evrim sürecinde düşünebilme biçimlerimizden yana bir “ilerleme” olamamış mı ne?