Mutfak Cadıları – Kasım 2010
Ücretli çalışmak şart: Niye? Kendi ayaklarımız üzerinde durabilmek, ekonomik özgürlüğümüzü kazanmak, işe yaradığımızı ve bir şeyler üretebildiğimizi görebilmek, kendimize güvenebilmek, istediğimiz hayatlara ulaşabilmek için… Her birimizin farklı “için” leriyle çeşitlenir ve uzar gider bu cümle… Peki, ister kendi isteğimizle isterse mecbur kaldığımızdan olsun çalışmanın, hayatımıza kattıklarının yanı sıra götürdüklerinin bir listesini yapsak, cümle ne kadar uzar, uzayabilir?
Biliriz ki, kapitalizmde çalışmak demek, sermaye birikimini gerçekleştirmenin yanı sıra yaşam biçimlerimizin dönüştürülerek işte, evde, sokakta sistemin yeniden üretimini sağlamak demektir. Nasıl olur bu? Yaşamımızın her alanı, her köşesi işin gereklerine göre ayarlanır hale gelir; yemek yememiz, ne yiyeceğimiz, arkadaşımızla ne kadar oturacağımız; nereye gideceğimiz, nereden alışveriş yapacağımız, kiminle hangi sıklıkla nasıl sevişeceğimiz, hangi kitabı okuyacağımız, hangi filmi izleyeceğimiz, sinemaya ne zaman ve hangi aralıklarda, hangi salonlarda gideceğimizi belirler mesleklerimiz, çalıştığımız işyerleri, çalıştığımız alanlar. Bankada gişe memuru olarak çalışırken, dibi çoktan gelmiş saçlarla işe gidemezsiniz, ütüsüz gömlek giyemezsiniz, her şeyin bir ‘raconu’ vardır, hayatın raconu gereği de zaten ücretli çalışmadan yaşayamayız.
Bir kere içine girdik mi hayatımızın kendisi çalışmak olur, dışında da yaşayamayız. Yaşayabilmek için çalışır, çalışmak için de yaşar hale geliriz. Vakit o kadar azdır ki, akşamımız, hafta sonlarımız, tatillerimiz, yaşama dair tüm düşlerimiz çalışma koşullarımızca şekillendirilir. Pek çok düşümüz emeklilik sonrasına, yani yaşlılığa ertelenir. Emekli olabilme koşullarını hatırlayınca hatta mezara ertelenir, ölüme ertelenir. Yaşlanmayı ister hale getiren çalışmak değil; nasıl, hangi koşullarda çalıştığımızdır.
Türk-iş’e göre haftalık fiili çalışma süremiz 52 saatmiş, İstanbul koşullarında günde ortalama 2 saati de yolda geçirdiğimizi düşünürsek, 6 iş günü üzerinden kabaca günün 11 saatini bir iş için harcıyoruz. Gün 24 saat, geriye 13 saatimiz kalıyor. Bunun 7 saati uyku olsa, kendimize kalan 6 saatimiz varmış gibi görünüyor. Fena değil gibi?…
Fena. Hem de çok fena. Çünkü biz kadınlara ait olan öyle bir 6 saat bile yok. Çünkü işimiz işyerinde bitmez bizim. İşyerindeyken aklımız evdeki işlerdedir, aslında çifte mesai yaparız işyerindeyken. İşten çıkınca da aklımızda evirip çevirdiğimiz sırtımıza yüklenmiş evdeki işleri gerçekleştirmek üzere üçüncü bir mesaiye doğru koşarız. Üstelik işte o noktada başlayan mesainin gecesi gündüzü, uyuru uyanığı da yoktur.
Hayat yolculuğunda belimizin bükülme derecesini çalışma hayatının zorluğu, yoğunluğu ve hayatımız üzerindeki hâkimiyeti belirlese de, sırtımızda öyle bir yük var ki, ağırlığı farklılaşsa da aynı zorluk kavşaklarında buluşturur bizi, ama küçük ama büyük aynı kıskaçlara kelepçeler hayatımızı: ev işleri. Ev dışında ücret karşılığı çalışmak bizi ne ev işlerinden azade eder ne de ev işlerini azaltır. Tersine hayatımız dışarda ücretli, evde ücretsiz emeğimizle iyice daralır, çekilmez hale gelir. Artık hayatımız ev işi ve piyasadaki işin arasında yiter gider.
Ya evdeki işler, oradan emekliye ayrılmak mümkün mü? Dinlenebilmek, kendin olmak, kendin için bir şey yapmanın ne demek olduğunu bilemez hale geliriz. Boş vakit nedir, kendin için vakit nasıl geçirilir unuttuğumuzdan sıkılır hale bile geliriz, aklımızda elimizde yapacak bir iş bulamadığımız nadir, kısa anlarda.
İşten çıkınca eve gidip dinlenme, kendine gelme hayali kuran pek çok erkeğe karşın, bizim payımıza bütün gün çalışırken yemekti, temizlikti, çocuklardı derken evdeki işleri planlamak, eve gelince de realize etmek düşer. Dur durak bilmeden bir çalışma haline dönüşür hayatımız. Bize kalan vaktin, saatlerin hepsi yalan olur. Ertesi güne yemek için fasulye ayıklarken ya da okul formasından düşmüş bir düğmeyi ya da kocanın sökülen ceket cebini dikerken kıçımızın koltuğa değdiği anı dinlenme süresine yazarız. Avivasa emeklilik reklamlarında oynayan ilk emeklilerden biri olan öğretmenin karısı, ilk emekli olan kocası için ‘çok dağınıktır, eve gelir gelmez çantasını portmantoya şöyle atıverir’ derken; iş arkadaşı ‘çok titizdir, her detayı düşünür’ der. Adamın eve geldiği anda ‘yorgun, dağınık, kafası meşgul’ olmaya hakkı var, ama belli ki kendisi de çalışan karısı, işinde çok titiz kocasının dağınıklığını toplamak zorunda. O, hem işinde hem evinde çok titiz olmak zorunda. Dahası ödenen her primde emeği olmasına karşın, emekli olarak reklamlara çıkan da o değil, bir gün boşansa nafaka dilenecek belki…
Bu yüzden diyoruz ki, evet çalışmak istiyoruz ama her koşul ve her şart altında değil. İnsani şartlara uygun, güvenceli, günde 4-5 saat, istediğimiz işi yapabileceğimiz bir çalışma sistemi istiyoruz. Her işi değil; mutlu eden, üreten, her ikisini birden çoğaltan işleri yapmak istiyoruz.
Ücretli işten arta kalan zamanda çocuk, hasta, yaşlı bakımını biz yapmak istemiyoruz. Bu yüklerin devlet tarafından oluşturulmuş kreş, bakım evleri gibi alanlar aracılığıyla bizlerin sırtından alınmasını ve yalnızca kadınların işi olmaktan çıkartılmasını talep ediyoruz. Hem evde hem de işte, çifte mesai yaptığımız için yıpranma payı ve erken emeklilik istiyoruz. Hem evden, hem de işten özgürleşmek istiyoruz.