Mutfak Cadıları – Ağustos 2011
Toplumu muhafazakârlaştırmak ve aynı doğrultuda kadınları eve kapatmak isteyen bir zihniyetin sesini hemen hemen her gün medyada, günlük hayatımızın içinde yoğun bir şekilde duymaktayız. Bu zihniyet kadına verdiği görev listesinin en başına aileyi ayakta tutma ve nesli yetiştirme sorumluluğunu yerleştiriyor. Niçin? Bu işin cidden zor olduğunun farkındalar mı, yoksa evden çıkıp alanlarını daraltırız diye mi korku duymaktalar?
Milli Gazete yazarı Mustafa Topaloğlu “Kadın Parlemento’ya Girmeli mi?” yazısında kadınların önüne “reçete” misali bir görevler listesi sunuyor ve annelikle, yuvayla ilgili bu görevler yerine getirilmezse insanlık, aile, dolayısıyla tüm toplumun zarar göreceğini ısrarla belirtiyor. Niçin? Bu kadar önemli bir görevse yaptığımız, insanlık adına, toplum adına neden taşın altına siz de elinizi sokmuyor, bu “kutsal” görevi paylaşma yoluna gitmiyorsunuz? Siz, bu görevi bırakın yerine getirmeyi yıllardır iptal etmiş durumdasınız. Toplumun bir bileşeni olarak bu konuda sorumluluk almaktan kaçış sebebiniz ne olabilir? Dahası, kadınları bu göreve hapsetmenin sebebinin “kadına verilen” değer olduğunu söyleyerek, görünmeyen emeği görünür kılma, bu çemberi kırma adımlarını marjinalleştiriyorsunuz.
Yuvanın temel direği kadındır denirken aile reisinin kim olduğu bilinmiyor değil. Direktir her daim binanın, hanenin, ailenin yükünü taşıyan ama reistir söz sahibi olan. Bu zihniyet ailenin direği kadındır derken kadını üst makamlarla onurlandırma aldatmacasıyla aslında omuzlarına görünmez emeğin yükünü yüklemektedir.
Yine bu zihniyet, kadının birinci ve vazgeçilemez, devredilemez görevini yapıp yani yuvasını kurup çoluk çocuğunu yetiştirip, ailesini düzene soktuktan sonraki bir zamanda mutlaka sosyal alan içinde olması gerektiğini söylüyor. Erkeğe önce şunu şunu yap, şu görevlerini yerine getir sonra sosyal alana buyur denmiyor. Niçin? Sosyal alanın kendilerine ait olduğunu mu düşünmekteler, yoksa kadınların bu alanı paylaşmasından, bu alanda var olmalarından endişe mi duymaktalar?
Belli bir zamandan sonra kadın sosyal alana girmese boşluğa düşer diyen bu zihniyet kadının bu dönemde can sıkıntısından kurtulmak için “paralı, pastalı -çörekli günlere gidip hayatını zehir etmemesini, sivil kuruluşlara giderek sanat, edebiyat, “el becerileriyle” sosyal hayatın içinde olmasını öneriyor. Bunca yılını sosyalleşmeden yaşayan kadının düştüğü boşluk, boşluk sayılmıyor. Sosyal yaşamdan soyutlanarak yaşadığı bunca yıldan sonra “hadi artık sosyalleşebilirsin” denilen kadın, ne yapması gerektiğine de kararı kendi veremiyor. ” Yıllarca görünmez bir emeğin yükü altında gençliğini çürüten kadının toplum hayatına karışması için illa ki bir bedel mi ödemesi gerekiyor. Niçin?
Hatta bu zihniyet, bedelini ödeyip gençliğini çürüttükten sonra kadınlar partilerin kadın kollarında yer alıp, politikayla da ilgilenebilir diyor. Ama sınırlarını ben çizerim, dediğim yerde durursun, parlamentoya girmemelisin demekten de kaçınmıyor. Niçin?
Kadın zekâsını, yaratıcılığını, emeğini, partilerin kadın kollarında kullanıp güçlenirken, daha güçlü olmaya yol alırken, yerinizden olma korkusuyla mı çiziyorsunuz sınırları, çekiyorsunuz setleri?
“Parlamentodaki insani ilişkilerin çirkefliğini kadına layık görmüyorum, kadın duygusaldır, merhametlidir, zariftir, insani değerlerle doludur” diyor Topaloğlu yazısında. “Kadına has” bu özelliklerin zedeleneceğinden korkarım aldatmacasına sığınanlar, kadını sözüm ona yüceltip kollamaya çalışıyor bir eda ile aslında korktukları kadın gücünü bir şekilde sindirip, parlamento kapılarını kadına kapatmak derdindeler.
Aileyi ayakta tutarken, nesli yetiştirirken, evdeki günlük hayatın her zerresine emeğimizi katarken “duygusaldır, hassastır” diye tanımladığınız kadın soyunun incineceği, yıpranacağı, duygularının zedeleneceği niçin bir nebze olsun aklınıza gelmiyor.
Kolay mı sanıyorsunuz “nesil yetiştirmek, aileyi ayakta tutmak”. Bunları becerebildiğine inandığınız kadın, neden parlamentoda yer alıp başarılı olmasın. Derdiniz kadının değil, kendinizin incinmemesi olmasın?