Şiddet gören kadınların ve şiddete tanık olanların şiddeti anlatmaya başlarken kullandıkları ilk cümlelerden biridir bu. Veya şöyle cümleler duyarız; “çok asabi”, “işi çok yoğun olduğu için çok gergin”, “stresli”. Bu cümlelerin, biraz sonra anlatılacak şiddet öykülerinin giriş cümlesi olduğunu kadınlar olarak biliriz. Önce bu muğlak ve genel ifadelerin davranış düzeyindeki anlamını, somut karşılığını anlamaya çalışırız: “Bağırıyor, kızıyor, en ufacık şeyde tersliyor, bir şey konuşamıyorum onunla, hemen beni susturup üste çıkıyor…”. Konu derinleştikçe ve güven ortamı tesis edildikçe, şiddetin daha ileri boyuttaki örnekleri de çekingenlik ve utanç duygularıyla ortaya çıkmaya başlar:
“Vurdu, ittirdi, cep telefonunu duvara çarpıp kırdı, kahvaltı sofrasında masayı devirdi, arabada giderken dikiz aynasını kırdı…”. Tüm bu anlatılar, arkasında iki anlamı barındırır; ya bu durum “yapısal”dır, yani biyolojiye, yapıya, doğuştan olana, erkekliğe içkindir veyahut bir “ruhsal hastalık”tır.
Yapısallığa yapılan atıfta, saldırganlık sıklıkla testesteron hormonu vb. biyolojik faktörlere bağlanır; bazen de bahsedilen yapı, psikolojiktir yani “kıskançlık” gibi birtakım kişilik yapıları, şiddetin kökenindeki suçlu olarak gösterilir. Açıklama nasıl yapılırsa yapılsın, bu atıftaki temel önerme, saldırganlığın doğal, doğuştan ve değiştirilemez olduğudur. Değiştirilemez olduğu düşünüldüğü için de, toplum ve çoğu zaman kadınların da kendisi bu “yapı”yı kabul etmeye çalışacaktır. Koca, sevgili değişmeyecektir, çünkü değişememektedir; değişmesi mümkün değildir. Öyleyse kadın onu bu haliyle kabul etmeyi ve onunla yaşamayı öğrenecektir. Erkek yapısallığından kaynaklanan bir öfke ve saldırganlık gösterdiğinde kadın “alttan alacaktır” ki, kadın “kendini korusun, adamı gereksiz yere tahrik etmesin ve kavgayı uzatmasın”dır. Becerikli dişi kuşlar, bu yöntemi uygular ve de yuvalarını yaparlar!
Ruhsal hastalık anlatısı ise, genellikle erkeğin işinin çok stresli olduğu ve çok yoğun çalıştığı açıklamalarıyla başlar. Erkek hele ki bir de aile şirketinde çalışıyorsa, tüh tüh işi ne kadar da zordur! Bu stres ve yorgunluk dolayısıyla eve sinir küpü şeklinde gelmekte, en ufacık bir sese tahammül edememekte, işyerinde, trafikte, sokakta zaten nelere kimlere katlanmakta olup en azından evde her şey istediği gibi olsun istemekte; e istediği şeyi de bulamayınca haliyle toleransı düşmüş erkeğimiz, en ufacık şeye patlamaktadır. Nedense ev dışı işlerde çalışan kadınlar ile evde çalışan kadınların yorgunlukları, stresi, toleranslarındaki düşmelerin esamesi okunmaz. Onlar ruh sağlıkları çoook yerinde, sinirleri çok sağlam, çok güçlü kadınlardır. Onlara bir şey olmaz. Onlar, yine erkeklerin saldırganlığını tetikleyecek şeyler yapmamalı, mümkünse akşamları çocukları erkekten uzak tutarak oyalamalı ve evdeki ses düzeyini beklenen desibel sınırları içinde tutmalıdır. Ayrıca mümkünse erkeğin sevdiği yemeği yaparak, erkeği mutlu etmeli ve mutluluk hormonu salgılamasını sağlayarak, saldırganlığa yol açan testesteron hormonunu baskılamalı, yemeğin üstüne de stres alıcı bitkisel çaylardan mutlaka demlemelidir.
Erkeğin, iş stresi çok yoğun değilse de, endişeye mahal yoktur; ruh sağlığını olumsuz etkileyecek başka faktörler hemen bulunacaktır. Despot bir baba, depresif bir anne, yoksul bir çocukluk. Elbette bunlar, çocukluk yaşantıları, yoksulluk ve yoksunluk, vahşi kapitalizm, sömürü düzeni, toplumsal şiddet, ruh sağlığını olumsuz etkileyen faktörlerdir ama yine nedense, bu despot babalar, depresif anneler bir tek erkek cinsinde bulunur. Tesadüf bu ya, kadınların ruh sağlıkları güçlüdür veya güçlü olmak zorundadır. Çünkü erkeklere komforlu ve rahat ortam sağlaması gereken kadınların çocukluk travmaları, toplumsal travmaları yoktur veyahut bu travmaları yaşama ihtimalleri yoktur. Travmaların hepsi erkeklerde toplanmıştır.
“E peki hadi kabul ettik bu bir ruhsal hastalık…Psikolog ve psikiyatristlere göre tabii ki ruhsal hastalık. Peki bu “hastalığın” sadece kadınlar sözkonusuyken ortaya çıkması tesadüf mü? Bu erkeğin işyerinde, sokakta, ailesine, çocuğuna, yani çoğu zaman karısı/ sevgilisi ve tabii kızkardeşi dışında kimseye böyle davranmıyor olması tesadüf mü? Madem bu şiddet engellenemez ve bünyeyi ele geçirmiş bir hastalık, nasıl oluyor da, bu hastalıksadece belli bir grup karşısında nüksediyor? Bu hastalığın sadece kadınlar karşısında nüksetmesi erkek ve kadın ilişkisine dair bize ne söylüyor peki?”
E peki hadi kabul ettik bu bir ruhsal hastalık… Peki nerede bu erkekler? Kliniklerin neresindeler? Göremiyoruz onları? Kalpleri teklediğinde kardiyologların, sertleşme problemi yaşadıklarında ürologların kapısını çalmakta gayet hızldavranan bu erkekler, “şiddet hastalığı” karşısında neden psikiyatrist ve psikologların kapısını çalmamaktalar? Gündelik hayatta kadına yönelik şiddet o kadar sıradan ve kabul edilebilirdir ki, aslında, şiddetin tedavi olunması gereken bir hastalık, bir cinnet hali olduğu fikri sadece cinayet işledikten sonra mahkemede savunma yaparken akıllarına gelir erkeklerin ve erkek devletin. Yoksa onların kesinlikle ihtiyacı yoktur tedaviye, onlar hasta değildir, onu sinirlendiren kadındır; sinirlendirmesindir!
Biz kadınlar, erkekler tedavi olmak, değişmek için psikolog ve psikiyatristlerin kapısını çaldığında, “adsız alkolikler” gruplarına benzer “şiddet gösteren erkekler yüzleşme ve dönüşüm destek grupları” kurduklarında ve kendileriyle hesaplaştıklarında, söz veriyoruz, kabul edeceğiz hasta olduklarını. Duyarlı ve empatik hasta yakınları olacağız, destekleyeceğiz tedavi süreçlerini.
Ama o güne kadar reddediyoruz hastalık olduğunu!
Şiddetin ruhsal hastalık olarak sunulmasının, patriarkal şiddeti görünmez kılan bir kılıf olduğunu haykırıyoruz!
Pınar Önen