Cinayete Beraat Neden “Olumlu”?

beraat

Cemre Baytok

Nafiye Yılmaz kendisine iki yıl boyunca tecavüz eden Ali Kalkan’ı 2011’de öldürdü. Gaziantep 4. Ağır Ceza Mahkemesi Ekim 2012’de meşru müdafaa gerekçesiyle Nafiye’nin beraatine oy çokluğuyla karar verdi.

Tecavüz ve kadına yönelik erkek şiddetine takipsizlik, tutuksuz yargılama ve beraat haberlerinin ardı arkası kesilmezken bu karar kamuoyunda “radikal karar” olarak tartışılmaya başlandı. Karar radikaldi çünkü biz cinsel saldırı suçlarında kadınlar aleyhine kararlara alışkındık. Tecavüze uğrayan kadının şikayetinden sonuç alamaması veya dava açılırsa da tecavüzcülerin beraat etmesi sık rastlanır olandı. Kadını öldüren adamın cinsiyetçi gerekçelerle cezasının indirilmesi sıradan haberdi. Cinayet işleyen erkekler yargılanırken haksız fiilin anlamını unutmuştuk, sudan sebepler kadınları öldürmek için tahrik gerekçesi yani erkeklere ceza indirimi olmuşken Nafiye’yle birden haksız fiili tekrar hatırladık.

Sosyal medyada, örneğin Radikal gazetesinin internet sitesinde, karar vesilesiyle tartışmalara zemin hazırlayan sorulardan bir tanesi “tecavüzcüsünü öldüren herkes beraat mi edecek?”ti. Bu şaşırtıcı kararla, yine şaşırtıcı olmayan bir şekilde kadını ve uğradığı sistematik erkek şiddetini ikinci plana atan bir tartışma başlamış oldu. Nafiye’nin hikayesinde odaklanmamız gereken beraat kararı mı sahiden?

Tartışmayı böyle kurmak öncelikle hikayeyi beraat kararına indirgiyor, yanı sıra, “herkes” aracılığıyla yapılan soyutlama sonucu Nafiye’nin yaşadıklarını dışarıda bırakıyor. Nafiye’nin hikayesi soyut eşitlik ve soyut adalet kavramlarını kesen bir yerde duruyor halbuki. Nafiye, iki sene boyunca Ali Kalkan’ın şiddetinden kurtulmaya çalışmış, devlet nezdinde suç olarak tanımlanan bir fiilin karşılığını bulması için çabalamış, dört şikayet dilekçesi de savcılık tarafından sonuçsuz, korunma talebi de polis ve mahkemeler tarafından karşılıksız bırakılmıştı. Tıpkı erkek şiddetinden kurtulmak isteyen ve devlete başvuran yüzlerce kadın gibi Nafiye de devlet tarafından kayıtsızlıkla karşılanmış, maruz kaldığı şiddet bu şekilde sürdürülmüştü. Nafiye’nin hikayesi tüm bu süreci gösteriyor; sistematik olarak kadınlar önce yakınlarındaki erkeklerin şiddetine uğruyor, devlet de bu şiddeti onaylıyor. Devletin erkek şiddetine bu müdahalesi ve desteği, kadınların hayatına doğrudan etki ediyor. Nafiye’nin durumunda da, devlet kayıtsızlığı ve dolayısıyla onayı ile iki sene süren tecavüz, az rastlanır bir biçimde –sıkça rastlanan sessiz kalmaktan farklı olarak- cinayetle son buldu. Burada, tecavüzün cinayetle engellenmesi, olsa olsa, kadınların çaresizliğini ve aynı zamanda karşı çıkışını yakıcı bir biçimde ortaya koyuyor olmalı; yani Nafiye’nin tecavüzden kurtulmak için denediği yolların sonuçsuzluğunun, tecavüz kadar, maruz kaldığı devletin şiddetinin ne kadar hayati, bir insana bıçak saplamaya –konumu itibariyle kendinden beklenmeyecek şekilde- götürecek kadar, dayanılmaz hale geldiğini göstermeli. Ancak böylece her gün önümüze serilen ve yabancılaşmaktan kendimizi alıkoyamadığımız onlarca erkek şiddeti haberinin gerçekliğini algılar, öldürmeye ya da diyelim yaralamaya yol açacak kadar usandırıcı olduğunu kavrayabiliriz.

Nafiye’nin hikayesi sonu sebebiyle yakın zamanda ortaya çıkan bir diğer tecavüzcüsünü öldürme olayını yankılayan “kendi cezanı kendin kes” ürpertici sonucunu –üstelik de söz konusu “namus”sa- açığa çıkarttı. Mahkeme evresinde şaşırtıcı olan ise beraat kararı oldu. Halbuki biz bu erkekler lehine düzenin son halkasını bekliyorduk: mağdur kadına ceza. Gaziantep 4. Ağır Ceza Mahkemesi ise bu halkayı tamamlamamış ve süreçteki hukuksuzluk ve onu çevreleyen erkek düzenini bir nebze sarsmıştı bu kararıyla. Hukuktaki haksız fiil, bu davada, sistematik tecavüz ve devletin erkek şiddetine desteği anlamına geldi. Hiç olmazsa bu aşamada kadından yana işledi hukuk ve devlet. Koruma kararı verilmeyerek ve dava açılmayarak engellenmemiş tecavüzün sonucunun ölüm olması, kadının değil bu erkek egemen sistemin mahkum edilmesini gerektiriyor çünkü.

Tüm bu sebeplerle, ürpertici “kendi cezanı kendin kes” sonucunun arkaplanı mahkemenin aldığı kararda değil, tüm bu süreçte Nafiye’nin başına gelenlerde. Nafiye’nin ve erkek şiddetine maruz kalan tüm kadınların: şikayeti boşa çıkaran, tecavüzcüyü veya şiddet göstereni tutuklamayan, güç bela cinsel saldırı suçundan dava açılırsa, soruşturmayı fiziksel delilden ibaret gören, bulamadığında “rıza” diyip tecavüzcüyü salıveren ve tüm bunları münferit değil sistematik bir şekilde sürdüren bu erkek egemen örgütlülüğü bu kararla bir kez daha açığa çıktı.

Tüm bu sistematik yanıyla kararı değerlendirmek, içi boş bir hümanist reaksiyonu (“adam ölmüş, bu karar hukuksuzluk” vb.) önler, devletin ve hukukun erkek şiddetindeki hayati rolünü görmeyi sağlar. Beraat kararını hukuksuzluk olarak değerlendirmek bir kez daha Nafiye’nin deneyimini görmezden gelmek olur. O nedenle de kendi hukuksuzluğunu ve şiddete onayını teslim ederek bir devlet kurumu olan Yargıtay oy birliğiyle alınmamış ve bozulma riski taşıyan bu kararı onamalı. Bu karar emsal olsun diye değil, tecavüzden sonrası için de değil, tecavüzün hiç olmaması, tecavüz sonrası kadının tekrar tekrar mağdur edilmemesi yönünde bir adım atmak için.

Ya mahkemenin kararı müebbet hapis olsaydı, neler tartışılıyor olacaktı?

 

Yorumlara kapalıdır.