Feminist hareket dünya çapında kadınlara yönelik suçların görünür kılınması ve özel bir kategori olarak tanınması için mücadele etti. Bugün kadınlara karşı işlenen suçlar uluslararası birçok metne ve ülkelerin hukuksal düzenlemelerine girmiş durumda. Elbette ki bu düzenlemelerin birçoğu feminist taleplerin sistem içine çekilip yeniden biçimlendirilmesiyle gerçekleşti. Kadına yönelik fiziksel, ekonomik, sosyal, psikolojik, cinsel şiddet, taciz, tecavüz “aile içi şiddet”, “erkek egemen şiddet” gibi genelleyici kavramlarla suçu işleyen erkek özneden bağımsız ifade ediliyor çoğu zaman.
Biz, kadınlara yönelik şiddetin erkek özneler tarafından gerçekleştirilen şiddet olduğunda, bu şiddeti erkek şiddeti olarak görünür kılmakta ısrar ediyoruz. Bu şiddetin bir egemenlik ilişkisi içinde vuku bulduğunu ve bu tahakküm ilişkisini sürdürmede kurucu olduğunu söylüyoruz. Bu yüzden kadına yönelik erkek şiddetini gündelik hayattaki erkeğin erkeğe, kadının erkeğe şiddetinden farklı ve politik bir kategori olarak görüyoruz.
Feminizmin bu ısrarı, egemenlerin diline yansımasa da sol ve muhalif hareketler içinde söylemsel düzeyde bir meşruluk kazanmış görünüyor. Bugün kendini feminist hareketin kazanımlarıyla ilişkilendirmeyen, kadına yönelik fiziksel/cinsel şiddet/tacize karşı yaptırım uygulanmasını gerekli görmeyen kimse yok neredeyse. Oysa son yıllarda bu örgütler içinde yer alan kadınların fiziksel psikolojik şiddet, cinsel taciz ve saldırı beyanları sonrasında yaşanan süreçlerden bir kısmına tanık olduk ve bu tanıklığımız bize sol, sosyalist örgütlerde söylemsel düzeyde meşruluk kazanan ve kısmen iç hukuk metinlerine giren kadına yönelik suçlara ilişkin yaptırım söz konusu olduğunda yaklaşımın erkek egemenliğine dayandığını gösterdi. Bu feminist taleplerden ve kazanımlardan en çok bahsedileni, bahsedildikçe ve herkes tarafından söylemsel düzeyde sahiplenildikçe içi boşaltılanı “kadının beyanı esastır” ilkesi oldu. Yakın zamanda sol, sosyalist/muhalif karma yapılar içinde vuku bulmuş cinsel şiddet/taciz vakalarında feminist hareketin en temel taleplerinden biri olan bu ilkenin en çok erkekler tarafından, neredeyse hiç bir anlama gelmeyecek şekilde, kendi yaptıklarını ya da durdukları yeri meşrulaştırmak için kullanıldığına tanık olduk. Gün geçmiyor ki “kadının beyanı esastır, ama…” ile başlayan bir cümle duymayalım. Yargısız infaz ve komplo teorilerini ise zaten bir kalem geçiyoruz. Fakat, kavramın bu şekilde boş bir ilkeye dönüştürülüp erkek egemen söylem içinde yüzeyselleştirilmesine karşı çıkmak radikal içeriğinde ısrar etmekten geçiyor.
Öncelikle “kadının beyanı esastır” derken bunu neden ilkesel bir düzeyde savunduğumuz konusunda açık olmak gerekiyor. Bizzat yaşananın anlamlandırılmasında ve adlandırılmasında kurucu olan, yani bir kural olarak işlemesi gereken bir ilkeden söz ediyoruz. Bu ilkenin işlemediği durumda, kadına yönelik şiddet/taciz vakalarının yukarıda bahsettiğimiz anlamda politik bir suç kategorisi altında değerlendirilmesi beyhudedir. Kadına yönelik cinsel şiddet/tacizi eşitler ya da toplumsal olarak farklı olanlar arasında birinin diğerine karşı işlediği bir suç olarak değil de, bir egemenlik ilişkisi içinde bu egemenliği sürdürücü bir şekilde erkekler tarafından işlenmiş bir suç olarak alıyorsak, bu ilkenin bu suçun tanımlanmasındaki kuruculuğunu teslim etmeliyiz. Feminist siyaset her şeyden önce doğal kabul edilen cinsiyet rollerinin, cinsiyete dayalı işbölümünün cinsler arasında nasıl bir ezme-ezilme ilişkisi içerdiğini açığa çıkarmayı ve bu tahakküm biçimleriyle mücadeleyi öngörüyor. Eğer kadınların ezilmesinin bir ayağını bedenlerinin denetim altında tutulması, erkek cinselliğine tabi kılınması oluşturuyorsa, burada bu denetim ve tabiyet biçimlerini açığa çıkarmak, görünür kılmak, bunları ezeni ve ezileni olan deneyimler olarak tanımak feminist siyasetin başladığı yer.
Feminist siyasetin burada hedeflediği, kadınları ezilme biçimlerini deneyimleyen özneler olarak kurmak ve dolayısıyla bu ezilme biçimlerine karşı kendi mücadelelerinin öznesi kılmak. Kadının beyanının esas olması gerektiği cinsel şiddet/tacizin çoğu zaman özel alanda gerçekleşen, tanığı olmayan, mahrem ilişki biçimleri içinde vuku bulan dolayısıyla ispatlanamayacak suçlar olmasına dayandırılıyor. Halbuki bizim için bu ilke yaşananın ispatlanamayacak olmasından daha fazlasını ifade ediyor ve kapsıyor. Kadına yönelik cinsel şiddet/taciz uluorta gerçekleşse, tanıkları olsa da, cinsiyetçi bir anlayışta çoğu zaman cinsel şiddet/taciz olarak görülmüyor. Kadınların bedenine yönelmiş bu hak iddiası zaten erkek egemenliğine içsel. Bu yüzden yaşananı tanımlama, adlandırma, bir öznenin deneyimi kılma hakkının kadına ait olduğunda ısrar ediyoruz. Dolayısıyla, erkek egemen düzen içinde ve anlayışta suç olarak görülmeyeni, suç olarak görünür kılmaktan, hatta feminist siyaset açısından suç olarak kurmaktan bahsediyoruz. Buradaki ezme-ezilme ilişkisini açığa çıkaracak olan ne efendilerdir, kadın bedeni üzerinde hak iddia edenlerdir, ne de nesnel bakışa sahip tanıklardır; sadece ve sadece mağdurdur, kendi bedensel öznelliği içinde şiddeti, tacizi yaşantılayan kadındır.
Kadının beyanının esas alınması ezilenin, tahakküm, şiddet/taciz altında olanın kendi ezilmişliğini dile getirmesi, buna karşı çıkabilmesi, yani kendisini kendi ezilme deneyiminin öznesi kılabilmesinin olanağını sağlamak içindir. Kadının bedenine, kimliğine, kişiliğine yönelik her şiddet/taciz onu nesneleştirmeye yönelmiş, onu erkek egemen düzen içindeki cinsiyet rolüne hapsetmeye yönelmiş bir erkek eylemidir. Onu nesneleştirmeye yönelmiş bu hareket karşısında kadının öznelliğini savunmanın, maruz kaldığını kendisinin deneyimi olarak dillendirebilmesinin olanağıdır “kadının beyanı esastır” ilkesi. Erkeğin kadının rızası olduğunu “sanması”, her daim “yanlış anlaması”, “teklif ettiğini düşünmesi” bir şey değiştirmez. Burada mesele deneyimin öznesi olarak kimi gördüğünüzdür, kimin yaşantısını temel aldığınızdır. Kadının beyanını esas almak, nesneleştirilmesine karşı politik özne olarak kadını almaktır; kadının hayır dediğini veya gayet olağan ki diyemediğini kendi erkek egemen zihninde bir türlü algılayamayan, yanlış anlayan, gayet güzel anlasa da devam eden erkeği değil.
Son yıllarda yaşanan deneyimlerden biliyoruz ki kadının beyanı, beyanda bulunulduğu andan itibaren kuşkuyla karşılanıyor. “Bakalım erkek taraf ne diyecek” sorusu açıktan dillendiriliyor. Kadının sözünün ancak erkek tarafın anlatımıyla doğrulanacak veya yanlışlanacak olduğu zaten ilk anda kadına hissettiriliyor ve “soruşturma” bu cinsiyetçi önkabul ile başlıyor. Kadının beyanını esas almak ise kendisine yönelmiş suçun tanımını yapmayı ve yaşadıklarının dilediği kadarını paylaşmayı kadına bırakmayı gerektirir. Kadının beyanı esastır deyip “gerçeği açığa çıkaracak” bir soruşturmayı erkek egemen mekanizmalarla sürdürmek en basitinden düz mantıksal çelişkidir politik vehameti bi tarafa. Bir “soruşturma” çerçevesinde kadının yaşadıklarını bir sorgulamayla tekrar tekrar anlattırmak, hele ki bu anlatımın tutarlılığını erkek tarafın “savunma”sıyla test etmek yaşananın neliğine karar verme hakkını kadında değil kendinde görmektir. Böyle görüldüğünde yakın zamanlardaki örneklerden bildiğimiz “taciz yok teklif var”, “şiddet dedik, cinsel şiddet demeye ne gerek var”, “teklif bile yok, komplo” sonuçlarına kolayca varılır. Oysa beyanda bulunan kadın beyanının ne anlama geldiğinin bilincindedir Bunu yok saymak en iyi ihtimalde kadını sadece mağdur kimliğine hapsetmektir ki bu da ezilenlerden yana siyaset yapmakla çelişir. Bu yüzden diyoruz ki kadının beyanı sırf soruşturmanın başlatılmasına esas bir “iddia” değildir; cinsel taciz ve cinsel şiddet suçlarında suçun tanımlanmasına esastır. Bunun doğal sonucudur ki kadın yaşananları ispat etmek zorunda değildir, tersi ispat yükümlülüğü erkeğe aittir.
Kadına yönelik suçlarda izlenecek hukuki süreçte ise öncelikle kadınlardan taraf bir manifestoyla hareket eden kadınlardan oluşan bağımsız bir komisyonun bu süreci örmesi gerektiğinin kabul edilmesi birinci adımdır. Kadın yönelik suçlarda müdahil olma talebimiz sadece burjuva mahkemeleri için geçerli değildir. Sol, sosyalist, demokratik örgütlenmelerde de kadına yönelik suçların “kol kırılır yen içinde kalır”ı aşarak, kadının beyanını esas alan bir yerden sonuçlandırması için bu örgütlerde bu suçların politik olarak doğru tanımlanması, yaptırımlarının açıkça belirtilmesi ve hukuki sürecin feminizmin taraflığına, denetimine, müdahelesine açık bir şekilde örülmesi gerekiyor. Bunun yöntemini bahsetitğimiz örgütlerdeki kadınlardan başlayarak tartışmaya açmamız ve kısa zamanda yol bulmamız aciliyetini koruyor.