İkinci dalga feminizmin 70’li yıllarda uğraştığı başta gelen konulardan birisi aile idi: Tek eşli heteroseksüel evliliğe dayalı aile. Aileyi kadınlar açısından ele alan ve o güne kadar yaygın olduğu biçimiyle, türdeş bir birim olarak değil de, bir çıkar çatışmasının, bir iktidar ilişkisinin mekânı olarak tahlil eden yazılar/kitaplar o yıllarda giderek yaygınlaşıyordu. Aile içinde kadınların emeğine, bedenine el konduğu ve bu el koymanın erkek şiddetiyle güvence altına alındığı, o dönemin feminizminin mihenk taşlarından birisiydi. Evliliğin başka birliktelik biçimleriyle aşılması ise, yine o dönemin feminizmi açısından, kadınların özgürleşmesinin ve kurtuluşunun koşullarından en öncelikli olanıydı.
Nitekim, Türkiyeli feministlerin ilk bağımsız yayınevi olan Kadın Çevresi Yayınları’nın ilk bastığı kitabın adı Evlilik Mahkûmları idi. Kitabın yazarı Lee Comer, İngiltere’de Kadın Kurtuluş Hareketi’nin içinden gelen bir kadın ve kitabı büyük ölçüde hareketteki kadınlarla yaptığı görüşmelere dayanıyor. Kitapta öne çıkan kavramlar, “evlilik mesleği”, “ev kadını”, “anneliğin gizemi”, “aile ideolojisi”, “tek eşlilik”… Sonuç bölümünün başlığı ise, “Daha iyi yarım insanlar mı, yoksa bütün insanlar mı?” Bu başlığı şöyle okumak da mümkün: Evliliği “demokratikleştirmek” mi, yoksa evlilik mesleğini, ev kadınlığını, anneliğin gizemini, aile ideolojisini, tek eşliliği geride bırakmak mı?
80’li yılların ortasından itibaren feminizm bütün dünyada, kadınların evlilik ilişkisi ve aile içinde güçlenmesini sağlayacak önlemler ve düzenlemelere odaklandı. Kadınların karşılıksız ev emeği giderek görünür olmaya başladı ve bu emeğin bir kısmının karşılığı ya da telafisi sayılabilecek türden düzenlemeler, özellikle AB ülkelerinde yaygınlaşmaya başladı. Öte yandan tam zamanlı ev kadınlığı ve anneliğin günü geçmişti. Kadınların istihdama katılması gerekiyordu. Hem aile içinde işleri vardı kadınların, hem ev dışında. Aile ve iş yaşamı artık uyumlulaştırılmalıydı. Aile yaşamı da iş yaşamı da öyle dönüşmeliydi ki, kadınlar hem annelik yapabilsinler hem gelir getirici bir işte çalışabilsinler. Ama sadece bu ölçüler içinde dönüşmeliydi her ikisi de…
Sosyalist Feminist Kolektif olarak 2010 yılının Mayıs ayından başlayarak “Erkeklerden Alacaklıyız!” başlıklı bir kampanya yürüttük. Bu kampanyada, Aile ve İş Yaşamını Uyumlulaştırma politikalarından da yararlanarak, kadınların karşılıksız emeğini telafi edecek, onların evlilik ve aile dışına adım atabilmelerini mümkün kılacak ve istihdama katılıp orada kalabilmelerini sağlayacak çok çeşitli düzenleme ve önlemler formüle ettik; devletten ve sermayeden bunları talep etmenin, bu konuda sesimizi duyurmanın yollarını aradık. Ancak bunları yaparken aynı zamanda Aile ve İş Yaşamını Uyumlulaştırma politikalarının sınırlarına ve tuzaklarına da dikkat çekmeye çalıştık. Bu politikalarda, tam da erkeklerin harcamayı reddettikleri bakım emeği için çözümler üretiliyordu: Esas olarak çocuklarının babasıyla yaşayan kadınları hedef alan bu politikalar, bir yandan ailenin üzerindeki bakım emeği yükünü hafifletmeye yarıyor, diğer yandan esnek çalışma aracılığıyla kadınların yine de bakım sorumluluklarını üstlenmelerini sağlıyordu. Oysa esnekleşme ve iş gücü piyasasının patriyarkal yapısına yöneltilecek eleştirilerin ötesinde kritik nokta, kadınlara olan borçlarını ödemeleri için erkekleri ücretsiz bakım işlerine sevk edebilmekti. Elimizden geldiğince, bu doğrultuda önlemler düşünmeye ve uyumlulaştırma politikalarının sınırlarını aşmaya çalıştık. Ne var ki, son tahlilde “Erkeklerden Alacaklıyız!” kampanyası da, evli olsun olmasın birlikte yaşayan heteroseksüel çift varsayımından hareket ediyordu. Kadınları belli bir ilişkiye mahkûm olmaktan kurtaracak düzenlemeler üzerinde kafa yoruyordu, ama bu ilişki tarzını ve onun mutlaklığını sorgulamayı bilerek önüne koymamıştı.
Bu arada, AKP kadınların bedenlerine, emeklerine, hayatlarına daha da güçlü bir biçimde el koyma tehditlerini birbiri ardına gündeme getiriyor. Bunun önde gelen yöntemi ise tabii ki aileyi güçlendirmek. 2004’te zinayı yeniden ceza yasası kapsamına almaya çalışmakla başladı bu yöndeki girişimlerine. 2008’de başbakan “üç çocuk” uzun havasına başladı. Kadınlara yönelik şiddete karşı yasal düzenlemeler sürecinde ise, kadın örgütlerinin çeşitli önerilerini hükümsüz saymaktan yasanın adında “aile”nin ısrarla korunmasına kadar birçok işaret verildi. Derken, aile tümüyle kadınları galebe çaldı ve bakanlığın adından “kadın” çıktı. Bunları aile ve ev kadınlığı eğitim programları, kürtajı yasaklama denemeleri ve yeni kürtaj düzenlemeleri izledi. Ve nihayet aile ve evliliği koruma konusunda damardan girdi hükümet. “Aile ombudsmanlığı” düzenlemesiyle, boşanmak isteyen kadınlara yönelik bir engelleme mekanizmasını başlattı. AKP hükümetinin bu son hamlesi, kadınlara yönelik şiddeti önleme söylemiyle tümüyle çelişir nitelikte. Boşanmalarını güçleştirerek kadınları şiddet yuvası evliliklere ve ailelere mahkûm etmek, şiddeti önlemenin yeni-muhafazakâr yolu olsa gerek! Oysa bırakalım şiddet sorununu güçlü/düzenli aileler yaratarak çözmeyi, şiddet ailenin öylesine yapısal bir parçası ki, şiddeti ortadan kaldırmanın en köklü çaresi evliliği ve aileyi çözmek…
Bugüne kadar feministlerin erkek şiddetiyle mücadelesinin en görünür ve somut yanı, yasal düzenlemelere müdahale oldu. Belki de artık AKP’nin kadınlara yönelik şiddetle mücadele ve aile politikalarını da bir esin vesilesi yapıp, şiddetin esas kaynağına yönelmenin zamanı geldi. İşte, bir yandan saldırgan yeni-muhafazakârlığın “tahriki”yle, öte yandan unutmaya başladığımız feminist ütopyalarımızı yeniden sahiplenmek için, SFK olarak, feminist aile eleştirisini bu dosyamızla birlikte gündemimize alıyoruz. Önümüzdeki dönemde de, aileyi çözme/dağıtma perspektifi üzerine çeşitli çalışmalar yapmayı umuyoruz.
Kuşkusuz aile eleştirisi feminizme özgü değil. Feminizmden önce, ütopyacılar, Marksistler, liberterler, anarşistler, komün hareketi tek eşli heteroseksüel evliliğe ve buna dayalı aileye çeşitli biçimlerde karşı çıktılar. Ancak bu karşı çıkışlarda, aile hem kadını hem erkeği baskı altına alan ve/ya da kapitalizmi yeniden üreten bir kurum olduğu için eleştiriliyordu. Aile içi kadın-erkek ilişkilerini ve çatışmalarını merkeze koymayan, aile kurumuna yönelik bir anlamda soyut ve dışsal karşı çıkışlardı bunlar. Feminist aile eleştirisi ise, ailenin karşıladığı gerçek gereksinimlerden yola çıkmalı diye düşünüyoruz. Aile; cinsellik, sevgi, duygusal paylaşım ve destek, maddi/manevi dayanışma, üreme, kuşaklar arası ilişki, çocuk bakımı gibi son derece gerçek ve insani gereksinimlerimizi, ayrılmayacak şekilde birbirine iliştirir/yapıştırır. Erkek ve duhul-merkezli, üremeye yönelik heteroseksüel cinsellik biçimini ayrılmaz bir biçimde aşka iliştirir; çocuk bakımını ayrılmaz biçimde doğurmaya bağlar ve bunu kadınların omzuna yıkar; bunun üzerine kurulmuş olan annelik ideolojisiyle kadınları her şeyden önce anne diye belirler ve kocaların, hasta ve yaşlı akrabaların bakımını da buna bitiştirir. Bütün bunlar, aile ideolojisi aracılığıyla doğal bir birlik halinde kurulur. Feminist aile eleştirisi, bu gerçek gereksinimleri birbirinden ayırıp, her birinin alternatif bir biçimde nasıl karşılanabileceğini ortaya koymayı mümkün kılar. Böylelikle, ailenin birbirine yapıştırdığı ve hepsini tek bir ilişkiye, yani karı-koca ilişkisine, evliliğe hapsettiği ilişki biçimlerini ayrıştırıp yeni birliktelik biçimleri türetebiliriz. Zaten feminist ütopyamızın besleneceği yer de böyle bir eleştiri olabilir ancak.
Ne var ki, nasıl aile/evlilik eleştirisini duygu paylaşımı, dayanışma gibi gerçek gereksinimlerimizi göz ardı etmeden yapmak gerekiyorsa, yeni birlikte yaşam biçimlerini de kadınların bugünkü durumlarından soyutlamadan tasarlamak gerekiyor. Kadınların ve çocukların ezildiği, eşitliksiz bir toplumsal bağlamda, onları koruyacak, güçlendirecek önlemler ve güvencelerin üzerinden atlayamayız. Dolayısıyla da, alternatif yaşam biçimlerinden söz ederken, bu yaşam biçimlerinin birlikte yaşama hukukuyla düzenlendiği bir çerçeveyi oluşturmak kaçınılmaz. Bu, “Erkeklerden Alacaklıyız!” kampanyasında geliştirdiğimiz çeşitli talep ve düzenlemelerin üzerine inşa edilecek bir çerçeve olabilir. Yapılması gereken, tek eşli heteroseksüel evliliği meşru tek birliktelik biçimi olmaktan çıkaracak bir hukuksal çatı kurmak. Meşru ilişki biçimlerini, hem çocuk bakımı, hem cinselliği paylaşma, hem maddi/manevi dayanışma, hem cinsiyetler açısından çeşitlendirmek: Aynı haneyi paylaşmanın, cinsel ilişkiden, cinsiyetten, biyolojik ebeveynlikten bağımsız olarak bireylere güvence sağladığı bir toplumsal evren üzerine düşünmek…
Öte yandan, güvenceler ve haklar bugünkü yaşam biçimlerimizi aşmak açısından tek başına ne kadar yeterli? Öznelliğimizin sınırları nereden geçiyor? Evli olsak da olmasak da, her birimizin öznelliğini yaşayışı büyük ölçüde aile bağlarıyla şekillenmiyor mu? Anneliği, cinselliği, duygusal ilişkileri yaşayış biçimimiz bugünün damgasını nerede, nasıl üzerinden atabilir? Mülkiyetçilikten, kıskançlıktan, homofobiden hangi koşullar altında sıyrılabileceğiz? Önümüzdeki dönemde, bir yandan AKP’nin aile politikalarına karşı bir direniş çizgisi oluşturmaya çalışırken, bir yandan da birlikte yaşam biçimlerine ilişkin ufkumuzu genişletmeye yönelik bir tartışmaya girmeye ne dersiniz?
Sosyalist Feminist Kolektif