Biz kadınların hayatları patriyarkal (ataerkil) kapitalist sistem altında her dönem zordu. Bize modern çekirdek aile içinde sunulan en iyi seçenek, karşılıksız ev ve bakım emeğimizin yanı sıra düşük ücretli “kadın işleri”nde çalışarak aile yaşamının idame ettirilmesinde destek güç oluşturmak oldu. İçine sıkıştırıldığımız ücretli emek-ücretsiz emek kıskacı, eve ek gelir getirsek de aileden, kocalardan bağımsızlaşmamızın önünde hep bir engel oluşturdu.
Aileye mahkûm olmanın anlamı ise, psikolojik, fiziksel, cinsel erkek şiddetine mahkûm olmak ya da bu tehditle yaşamak hep bildiğimiz gibi… Öte yandan, siyasi iktidarlar bu erkek egemenliğinin önde gelen dayanakları olmaktan hiç geri durmadılar. İçine sıkıştırıldığımız kıskacı daraltmak, erkek şiddetini meşrulaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Ancak bireysel tercihlerimize, bedensel bütünlüğümüze, toplumsal varoluşumuza açıktan ve küstahça müdahale etme konusunda AKP başı çekmekte ısrarlı. Erkek egemenliğinin kadınları denetim altında tutarken en güvendiği kurum kuşkusuz aile. AKP de, aslında iktidarının ilk yıllarından itibaren, aileyi koruma ve güçlendirmeye yönelik çekingen de olsa kimi adımlar atmaya çalıştı. 2004 yılında, TCK hazırlık sürecinde, zina yeniden ceza yasası kapsamına alınmaya çalışıldı. 2008’de başbakan, sonradan alışkanlık haline getireceği üzere, biz kadınlara üç çocuk doğurmamızı salık vermeye başladı. 2010’da yayımladığı başbakanlık kadın erkek fırsat eşitliği genelgesinin hemen ardından, bizzat kadın örgütleriyle yaptığı bir toplantıda “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söyledi. Başbakan açıklamalarına devam etti, icracı bakanlıklar da icraatlarına. ¨Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz, aile yapımızı güçlendirmemiz lazım¨… dediler ve 1991’de kurulan “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın adını, -kadını aile ile özdeşleştirmesi nedeniyle bu ad bile sorunlu iken- 2011’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürerek, kadının adını bütünüyle sildiler. Şiddet Yasası hazırlanırken 250 kadın grubundan görüş alan ilgili bakanlığın, yasalaşma döneminde tüm kritik maddelerin üstünü çizerek yasayı etkisiz hale getirmesine de şaşırmamıştık… Toplumsal cinsiyet derslerinin örgün eğitime konulmasını istemekten bizim dilimizde tüy bitti, ama Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı aile eğitim programı ilan edip yayınlar yapmaya başladı. 2003 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Müftülüklerde “Aile sorunlarına çözüm getirme” amacıyla aile irşat büroları açılabileceği karara bağlandı. 2010 yılında ise, aile irşat bürolarının tüzüğü hazırlandı. Buna göre irşat bürolarına başvuranlar kayıt altına alınacaktı. Ayrıca bu büroların hedefinin sadece kadınlar olduğunu, son dönemlerde evlilikleri kurtarma amacına kilitlendiğini ve kadınlara erkek egemenliği karşısında ‘itidal’ tavsiye eden bir çalışma içinde olduğunu söyleyebiliriz. Aile irşat bürolarında görevlendirilen çok sayıda din görevlisi neredeyse kapı kapı gezerek ‘aile bekçiliği’ görevlerini yapmaya devam ediyor.
Erkeklere, kadınları istemedikleri gebeliklere maruz bırakarak kadınlar üzerindeki denetimlerini arttırma hakkı veren ve AKP’nin erkekleri ve aileyi güçlendirmeye çalışmasının ifadesi olan kürtajı yasaklama girişimleri denendi, ancak biz kadınların baskısı ile şimdilik hasır altı edildi… Bitti mi? Hayır bitmedi! Bakanlığın son icraat girişimi, Müftülük eliyle aile irşat bürolarınının yetmediği yerde, boşanacak çiftlere ¨aile ombudsmanlığı¨ adı altında bir terapi önererek, boşanma kararlarını bir kez daha gözden geçirmelerini sağlamak oldu. Bir nevi, boşanmak isteyen kadına kocası, ailesi, sosyal çevresi tarafından yapılan toplumsal baskının bu kez devlet eliyle kurumsallaştırılarak yapılmaya başlanması söz konusu. Yeter ki biz hapishaneleşen evlerimizde kalalım, yeter ki kuluçkalarımızın üzerinden hiç ayrılmayalım, sürekli sağlıklı, gürbüz yeni çocuklar verelim ki, onlar bir an önce işçi sınıfının üyesi olabilsinler.
Şu açık ki, bugün patriyarkanın (ataerki) en yoğunlaşmış biçimine bir örnek oluşturan AKP muhafazakârlığı ile kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları, kadınları değil aileyi güçlendirmeyi gerektiriyor. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu büyüme krizini ucuz emekle aşma çabası, her gün daha genişleyen bir işgücü havuzuna, yani artan nüfusa gereksinim duyuyor. Ama bugün doğan o üç çocuk, 4+4+4 yasasına rağmen (!) en erken 11 yıl sonra işgücüne dâhil olabileceği için, acilen birilerinin iş gücüne katılması isteniyor… Sizce kim bu birileri? Tabii ki biz kadınlar. İşte bu yüzden devlet kurumları ve sermaye temsilcileri samimiyetsiz bir kadın istihdamını destekleme, arttırma söylemi tutturmuş gidiyorlar… Bize düşen düşük ücretli, süreksiz, güvencesiz işler oluyor. Üstelik tüm bunları, dışarıda ücretli bir işte çalışsak da çalışmasak da, ortalama 6 saat harcadığımız ev ve çocuk-hasta-yaşlı bakım işlerinin hiçbirinde bir azalma olmadan, onlarla birlikte yapmaya devam etmek zorundayız. Bugün muhafazakâr iktidarın da sermayenin de adeta etekleri tutuşmuşçasına, dağılıyor paranoyası ile uğruna ortalığı ayağa kaldırmaya çalıştıkları, işte bu ¨aile¨…
Aslında 2010’da gerçekleşen ve devletin bakanlar düzeyinde katılım gösterdiği bir konferansın sonuç bildirgesinden yapılmış aşağıdaki alıntı, AKP’nin son iki yıl içinde peşisıra önümüze koyduğu ¨aile politikaları¨ nı, neredeyse bir bir haber verir nitelikte.
¨….doğal ailenin yapısı erkek ile kadının evliliğine dayanır… Tüm uluslar genç nüfusa ihtiyaç duyar… doğal evliliklere dayalı çocuklar çoğalmalı… Eşcinsellik ve Aile içi zina (ensest)ya karşı yeterli tedbirlerin alınmasını talep ediyor, her toplumu tehdit eden bu hastalıkların önüne geçmek için elbirliği ile çalışılmasını destekliyoruz… Din, gelenek ve hukuk yoluyla kurumsallaşan evlilikler ve bu evlilik ortamında yetişen nesiller sağlıklı ve verimlidir… din temelli nikahın küçümsenmesini ve meşru sayılmamasını eleştiriyoruz… “Geniş aile ile ilişik çekirdek aile” modelini destekliyoruz… Devlet politikaları aileyi korumalı ve sivil toplum kuruluşları devlet politikalarını yönlendirici çalışmalar yapmalı…Neslin korunması esasına dayalı olarak boşanmayı azaltacak her türlü tedbir hayata geçirilmeli… Kürtajı önleyen ve azalan doğum oranlarının artmasını sağlayan politikaları ve projeleri destekliyoruz. Aile içerisinde kadının saldırgan bir dille şiddete maruz kalıp evden ve evlilikten soğutulmasını esefle karşılıyoruz… Aile ve evlilik eğitimi devlet tarafından örgün eğitime konulmalı…¨
Kaynak: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, ‘Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile’ konferansı, Antalya 2010.
Antalya’nın bir otelinde sessiz sedasız düzenlenip, dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinselliği hastalık olarak niteleyen konuşması olmasa hiçbirimiz duymadan yine sessiz sedasız sonuçlandırılacak olan konferanstan sonra neler olduğunu hep birlikte deneyimledik.
AİLE BİZE NE YAPIYOR?
Aile içinde biz kadınların rolü iyi eş, anne, bakıcı olmamız. Bunların herhangi biri ile ilgili bizden beklenen ¨hizmetleri¨ (cinsel hizmet, besleme, temizlik, gözetme, ilgilenme vb.) zamanında, beklenilen kalite ve nitelikte veya sıklıkta sunamadığımız veya sunmak istemediğimizde, ¨hayır¨ dediğimizde, bizi bekleyen, cinsel, ruhsal ve fiziksel şiddet ya da şiddet tehdidi. Medyada biz kadınların çabalarıyla artık daha görünür olsa da neredeyse pornografik bir biçimde sunulan kadına yönelik şiddet haberlerini görmek, kendinden beklenilen rolleri yerine getirmeyi reddettiği, hayır dediği, boşanmak istediği için dövülen, öldürülen kadınlar olduğunu bilmek, bizleri her gün, tecavüze uğrama, yaralanma, öldürülme tehdidi altında yaşamaya ve bu şiddet korkusu altında aile kurumuna katlanmaya mecbur bırakıyor. Şiddet tehdidi aileyi koruyor!
Hatta bunun da ötesine geçip şunu söylemek gerekiyor: Şiddet ailenin yapısal, ona içkin olan bir unsuru. Evlilik ve aile, erkeklerin, kadınların cinselliklerine, emeklerine, düşünce-duygularına elkoyma hakları üzerine inşa edilmiş. O yüzden de, bu elkoymayı güvence altında tutan şiddet, kocaların bu haklarının dolaysız bir sonucu. Arızi, tesadüfî bir biçimde ilişmiyor aileye, onun yapısal bir parçası. Dolayısıyla AKP’nin erkek şiddetini ortadan kaldırmak için aileyi güçlendirmeye çalışması, düpedüz abesle iştigal!
Anne olmak, eğitim kurumları ve medya yoluyla, biyolojik olarak yeterli her erişkin kadının hayatının olmazsa olmaz bir parçası gibi sunuluyor. Böyle bir ortamda, kısır olmak saklanması gereken bir eksiklik olurken, kendi tercihleri ile çocuk yapmamış kadınlar ucube / yaratık muamelesi görüyor. Oysa annelik, biz kadınların doğamızdan kaynaklanan bir kadınlık içgüdüsü değil, toplumsal, kültürel koşulların bir sonucu olarak inşa edilmiş bir durum. Hadi bir kez göze alıp anne olduk diyelim, o zaman da hamileliğimiz nedeniyle işten çıkarılma veya annelik izni kullandıktan sonra işe geri dönememe olasılığı var. Bunlara bir de sanayileşmiş anne-çocuk sektörünün bize nasıl ¨mükemmel anne¨ olunacağını öğretip satması eklenince, ¨iyi bir anne olamadım¨, ¨yetersizim¨ duygusuyla boğuşan, geceleri uykusu kaçan milyonlar oluyoruz.
Koca bir sistem, okulu, iş yeri, hastanesi ile bizim annelik, hasta ve yaşlı bakımı ve ev içi emeğimizin üzerinde ayakta duruyor. Biz kadınlar çocukları “ders saatinde” okula hazırlayıp tam vaktinde, tam istenen kıyafetle, tam istenen ödevlerle ve beslenmesinden tutun da bütün ritüelleriyle okula hazırlamasak, okul denen yapı, saatinde başlayıp saatinde bitemez, dolayısıyla bir sistem olarak işleyemez. Aynı şekilde, erkekler her gün kabul edilebilir standartlarda temiz ve hijyenik bir ev ortamında beslenilip, giydirilip, cinsel gerilimleri alınıp iş yerlerine zamanında yollanmasalar, o parlak, cilalı kapitalist sistemin temeli çatırdar. Erkekler bizim karşılıksız emeğimiz sayesinde sosyal hayatta daha da güçlenip, yükseliyorlar… Sağlık sistemimizde hasta bakıcılığı kurumlaşması neden yok? Çünkü hastanelerde yatan hastaların her birinin başında ailenin en uygun kadın üyesinin olması bir zorunluluktur… Biz kadınlar ücretsiz emeğimiz ile devletin özrünü / ayıbını örtüyor, sağlık sistemini de destekliyoruz… Geriye dönüp bir bakmışız ki, ¨aile¨ içinde ömrümüzün ilk yarısını çocuk bakıcısı, diğer yarısını da yaşlı ve hasta bakımında uzmanlaşarak hemşirelikle tamamlamışız.
Çekirdek aile biz kadınlara bir etiket daha yapıştırıyor: ¨eş¨lik. Ancak eşlik, hayat ortaklığı, yol arkadaşlığını değil, aile mahremiyetinin korunması, erkeğe itaat, aile üyelerine hizmet, edilgenlik ve boyun eğmeyi ima ediyor. Her şeyden evvel, cinselliğin başka türlü hallerini yok sayan, heteroseksüel erkek merkezli cinselliği dayatan bu mahrem alana girerken, biz kadınların adeta kırmızı kurdeleli bir hediye kutusu gibi, açılmamış, ¨temiz, el değmemiş, bakire¨ olmamız isteniyor. Böyle başlayan evliliklerde iş ‘resmi’ birleşme aşamasına geldiğinde doğal olarak kasılıp kalıyoruz. Yaşamımıza kız çocuğu olarak başladığımız o ilk yıllardan itibaren bize bir korku tüneli gibi gösterilen, ellenmemesi, bakılmaması istenen, biz’e ait bir organımız olmasına rağmen sanki vücudumuzda bir asalak, ikinci bir yaratık taşıyormuşçasına bizi kendi cinsellik organlarımıza yabancılaştıran patriyarkal (ataerkil) sistem, günü geldiğinde o ¨giz kapılarını¨ ardına kadar açarak erkeği kolayca içeri kabul etmemizi bekliyor. Tabii bu beklenti hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor ve bizlerin kendi bedenimizi tanıyamamış olmamız, cinselliği bir şekilde tanıdığımızda da ondan zevk almamamız sonucunu getiriyor. En azından erkek partner ile yaşanan ve duhule – girmeye dayalı bir cinsellikten zevk alamama hatta bundan korkma… Vajinismus’un bu denli sık karşılaşılan bir durum olması şaşırtıcı değil. Bu konu tıp biliminde bile, doğurganlığı engellediği ve birleşmeye endekslenmiş erkek cinselliğini ketlediği için bir sorun olarak görülüyor. Sonuçta, evlilik içinde çoğu kadın hayatında en az bir kez eşi tarafından cinsel şiddete maruz kalıyor.
AİLENİZ BATSIN!
Bugün egemen olan ve bize dayatılan ailenin tek meşru ve istenen yaşama biçimi olduğu düşüncesini reddediyoruz. Evlilik kurumunun, dayatılan heteroseksüel çekirdek aileye sağladığı saygınlık, meşruluk ve ayrıcalıklar diğer bütün ilişki biçimlerini dışlıyor, meşruiyet sınırlarının dışına itiyor. Bu hakların ve meşruluğun, evliliğin önemini yitirmesini sağlayacak şekilde, başka birlikte yaşam biçimlerine de yayılmasını, genişlemesi istiyoruz.
Sosyal güvenlik politikalarından konut politikalarına ve şehir planlarına, yaşamlarımız heteroseksüel çekirdek aileyi bir norm olarak kabul ederek tasarlanıyor. Biz hiçbir ilişki ve yaşam biçiminin tek doğru olarak mutlaklaştırılmasını ve bunun karşısında kalan bütün diğerlerinin gayri meşru sayılmasını istemiyoruz, ailenin biyolojik çocuklarıyla birlikte yaşayan heteroseksüel evli çift üzerinden tanımlanmasını reddediyoruz.
Cinsellik ve üreme temelinde tanımlanan, bazı üyelerinin düzenli cinsel ilişkiye girdiği bir birlik olarak görülen ve esas olarak erkeğin kadın üzerinde cinsel hakları olduğu aileyi parçalamayı öneriyoruz. Ailede cinsel haklar olduğu düşüncesi patriarkal bir düşüncedir, bunu reddediyoruz. Tek başımıza ya da arkadaşımızla, sevdiğimiz erkekle ya da kadınla, ya da evlat edindiğimiz çocuklarla, dört başımıza, iki erkek, üç kadın ya da kolektif hayatlar ördüğümüz, başka birlikteliklere, başka dayanışma biçimlerine dair tahayyüllerimiz var. Hepimizin ihtiyaç duyduğu dayanışma, duygusal destek ve paylaşım için, aile ne tek ne de en iyi seçenek.
Erkeklerin emeğimize elkoyduğu, cinsel istismar ve şiddet yuvası, kadınları eve hapseden, sözüm ona “kutsal” aileye mahkûm değiliz: Aile dışında da aşk, aile dışında da dayanışma var diyoruz. Bütün yaşama biçimlerinin güvence altına alındığı ve kişilerin haklarının korunduğu bir düzen istiyoruz. Örneğin hane birlikteliğinin, yaşamlarını bir arada sürdüren herkes için yasal olarak tanınmasını talep ediyoruz.
İdeal ailenizin dayattığı mutsuz evliliklere de mahkûm değiliz, yol arkadaşlığı için bir erkeğe de, kocaya da muhtaç değiliz!
Mutsuzsak, idare etmiyoruz; yeniden denemiyoruz, “böyle bitmesin” laflarına kanmıyoruz. Boşanmanın kolaylaştırılmasını, boşanan kadına konut yardımı sağlanmasını, nafakanın şartsız koşulsuz tüm kadınlara verilmesini ve kefilinin devlet olmasını istiyoruz.
Evlilik dayatmalarına karşı, kadınların özgürlüğünü savunuyoruz. Evlenmedik; yalnız, güçsüz ya da mutsuz değiliz. “Evde kaldık” ama hayat da bize kaldı, diyoruz.
Kimseye çocuk borcumuz yok ve doğurmak zorunda değiliz. Bedenimizle ilgili her tür tasarruf hakkı yine bizim kararlarımızla şekillenecek. Anne olmak istemiyorsak, bu bizim seçimimiz ve bizi ne eksik kadın ne de değersiz yapar.
Anne olduğumuzda da, kimsenin kölesi değiliz. Kutsal annelik masalına inanmıyoruz. Mükemmel anne değiliz ve suçluluk duymuyoruz. Emzir, besle, büyüt dayatmasına, annelik üzerinden bize dayatılan ahlak normlarına da hayır diyoruz. Çünkü bizler anne değil, kadınız!
Aile, kadınlara asla doğal değil, politik ve eşitsiz bir işbölümü dayatıyor. Ailenin birliği ve kutsallığı, kadınların karşılıksız ev emeği harcamalarına, çocuklara da yaşlılara da bakmalarına, erkeklerin hayatlarını kolaylaştırmalarına, kısacası kadınların emeklerine el konulmasına dayanıyor. Bu sömürüye, monotonluğa, ev hapsine hayır diyoruz. Kadınlar erkeklerden ¨doğal olarak¨ daha iyi çocuk bakmaz. Babalar çocuklarla “ilgilensin”, onlarla oynasın değil, babalar da çocuk baksın diyoruz. Baba nerede, kreş orada! Erkeklerden “yardım” değil, eşit paylaşım istiyoruz. Ev işleri de, çocuk ya da yaşlı bakımı da aile içinde halledilmesi gereken meseleler değildir; aile dayanışır ve birbirine bakar demek, kadınlar her işe koşsun demektir. Devletin kadınların sırtından inmesini, çocuk, yaşlı ve hasta bakımında gereken nitelikli ve ücretsiz hizmetleri sağlamasını talep ediyoruz. Daha fazla kreş, daha fazla bakım evi istiyoruz. Devletin çocuk, hasta ve yaşlı bakımını kurumsal, yaygın ve ücretsiz olarak üstlenmesini bekliyoruz.
Doğum kontrolü programları ve kürtaj düzenlemeleri, her doğan çocuğun istenen bir çocuk olmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalı diyor, doğum kontrolünün olduğu kadar sperm bankalarının da herkesin eşit ve ücretsiz erişimine açık hale getirilmesini talep ediyoruz. Doğurmak isteyen kadınlar, kocasız da erkeksiz de doğurabilir!
Aileye bağımlı değiliz, muhtaç değiliz; sevgi için de, dayanışma için de aile şart değil. Kan bağı temelli, üreme odaklı heteroseksist aile bizi ne özgürleştirir, ne de güçlendirir; bize ancak mutsuz bir hayat vaat edebilir. İhtiyaçlarımızın daha eşit, daha özgür, daha kolektif biçimlerde karşılanması mümkün. Aile yıkılmayacak kale değil. Aile dışında hayat var!
Sosyalist Feminist Kolektif