Nacide Berber
Popüler kültür-feminizm tartışmalarına kafa yormaya başlamamız çok yeni değil tabii. Ama Şubat ayı itibariyle başlattığımız Feminist Cumartesi Buluşmaları’nı gerçekleştirmemizde itici kuvvet olduğu kesin.
Popüler kültür tartışmaları küçümsemeyle yüceltme arasında gidip gelse de, biliyoruz ki hegemonik kültür olarak herkesin olduğu kadar kadınların ve dahi feministlerin de hayatını etkilemekte ve bu konu gündelik hayatımızda önemli bir yer teşkil etmektedir. Her popüler kültür ürünü kötüdür diye bir şey düşünmesek de, pek çoğunun cinsiyetçi olduğu ve haklı bir feminist müdahaleyi hak ettiği kesin diye düşünüyoruz! Kabaca ‘halka ait’ veya ‘ birçok kişi tarafından sevilen, seçilen veya beğenilen’ vs. anlamlarına gelen popüler kültürün, hegemonik bir kültür olması itibariyle feminist bir perspektifle yeniden yorumlanması nasıl olabilir; yüksek kültür-popüler kültür cephelerinde feministler ne yöne düşer; popüler kültürü neler belirler, neler etkiler (sınıf, yaş, cinsiyet, ırk, eğitim vb.); popüler kültürün ticariliği sorunu karşısında nasıl bir tavır almak gerekir; arz mı talebi, talep mi arzı belirler sorularının yeniden cevaplanması gibi konular önemini korusa da, SFK olarak başlangıç adımı niyetine popüler kültürün hayatımıza nerelerden, nasıl girdiğinin peşine düşmeye karar verdik, diyebiliriz. Popüler kültür sanat, edebiyat, müzik, mekân/mimarî, basılı medya, internet, spor, televizyon (diziler ve kadın, spor, evlilik programları vb.) aracılığıyla, cinsiyetçi yapısı nedeniyle erkek egemen sistemi ve dili içselleştiren cinsiyetçi rol ve görevleri yeniden üreten bir mekanizma aslında. Popüler kültüre feminist çomağı sokmak, feminist eleştiriye tâbi tutmak feminist politikanın mücadele alanını genişletme ve güçlendirme potansiyeli taşıyabilir, düşüncesinden hareketle, yine hayatımıza değen diğer bir noktadan mücadeleye başlamak gerekiyor belki de. Tabii ki bir yandan da hegemonik her yapının en büyük silahı olan mass etme tehlikesini de göz ardı etmeden… Bunun için nasıl imkanlar yaratabiliriz ve yukarıdaki soruları nasıl cevaplayabiliriz sanırım hep birlikte düşünmemiz ve tartışmamız gereken noktalar…
Buna vesile olması amacıyla Feminist Cumartesi Buluşmaları’na bütün kadınları mutlaka bekliyoruz…
Feminist politikanın mücadele alanlarından birinin popüler kültür olması kaçınılmazdır, dedikten sonra; ilk tartışmayı spordaki ve özellikle egemen spor olan futboldaki cinsiyetçiliği sorunsallaştırıp feminist politikanın süzgecinden geçirmeye niyetlendik. Bu yüzden popüler kültür-feminizm tartışmalarının 3 Mart’taki açılışını son günlerde Futbol Federasyonu’nun cinsiyetçi tribün uygulamalarının sıkça gündemimize gelmesi, spor programlarında fütursuzca yapılan cinsiyetçilik vesilesiyle spor ve futbolda cinsiyetçilik konulu ve ‘Buzzz gibi ofsayt: Cinsiyetçiliğin Sportif Halleri’ başlıklı bir söyleşiyle yaptık.
Buluşmamızda, tartışmamıza yön vermesi için, spordaki cinsiyetçilik halleri üzerine kafa yoran Sevecen arkadaşımızın yaptığı kısa bir sunumu dinledik. Sporun ve futbolun, cinsiyetçiliğin, homofobinin ve milliyetçiliğin yeniden üretildiği en tepe noktalardan biri olduğu bilgisiyle başlayan sunumda; spor alanından, profesyonel olarak sporcu ve özellikle futbolcu olan kadınların ekonomik ya da homofobik söylemler bahane edilerek takımlarının, liglerinin tasfiyesiyle nasıl dışlandıklarını anlatıldı. Spor’da cinsiyetçilikle feminist politikanın yolunu kesiştiren ilk nokta tabii ki spordaki beden politikaları ve buradaki cinsiyetçi bakış açısının olduğu ortaya çıktı. Bu beden politikalarının, erkek egemen sistem etkisinde ve onların diliyle belirlendiğini ve sahada, salonda, tribünde vb. cinsiyetçiliğin yeniden üretilmesine araç olduğunu gördük. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, kadınların bedeni sporla uğraşırken patriarkanın tanımladığı form dışına çıkmaya başladığı için, kadın bedenini bu formun dışına çıkaran sporların yasaklandığı ilginç bir veriydi. Bunlar arasında bazı ring sporları ve futbol vardı örneğin. Hatta o dönem devlet, kadınların kaç yaşına kadar hangi sporla uğraşacağını belirlemeyi bile bu uğurda kendine görev biçmiş! Ve gördük ki, güçlü, sağlıklı bireylerin yetişmesi için güçlü, sağlıklı kadınlar seferber edilmiş ve sporda da kadınlar ancak bir araç olabilmişlerdi… Profesyonel olarak sporla uğraşan kadınlar da çalışma hayatına benzer şekilde en geç anne olduktan sonra sektörden dışlanmışlar ve/veya bırakmak zorunda kalmışlar. *Kadınların spor alanında güçlendiği dönemlerin ise feminist hareketin de yükseldiği dönemlerle paralellik taşması ise hoş bir tesadüf olmasa gerekti tabii ki. Kıssadan hisse, erkek egemenliğinin kırılmasının en zor olduğu alanlardan birinin spor ve futbol olduğu buzzz gibi ortadaydı!
Sunumun ardından hep birlikte düşünmeye başladığımız aktif tartışma kısmına geçtik. İlk itirazın yükseldiği nokta, tabii ki sporun ve özellikle futbolun endüstrileşmesiydi. Çünkü bu endüstrileşme sporun ve futbolun siyasallaşmasını da katmerleştirmiş, ulusal ve uluslar arası spor etkinlikleri devlet politikalarından ayrı düşünülemez hale gelmişti. Erkek egemen devlet ve toplumlarda patriarka ne kadar güçlüyse kadınların hayatın her alanında yaşadığı var olma sorunu spor alanında da paralel gidiyordu. Futbolda Kadınlar Dünya Şampiyonası düzenlense de bütçesi, organizasyon zorlukları erkeklerle aynı olmadığı kulağımıza gelen can sıkıcı haberlerdi. Türkiye futbol kadınlar ligine bakınca ise; kuş kadar bir lige sahiplerdi ve krizde ilk işten çıkarılanların kadınlar olması gibi kulüplerin ilk bütçe sıkıntılarında kapatılan kısımların da kadın takımlarının olması çok yabancı olduğumuz bir hikaye değildi. Spor alanında bırakın kadınların önünü açıp gölge etmemeyi, buradaki eşitsizlik ve cinsiyetçiliğin gırla gittiği ve kadınlara bol bol çelme takılıp faul üstüne faul yapıldığı kesindi! Bunlara karşı ciddi talepler üretmemiz gerektiği ise su götürmez gerçekten, örneğin nasıl kadınlar için her alanda özel bütçe ve geçici özel önlemler olarak pozitif ayrımcılık ve kota gibi uygulamaları talep ediyorsak Spor Bakanlığı’ndan, kulüplerden vs. bunları talep etmeliyiz. Tabii burada TFF’nin pozitif ayrımcılık kılıfında sunduğu, cezalı maçlara seyirciden saymadığı kadın ve çocukları bedava kapılarını açarak kadınlara karşı yapılan cinsiyetçiliği körükleyen uygulamalarından bahsetmiyorum! Kadınlar için ücretsiz maç bileti uygulaması talep etmeliyiz; ama bu TFF’nin bir jesti olarak kabul edeceğimiz bir şey değil; ücretsiz ev içi emeğimizin karşılığı ve istihdam alanında %25’ten ötesine kadınlara alan açılmayan eşitsiz çalışma hayatının ve hala ‘en modern plazalarda’ ücretlerimizin erkek çalışanların maaşlarının ¾’ü olmasının bir bedeli olarak talep edebiliriz!
Aktif tartışma kısmında, bunların dışında da değinilen noktalarla spor ve cinsiyetçilik buluşmamız daha da zenginleşti. Bazı spor dallarının kadınlara uygun görülmesinin altında neler yattığı, kadınların beden formları mı yoksa oyun kurgularında yatan erkek egemen zihniyet mi sorularına cevap bulmaya çalıştık. Saldırgan ve savunma yapılamayan sporlara erkeklerin talip olması şaşırtıcı mı yoksa erkek egemen yapılarına uygun mu diye düşündük. Erkeklerin sporu; oyundan öte kazanmak ve skor yapmak üzerine kurdukları performans odaklı bakış açıları ile cinselliğe bakış açılarının benzeşmesinin sadece bir tesadüf olmadığını aklımızdan geçirmekle kalmadık dillendirdik! Üzerine konuştuğumuz diğer bir nokta; yine TFF’nin cezalı maçlarda kadınları ve çocukları seyirciden saymayıp sadece kadınlara ve çocuklara izin vererek batan gemiyi kurtarma çabalarıyla cinsiyetçiliği tekrar üretirken aslında ‘kadınlar vatandaş mıdır değil midir?’ tartışmalarına ne kadar da çok benzeyen bir söylem kullandığıydı. Ancak şunu söyleyebiliriz ki; TFF ve erkeklerin öngöremediği bir şey var: Kadınların futbol aşkının onların teşvikinden çok önce başladığını ve kadınlar bir kere aşk için, eşitlik için, ekmek ve gül için, dün vatandaş olmak, bugün hayatın her alanında var olmak için ve dahi erkeklerin ‘tek kale’ oyun alanı olan spor ve futbolda da mevcudiyetlerini göstermek için kapatıldığımız evlerden çıkıp yollara, alanlara, meydanlara, tribünlere dökülünce geri dönmeyeceğimizi bilmiyorlar!
Neticede bu buluşma, tartışma bize şunu gösterdi: Spor ve cinsiyetçilik üzerine daha ilk ama bol sorulu bir adım atmış olduk. Bu alanda birlikte düşünmeye ve tartışmaya çok ihtiyacımız var. Feministler olarak sporu ve futbolu arka kapımız olarak kullanmamalıyız ve feminist duruşumuzu buraya da taşımalıyız diye düşünüyorum. Popüler kültürle şizofren bir ilişki kurarak, o alanda canımız nasıl isterse öyle davranıp, maçımız, dizimiz bittiğinde feminist olmaya devam etmemeliyiz sanki. Cinsiyetçi dile, her türlü cinsiyetçi uygulamaya, şiddete sahada, tribünde karşı çıkmıyorsak bir anlamı yok spor ve futbol aşkımızın! Biliyoruz ki maçlara giden kadınlar, feministler var ama yine biliyoruz ki bizim bedenimiz üzerine bir dolu cinsiyetçi küfür kulaklarımıza boca edilirken bu alanda var olmak çok zor! Ama bu alanda erkek egemen söylemden ne kadar uzak olduğumuzu da kendimize sormamız lazım ve bundan kaçmamalıyız. Başka bir futbolun/sporun hayalini de feminist politikanın içinden kurmalıyız diye düşünüyorum.
Ama bütün bunlar birlikte tekrar buluşmaya ve belki önce yeşil çimlere karşı birlikte baktığımız bir günü ve hatta yeşil çimlerde birlikte oyun oynadığımız bir günü hayal etmemize de engel değil!
Not: Biz buluşmamızın heyecanıyla mekandan ayrıldıktan bir gün sonra Diyarbakırlı kadın futbolculara yapılan ırkçı ve cinsiyetçi saldırı gündeme geldi. Bu da sporun ne kadar siyasal, cinsiyetçi ve faşizan öğeler taşıdığını, futbolun sadece futbol olmadığını bize bir kere daha göstermiş oldu!