Ayşe Toksöz
Başbakan’ın kürtajla ilgili ardı ardına belirttiği görüşler (!) haklı bir endişe duygusu uyandırdı: kürtaj karşıtlığının Türkiye’de (ezeli emsali Amerika’da olduğu gibi) resmi ağızda yer bulması, kürtajın yasaklanmasına doğru giden ilk adım görüntüsü çizdi.
Ardından, yeni yasa hazırlığının ve “isteğe bağlı kürtajda yasal süre limitini on haftadan dört haftaya çekme” niyetinin açıklanması da bu algıyı pekiştirdi.
Genel olarak düşünürsek, kürtaj hakkı ne anlama gelir? Kürtajın en sert biçimde yasaklandığı, ağır cezaların uygulandığı, din ya da milliyetçilik üzerinden gayrı meşrulaştırıldığı yerlerde/zamanlarda dahi, kendini buna zorunlu hisseden kadınların bunu uygulamasını önlemenin bir yolu yok. Neticede, kürtajın yasal olarak engellendiği durumlarda ya bir kürtaj karaborsası oluşuyor ve olanağı olanlar, gizli ama yine de güvenli bir biçimde, yüksek fiyata bu “hizmeti” satın alıyor, ya da kürtajın yasak olmadığı bir ülkeye giderek ihtiyacını orada karşılıyor; her ikisini de yapamayacak durumda olan kadınlar, kendi kendilerini kürtaj ederek sağlıklarını ve hayatlarını tehlikeye atıyor.
Yani aslında kürtajın yasal olması, kürtaja ulaşımın mümkün kılınması anlamına değil, güvenli kürtaja ucuz/bedava erişimin kadınlara devlet tarafından sağlanması anlamına geliyor. Ve bu, bir tercih meselesi olmaktan öte, kadınların devlet nezdinde vatandaş olarak nasıl konumlandırıldığına ilişkin önemli bir veri sağlıyor.
Kendini kürtaj olmaya zorunlu hisseden kadınların her zaman ve her yerde var olması, elbette, doğum kontrolü olanaklarının kısıtlılığı, cinsel eğitimin yetersizliği, erkeklerin cinsellik konusundaki sorumsuzluğu gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Bu konularda alınan önlemlerin yetersiz kalma ihtimalinin (en azından bugün elimizde olan araçlarla) baki olması, en iyi koşullarda bile kürtaja yasal ve kolay erişimi kadınlar açısından vazgeçilmez kılarken, bunları sağlamak gibi bir kaygısı hiç olmayan bir devletin “Her koşulda doğurun!” buyruğu, kadınları vatandaşlık haklarından soyup, üreme kapasitelerine indirgemeye denk düşüyor.
Birlikte oldukları erkeğin korunup korunmamasına ilişkin pek az kontrol sahibi olan kadınlara korunma olanağı sağlamak ve erkeklerin kadınları kürtaja götüren yoldaki payını teslim etmek yerine, onların cinselliğini ve doğurganlığını doğrudan kendi kontrolü altına alma niyetini ilan etmiş oluyor devlet (başbakan?) böylece!
Özetle, ne kadar risksiz ve hafif de olsa, kürtaj kadın bedenine yapılan ciddi bir tıbbi müdahale olduğu ölçüde, elbette çok arzu edilir bir şey değil. O nedenle kürtaj basitçe bir “tercih” de değil. Bu anlamda, kadınların sağlığı ve bedensel bütünlüğü adına, kürtaj aşamasına gelene kadar alınabilecek her türlü önlemin öncelenmesine kimsenin bir itirazı olamaz. Fakat hem bunların yetersiz kaldığı koşullarda kadınların ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi, hem de bunun taşıdığı sembolik önem, kürtajı bir toplumsal hak olarak kelimenin tam anlamıyla hayati kılıyor.
Bir geriye dönüp bakalım, Türkiye’de kürtaj kadınların hakları, özgürlükleri, tercihleri… vs. göz önüne alınarak mı yasallaştırılmıştı sanki? Cevap müstehzi bir “Daha neler!” Sağlık çalışanlarının en azından 1950’lerden itibaren yıllar yılı çırpınmaları, meseleyi ancak bir halk sağlığı sorunu olarak kabul ettirmeyi başarabildi, ki 1983 tarihli yasa da bu zemine oturtuldu. Faka o yıllarda, en azından, yasa dışı kürtajın sonuçlarına ilişkin hafıza taze olduğundan, bu hizmetin (şehirlerde ve kırsal alanda, devlet kurumlarınca, ucuz/ücretsiz biçimde…) ulaşılabilirliğini sağlama konusunda daha ciddiyetli çalışıldı.
Son yıllardaki duruma baktığımızdaysa, bu prensibin zaten artık işlemediğini görüyoruz: sağlıkta dönüşüm sonrası, devlet kurumlarında kürtaj uygulayacak personel kalmadığından, çoğu devlet kurumunda bu hizmete halihazırda ulaşılamıyor. Henüz emekli olmamış ya da tayin edilmemiş olan görevli personel, sağlık hizmeti vermekten giderek uzaklaştırılıp iki-üç dakika içinde ilaç yazıp hastayı yollamaya teşvik edildikçe, bu tip işlemleri yapmaya giderek daha gönülsüz oluyor. Büyük şehirlerdeki büyük hastanelerde durum böyleyken, daha küçük yerleşim birimlerinde, eskiden Anne-Çocuk Sağlığı Merkezleri üzerinden sağlanan bu gibi hizmetler tamamen ulaşılmaz hale geliyor. Eş izninin zorunlu kılınmış olması, uygulamanın keyfi olarak reddedilmesine olanak sağlıyor – ve bu bahane son yıllarda nedense çok fazla kullanılıyor!
Kürtajın yasal süresinin (tıbbi, pratik, hukuki, dini hiçbir temeli olmaksızın) hamileliğin onuncu haftası olarak belirlenmesi, yasa çıktığından beri kadınların kürtaja erişimini engelleyen faktörlerin başında geliyordu zaten. Bu sürenin tıp ve hukuk tarafından farklı şekillerde hesaplandığını, sağlıkçıların hesabının teorideki on haftayı pratikte yedi-sekiz haftaya kadar düşürebildiğini hatırlamakta fayda var. Sağlıkta Dönüşüm’den beriyse, uygulamada bu süre beş-altıncı haftaya kadar düşürülüyor.
Yani yasal süre limitini dört haftaya düşürüyoruz demek, kürtajı fiilen yasaklıyoruz demenin bir başka bir şekli yalnızca! Hizmete zaten ulaşılamayan bir ortamda bunun bu kadar gündem yapılarak ilan edilmesi, kürtaja karşı gerçekten ahlaki bir mevzi almaya değil, kadınların bedenlerinin kendilerine değil devlete ait olduğunu cümle aleme ilan etmeye denk düşüyor.
Bu durumun zemini, Erdoğan’ın yıllardır dilinden düşürmediği “Her kadın üç çocuk doğursun,” sözleri kadar, AKP iktidarının on yıldır kadınlarla ilgili güttüğü politikaların ve kurduğu söylemlerin tamamı tarafından hazırlanıyordu zaten: anneliğin kadının esas görevi olarak sunulması, kadının aileye eşitlenmesi, “eşit olmayan” vatandaş olduğunun ilan edilmesi…
Bunu anlamlandırabilmek için, şunu da akılda tutmakta fayda var: bugün, kadınlara “Evinizde oturun, ailenizle ilgilenin’” demek, 1950’ler Amerika’sında olduğu gibi “Tam zamanlı ev kadını olun,” anlamına değil, “Esnek, güvencesiz işlerde çalışarak eve ‘ek gelir’ getirin, ailenize böyle destek olun, arada çocukların bakımını, kocaya hizmeti de aksatmayın,” anlamına geliyor. Yani aslında kesinlikle ahlaki ya da dini bir mevziden değil, sermayenin taleplerine cevap verme pozisyonundan kuruyor Erdoğan bu cümleleri. AKP iktidarının neoliberal politikalarıyla yeni-muhafazakarlığının birbirini besleyişinin belki de en belirgin örneğini görüyoruz bu çıkışta…
Sonuç olarak bu sözler, gerçek bir doğurganlığı artırma politikasından ziyade kadınları ikincilleştirme politikasına denk düşüyor – en azından, şimdiye kadar böyleydi; fakat kürtajı Roboski katliamına eşitleyecek kadar şirazesinden çıkmış bir siyasi tahayyülün bir sonraki hedefini kestirmek elbette mümkün değil!
Kadına kadın demekten korkup aile diyen, kadın cinayetlerine cinayet demekten korkup aile içi şiddet diyen bir Başbakan’ın “Her kürtaj bir cinayettir, her kürtaj bir Uludere’dir,” çıkışı, kürtaj hakkının kadınların elinden alınmasının ilk adımı değil, son virajıdır. Kürtaj hakkının geri çekilmesiyse, basitçe “Aman canım doğum kontrolü kullansalardı’” diye geçiştirilemeyecek kadar ciddi bir kadın düşmanlığına işaret ediyor: kadınların bir yanda birlikte oldukları erkeğin, öte yanda devletin -ve elbette, içinde bulunduğumuz koşullarda devlet eliyle sermayenin- kontrolüne hem fiili olarak tabi kılınmasını, hem de bunun resmi politika olarak meşrulaştırılmasını içeriyor. Kadınların bedenlerine, emeklerine, cinselliklerine el konulması, saldırgan bir üslupla doğallaştırılıyor.
Yine de, bu sözleri bir fırsata dönüştürmek mümkün. Son haftaya kadar kürtaj, feministler ve sağlık çalışanları dışında hemen hiç kimse tarafından tartışılmayan, sorun edilmeyen bir konuydu. Yasanın yetersizliklerine ve pratikteki sorunlara işaret ettiğiniz zaman, “Kürtaj zaten yasal, daha ne yapalım,” tepkisiyle karşılaşıyordunuz.
Şimdi dikkatler bu konuya çekilmişken bunun politikasını yapmak, taleplerimizi ilerletmek mümkün. AKP hükümetinin kadınlara ve Kürtlere reva gördüğü yaklaşımı afişe etmek için olduğu kadar, hem yasanın kapsamının yeniden düzenlenmesi ve hizmete erişimin sağlanması konusunda sesimizi yükseltmek, hem de bu vesileyle kadınların bedenleri üzerindeki tasarrufu konusunda hak talep etmek için de sesimizi yükseltmenin vaktidir…