Simit Çay

ay-simitHandan Üstündağ

O önemli işlerini dinlemek istemiyorum. Çok sıkılıyo­rum. Bana büyük hedefleri­ni, müthiş önemli uğraşları­nı anlatıyor. Benim kulaklarımda rüzgar uğultusu gibi bir şey var, duyamıyorum. Bana bakmayan gözlerini, kıpırdayan dudaklarını izliyorum. Yüzünü inceli­yorum. Bu yüzdeki hangi ipucunu süre­rek ruhuna giden yolu bulabilirim diye düşünüyorum. O bana ne kadar önemli bir adam olduğunu ve ne kadar önemli adamların, onu ne kadar önemsediğini anlatmak için canhıraş uğraşıyor. Büyük adamlar dünyasındaki üst düzey konu­munu anlarsam ona hayran mı olacağım? Ne diye yapıyor ki bunu, anlamıyorum.

O büyük adamlardan bana ne! Ben onu merak ediyorum. Sadece onu. Onun insan yanı­nı. Onun zayıf yanını. Onun hassas yanını. Onun çocuk yanını. Onun eğlenceli yanını. Kendi halini.

Mesela korkularını merak ediyorum. Kaybetme korku­sunu, yalnız kalma korkusunu, ciddiye alınmama korkusunu. Geceleri uykusundan uyandı­rıp karnına bir kramp gibi sap­lanan yaşama korkusunu.

Hiç geçmeyen tedirginli­ğini. Sabah olunca başlayacak gündelik hayatın ağırlığının yarattığı tedirginliği. Çevresindeki in­sanlar nedeniyle duyduğu tedirginliği. Onlar arasında yaşamak, yer edinmek, kabul görmek ve sevilmek zorunlulu­ğunun verdiği tedirginliği. Ne yaparsa yapsın bir gün alaylara maruz kalmasını engelleyemeyecek olmanın tedirginliği.

Utançlarını merak ediyorum. Me­sela o günü, evet o günü. Kendisinden en çok nefret ettiği günü. Bana o günü anlatabilmesini istiyorum, tüm açık yürekliliğiyle.

En ağır pişmanlığını merak ediyo­rum. Bunu önce kendisine, sonra da bana itiraf edebilmesini. Gerçekten sevdiği tek kadına sahip çıkamamasını. Başkalarının ne düşündüğünü önemse­diği için onu kaybettiğini. Bir daha hiç o kadar mutlu olamayacağını bilmenin nasıl bir eziklik olduğunu.

Askere gideceği zaman dağıtımda Şırnak çıktığında başlayan el titremesi­ni merak ediyorum. O titremenin, sonra günlerce yemek yiyememenin hatırasını.

En büyük yenilgilerini merak edi­yorum. Yıllar boyunca samimi bir he­yecanla deli gibi çalıştıktan, bütün o uykusuz geceler ve zor günlerden sonra işi elinden alınıp hiç hak etmeyen birine verildiğinde hissettiği yere çakılma duy­gusunu. Uğradığı haksızlığa isyan ede­meyişini. Sadece sessizce kabullenişini.

En zor zamanlarını merak ediyorum. Annesi öldüğünde neden ağlayamadığını. Ölümü anlamanın imkânsızlığını nasıl yaşadığını. Bir çaresizlik duygu­suyla nasıl donup kaldığını. O korkunç kimsesizliği.

En saf çocuk hayallerini merak edi­yorum sonra. En tatlı çocukluk anılarını. Bir yaz günü yüzü alev alev yanarken arkadaşlarıyla nasıl koşuşturup durdu­ğunu, yaramazlık yaparken nasıl gülmekten kırıldığını, havadaki parlak ışığı ve kiraz tadını nasıl anlatacağını merak ediyorum.

En neşeli yüzünü merak ediyorum. En güzel gülüşünü. O gülüşün benim kalbimi nasıl acıtacağını. Sakarlıklarını, saçmalıklarını merak ediyorum. Bece­riksiz hallerini. Onlara nasıl beraber güleceğimizi.

En güçlü yanını merak ediyorum. En ağır çöküşlerin ardından nasıl ayağa kalktığını. Nasıl inatla direndiğini. Vic­danını. İyiliğini. İyiliğinden duyduğu mahcubiyeti. Kimsenin bilmediği gü­zelliklerini.

Sonra en sevdiği yemeği merak edi­yorum. En sevdiği şarkıyı. Yaptığı en komik taklidi.

Bütün bunların bende yaratacağı de­rin şefkati merak ediyorum ben. O da beni merak etsin istiyorum. Benim onu merak ettiğim gibi. Ben de ona açayım kapılarımı birer birer. O da bana şefkat duysun. Varlığımız teselli olsun ötekine. Hayat daha katlanılabilir olsun. “O da benim gibi işte” diyebilelim.

Ama gözü kara bir cesaret benimki. Anlıyorum birden. Gözü kör bir kadın cesareti. Delilik. Asla açmayacak kalbi­ni bana. Asla dürüst olmayacak. Samimi olmaya cesaret edemeyecek. Yapama­yacak. Biliyorum. Onun bana bakmayan gözlerinde görüyorum bunu.

Bana ‘kendini’ anlatıyor Bense sokağın seslerini din­liyorum. Birbirine karışan korna sesleri, bir otomobil alarmı, son Serdar Ortaç şar­kısının nakaratları, bitmek bilmeyen insan konuşmala­rından oluşan bir uğultu… İnsanlar konuşuyor, konuşu­yor… Kaç kişi anlatmak is­tediğini anlatıyor ve kaç kişi duymak istediğini duyuyor? Merak ediyorum. Kolundaki tüylere bakıyorum, dinliyor­muş gibi başımı sallarken. Son olarak terinin tadını me­rak ediyorum, sarılışını. Se­vişirken neler söyleyeceğini.İçim burkuluyor. O tutup lafı kadınların ilgisine getiriyor, ‘özgürlü­ğüne’ vurgu yaparak. “Büyük işlerinin hayatının çoğunu doldurduğu” bir alt yazı olarak geçiyor. Sana zamanım yok demek bu. Öyleyse ne bu uğraş diyorum içimden, yüzümde bir gülümseme dal­galanıyor. Projelerini anlatıyor, hayatını dolduran ciddi şeyleri, ödüllerini, un­vanlarını, sırtını sıvazlayanları, apolet­lerini, pullarını… Cazibesini gözüme gözüme sokuyor. Yüzüyse sır vermiyor. Yolu bulamıyorum. Her cümlesinde onu dinlemek daha da zorlaşıyor. O deli ce­saretim yavaş yavaş kırılıyor. Umudum küçülüp, büzülüp, ufacık oluyor. Gözüm pencereden sızan güneş ışığında oyna­şan toz zerreciklerine takılıyor. Serdar Ortaç’ın oynak aşk şarkısını dinliyorum bir süre. Canım gitmek istiyor artık. Bir simit alsam diyorum, bir de çay olsa.

 

 

 

 

 

 

Yorumlara kapalıdır.