“Türkiye’nin şu anda nüfus artış hızına baktığımız zaman bir rivayete göre 1.5, bir rivayete göre 1.8. Bu demektir ki bu milletin nüfusu yaşlanıyor. Biz ise şu anda genç nüfusla övünüyoruz. Onun için bunun 2.5’un üzerinde olması lazım. En azından 2.5 olmalı ki mevcut durum korunsun. Dünyada geçmişte ‘doğum kontrolü’ diyenler, ‘nüfus planlaması’ diyenler, şu anda ‘yandık’ diyorlar ve üste para veriyorlar. Ama nüfus artmıyor. Artık kötü alışkanlıklar başladı. Biz de şimdiden diyoruz ki bir yanlışlık başladı. Eğer böyle giderse 2038’de durumumuz kötü. Bu durumu düzeltmemiz lazım. Bir Başbakan olarak bunu söylüyorum. Belki ödül de koyarız bu işe belli olmaz. Çünkü bu işi başarmamız lazım”
Başbakan çocuk doğum oranını arttırmak için ödül koymaktan bahsederken, belli ki kürtajı yasaklamanın ya da zorlaştırmanın daha ucuza geleceğini hesap etmiş. Başbakanın sürekli altını çizdiği şu “ekonomik performans” meselesi nedir? Kimin yararınadır? Kadınların bu işten çıkarı nedir? Biraz uzunca da olsa yaptığımız bir alıntı ile “ekonomik performans” meselesini sorgulayalım istedik:
“… Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda, kadınların doğurganlık becerileri nedeniyle bedenleri üzerinde kurulan denetim ile ulusal ölçekte sermaye birikiminin ivmelendirilmesi arasında güçlü bir ilişki olduğu görülür. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ülkenin nüfus kaybına neden olmuş, böylece Cumhuriyet’in ilk yıllarında sanayi, tarım ve savunma alanlarında insan gücüne ihtiyaç doğmuştur. Bu nedenle 1935 yılında, nüfusu arttırma politikası desteklenmiştir. 1930’lu yıllarda doğum kontrolü araçlarının ithali ve satışı yasaklanmış, altı ya da daha çok çocuk sahibi olan kadınlara ödül verilmiştir. Yine bu dönemde Türk Ceza Kanunu, çocuk aldırmayı suç olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet’in kuruluşundan 1965 yılına dek, doğumları teşvik edici pronatalist politika teşvik edilmiştir. Pronatalist politika, ulusal sağlığı geliştirici, ölüm oranlarını azaltıcı, bulaşıcı hastalıklara karşı savaş açan ve nüfus arttırmayı hedefleyen bir politikadır (Kolankaya, 2001).
1960’tan sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşu ile, planlamacılar arasında yüksek doğum oranlarına karşı bir nüfus politikası benimsenmiştir. Bu politika I. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ilk kez ifade edilmiştir. 1965 yılında meclise ayrı bir nüfus planlama yasa tasarısı sunulmuş ve doğum kontrol araçlarının ithali serbest bırakılmıştır. Dolayısıyla 1965 sonrasında doğumları sınırlayıcı anti-natalist politikanın uygulandığı söylenebilir.
…
1990 sonrasında yeniden pronatalist bir söylemin ön plana çıktığı görülür. 1990 sonrası yöneticilerin ifadelerinde nüfus artışı için olumlu yönlendirmeler göze çarpmaktadır. 1998 yılında “Doğum kontrolü Türkiye’yi haritadan silmek isteyen düşmanlarımızın bir oyunudur…. Bunlara kanmayın, bol bol çocuk yapın” diyen Tayyip Erdoğan’ın, iktidara geldigi 2001 yılından beri kadınlara yönelik söylemlerinin başında ısrarla “en az üç çocuk” talebinin gelmesi de, bu anlamda dikkat çekicidir. Bu talebin yalnız başbakan ile sınırlı olmadığını, yerel yönetimlerce de desteklendiğini görüyoruz. Konya’nın Seydişehir ilçesi, Gevrekli Belediyesi, “Çocuk Sayısını Arttır, Suyu Ucuz Kullan!” kampanyası ile, vatandaşların üç çocuktan sonra yapacakları her çocuk için, suyu yüzde 10 daha ucuz kullanmalarını sağlayacak bir uygulama geliştirmiştir (Bugün Gazetesi, 2010:1).
Türkiye’de her yıl yaklaşık 1.400 kadın gebelik, doğum ve lohusalık ile ilgili nedenlerle ölmektedir. Sağlık Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun 1994 yılında yayınlanan araştırmasına göre bu nedenlerin yüzde 41’ini gebelik ve lohusalık toksemileri, yüzde 19,9’unu kanamalar, yüzde 5,5’ini enfeksiyonlar ve yüzde 25’ini diğer komplikasyonlar oluşturmaktadır. Ölümlerin yüzde 8,6’sı ise bilinmeyen nedenlere dayanır (UNFPA’dan aktaran Kolankaya, 2001 ). Öte yandan, Tayyip Erdoğan’ın çocuk ısrarına yönelik son açıklaması “Eğer böyle giderse 2038’de durumumuz kötü. Bu durumu düzeltmemiz lazım. Belki ödül de koyarız bu işe, belli olmaz. Çünkü bu işi başarmamız lazım” oldu (Bugün Gazetesi, 2010:2). 2038’de durumumuz ne açıdan kötü, kimin için kötü olacak? Bu soruların yanıtını aramak, kadınlara yönelik bir dayatma haline gelen bu talebi anlamamıza yardımcı olduğu ölçüde, feministler olarak bu dayatmaya karşı geliştireceğimiz politikaya da ışık tutacaktır.
Pronatalist politikaların uygulandığı Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçerli olan ‘bir ulus yaratma’ gayreti, günümüzde ‘Türkiye’de Türk ulusunu farklı uluslar karşısında baskın kılma’ biçiminde devam etmektedir. Aşağıdaki tabloda 1993- 2008 yılları arasında, doğurganlık hızının bölgelere göre dağılımı verilmektedir. Tablodan da görülebileceği gibi Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı doğuda, doğurganlık oranı, diğer bölgelere oranla çok daha yüksektir.
Tablo 1: 1993- 2008 yılları arasında doğurganlık hızının bölgelere göre dağılımı
Kaynak: 1993- 2008 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları, Hacettepe Üniversitesi (aktaran OVPUKİ, 2009: 203).
Kendisini ‘Türk’ olarak adlandıran nüfusun artması, milliyetçi gerekçelerle istenmektedir ve tarihte pek çok örneğini gördüğümüz gibi kadınlar, dünyanın her yerinde ister sağ, ister sol adına olsun bu politikaların hedefindedir.
‘En az üç çocuk’ ısrarının ardında yatan nedenlerden bir diğeri de emekgücü noksanlığıdır… Dokuzuncu Kalkınma planına yön veren sanayileşme ve işgücü özel ihtisas komisyonu raporları, Türkiye için önümüzdeki 20 yıl boyunca açık kalacak bir demografik fırsat penceresinden bahseder (İPÖİK, SPÖİK, DKP, TEPAV, 2007). Kadınların doğurganlık becerisi üzerindeki denetimi anlayabilmek için, çalışmanın devamında demografik fırsat olarak adlandırılan bu olguyu biraz detaylandırmaya çalışacağız.
Demografik Fırsat
Kadınların gerek formel, gerekse enformel işlerde istihdam edilmesi, patriyarka ile kapitalizm arasında her daim çatışmalara neden olan bir zemindir. Ev içi cinsiyete dayalı iş bölümü değişmeksizin istihdama çekilen kadınlar, aynı zamanda çocuk bakım yükünü de omuzlamak zorunda kaldıklarından daha az sayıda çocuk doğurma eğilimindedir. Bu ve diğer nedenlerden ötürü günümüzde erken kapitalistleşen ülkeler, gelecekte sosyal alanda bir hayli etkili olacak olan demografik bir dönüşüm geçirmektedir. Bu dönüşümün en önemli dinamikleri doğum oranlarının düşmesi, yaşam sürelerinin uzaması ve çalışamayacak yaşlı nüfusun artmasıdır. Bir ülkenin demografik yapısı işgücü piyasasını şekillendiren en önemli unsurlardan birisidir. Kapitalist üretim tarzı emekgücü olmadan hayatta kalamaz. Ortaya çıkan nüfus yaşlanmasına bağlı olarak, işgücü arzının daralacak ve tasarruf oranlarının düşecek olması sermaye birikimi açısından önemli bir risktir. İstihdam edilebilir işgücü potansiyelinin (yaşları 15 ile 64 arası değişen kesim), toplam nüfusa oranının yükselmeye devam etmesi, hem istihdam edilme durumda, hem de işsizlik durumunda yedek işgücü ordusunu büyütmek suretiyle sermaye birikimi için önemlidir.
Türkiye de demografik bakımdan bir dönüşüm geçirmektedir. Projeksiyonlar, Türkiye’de demografik geçiş döneminin ikinci aşamasının yaşandığını göstermektedir. 2000-2025 yıllarını kapsayan bu aşamada nüfus artış hızı yavaşlama eğilimindedir. Bu süreçte, çalışabilir yaştaki nüfus artacak ve toplam nüfus içinde en geniş orana ulaşacaktır. Türkiye 2025 yılından itibaren demografik sürecin üçüncü ve son aşamasına girecektir. Bu süreçte nüfus artış hızı sıfırlanacak ve sonra gerileme başlayacaktır. Türkiye’de halen genç nüfusun toplam nüfus içindeki payı erken kapitalistleşen ülkelere göre oldukça yüksek seviyelerdedir. Ancak 2025 yılında nüfus artış hızı % 0.86’ya gerileyerek nüfusun yaşlanma süreci başlayacaktır. 2050 yılında nüfus sabitlenecektir ve nüfusun azalma dönemi başlayacaktır. Türkiye sermaye birikimi, bu dönemde yaşlılık krizini yaşayacaktır.
…
Erken kapitalistleren ülkelerde yaşanan yaşlılık krizi, Türkiye için henüz geçerlilik göstermemektedir. Türkiye nüfus artış hızı yüksek bir ülkedir. Bu durum her yıl büyüyen oranda nüfusun işgücü piyasasına girmesi anlamına gelmektedir (İPÖİK, 2007:22). Ancak 20 yıl süreceği hesaplanan bu sürenin, 25-30 yıla çıkması sermaye birikimi için önemli bir fırsat olacaktır.
Bu ‘avantajın’ ikinci boyutu da, demografik dönüşümün Avrupa’nın yaşlandığı bir dönemde Türkiye için büyük bir fırsat oluşturması imkânıdır. Avrupa’da gerçekleştirilmesi daha pahalı olacak birçok üretim aktivitesi, bu dönemde Türkiye’ye kaydırılabilir. Ancak sanayi politikaları raporuna göre, bu fırsatın hayata geçirilmesi, artan işgücünün niteliklerinin yükseltilmesine ve imalat sanayinin taleplerine uygun hale getirilmesine bağlı olacaktır (SPÖİK, 2007: 135).
…
Milliyetçi ve sermaye birikiminin sürekliliğine dair gerekçelere dayanan ‘en az 3 çocuk’ baskısının meşru olmasının ve karşılık bulabilmesinin ön koşulu, yüzyıllardır kadınların bedeni ve cinselliği üzerinde varolan patriyarkal tahakkümdür. Bu tahakküm biçimi, kapitalist üretim tarzından çok daha öncesine dayanır. Kadının doğurganlık becerisi doğrudan soyun devamlılığı ile ilgili olduğu için, toplumun yeniden üretimini sağlayan en başat faaliyetlerden biridir. Bu nedenle denilebilir ki, yerleşik tarım toplumuna geçildiğinden beri, kadının doğurganlığı her daim baskı altında tutulmuş ve denetlenmiştir.
Toplumsal yeniden üretim, bir bütün olarak soyun yeniden üretimini olduğu kadar üretim tarzının da yeniden üretimini içerir. Böylece kadının bedeni ve cinselliği üzerindeki patriyarkal tahakküm, mevcut üretim tarzı ile iç içe geçerek yeniden şekillenir. Tek bir erkeğin soyunun devamını sağlama işi, mevcut/ hakim üretim tarzının da sürekliliğini sağlayacak biçimde yeniden biçimlendirilir. Artık söz konusu olan mülk sahibi olsun, olmasın tek başına evdeki erkeğin soyunun devamını değil, aynı zamanda burjuva ve işçi sınıflarının da sürekliliğini sağlamaktır. Kadının doğurganlığı aynı zamanda dönemin koşullarına uygun olan ideoloji çerçevesinde ezen ya da ezilen ulusun, bir dine mensup olan ya da bir politik görüşü savunan kimselerin sayıca çoğalması için de ön koşul kabul edilir.”
Ece Kocabıçak, (2010), “Patriyarkanın toprağında kapitalizm kök salarken: Türkiye’de son dönem sermaye birikimi stratejisi ve kadınlar” İçinde SARICA, S. (ed.) Tülay Arın’a Armağan İktisat Yazıları. İstanbul: Belge Yayınları.