İktidar partisinin liberal ilerici ya da dinci gerici olduğu ikilemi üzerinden politika yapmak bize yeni olanaklar sağlıyor mu? Yoksa bu ikilem, patriyarkanın öznesi erkekler ile devlet arasındaki tarihsel bağı görünmez mi kılıyor? Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle feminist politika açısından neyin ilerici, neyin gerici olduğunu tarif etmeye çalışacağım. Ardından, feminist zemin üzerinde yaptığım bu ayrıma sadık kalarak, liberal iktidarların her koşulda kadınlar için ilerici olup olmadığını tartışacağım. Böylesi bir tartışmanın liberal ilerici- dinci gerici ikileminin feminist politikaya getirdiği kısıtları göstermesini umuyorum. Son olarak, farklı bir kavramsal çerçevenin izinden giderek, erkekler ile patriyarkanın kurumları olan devlet, heteroseksüel aile, kültürel ve dini pratikler, şiddet ve cinsellik arasındaki ilişkiye ve kadınların bu kurumlarla mücadelesine değineceğim.[1]
Posts Tagged ‘feminizm’
Özne olmak, Güçlenmek, Özgürleşmek: İlişkiler Üzerine Feminist Notlar*
Feminist Politika’nın 20. sayısının dosya konusu “Aşklarımız, eşlerimiz: farklı ilişki biçimleri” idi. Kadınlar olarak aileye, evliliğe, anneliğe mahkûm edildiğimiz bir hayata karşı çıkışımızın bir ayağı da tekeşli, heteroseksüel birliktelikleri tartışmaya açmak, duygusal ve cinsel ilişkilerimizi feminist bir bakış açısından ele almak. Dosyamız da, bu doğrultuda, tek eşliliğin, çok eşliliğin, alternatif ilişki biçimlerinin sorgulandığı ve derinleştirildiği, erkekler ve kadınlarla aşk ilişkilerindeki farklılıkların, benzerliklerin feminist bir bilinçle değerlendirildiği, aldatma, kıskançlık, sadakat, dayanışma ve özgürlük gibi kavramların sorgulandığı yazılar içeriyordu.
Biz bu yazıda, “Aşklarımız, eşlerimiz” dosyasından aldığımız ilhamla, feminist ilişki kurma biçimi, kadın dayanışması ve patriyarkayla, heteroseksizmle mücadele gibi sıklıkla dile getirdiğimiz kimi ilkeleri tartışmaya açmak istiyoruz. Feministler olarak ilişkilerimizi özgürce yaşamamızın yolu bu ilkeleri benimsemekten geçiyor. Ancak, bu ilkelerin oluşturduğu etik-politik çerçeve, bize tekil durumlarda nasıl bir tavır alacağımıza dair bir reçete sunmuyor. İlişkilerimiz söz konusu olduğunda feminizm, kadın dayanışması ve partiyarkaya karşı mücadele somut olarak neye tekabül ediyor? Bu ilkeleri feminist bir ezber üretmekten kaçınarak nasıl düşünebiliriz ve ilişkilerimizi bunların ışığında nasıl şekillendirebiliriz? Yazımızda bu sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Aile Dışında Hayat Var mı? Bir Kampanyanın Ardından…
Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından 9-10 Kasım tarihlerinde düzenlenen “Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün mü?” başlıklı konferansta Sevgi Adak tarafından Sosyalist Feminist Kolektif’in “Aile Dışında Hayat Var” kampanyasına dair sunumunu aşağıda paylaşıyoruz:
“Sosyalist Feminist Kolektif olarak 2013 yılının ilk aylarında yürüttüğümüz ‘Aile dışında hayat var’ kampanyası deneyimimizi paylaşmak ve bu deneyim üzerinden neler söyleyebiliriz, birlikte hangi soruları sorabiliriz, aile meselesini öncelikle feministlerin politik gündemi olarak nasıl devam ettirebiliriz noktaları üzerinden bir tartışma açmak istiyorum.
Neden böyle bir kampanya? Sanırım öncelikle bu soruyla başlamak lazım. Aile ideolojisi ve özellikle AKP’nin aileyi güçlendirmeye dayalı muhafazakâr politikalarına karşı bir kampanya örgütleme fikri 2012 yılında oluştu ve 2012 Ağustos ayında gerçekleştirdiğimiz SFK’nın 5. kampında bu konuda bir atölye çalışması yaptık. Kampanyanın ismi ve genel hatları ile içeriği de bu kamp sırasında tartışıldı ve ortaya çıktı.
Yeniden Mor İğne!
feminist gazete-Mart 2008
Filiz karakuş
Taksim’deki cinsel saldırıdan sonra, bundan 19 yıl önce “Bedenimiz bizimdir cinsel tacize hayır” kampanyasında olduğu gibi yeniden mor iğnelerimizle sokaklara çıktık.
O zamanlar, cinsel taciz terimini çoğumuz ilk kez duymuş, cinsel taciz tanımını yapmak için ise başımızdan geçenleri, yanı başımızda yaşananları tek tek ortaya dökmüştük. Açığa çıkarmak, paylaşmak, haykırmak ve teşhir etmek gerektiğini ilk kez hep birlikte konuşuyorduk. “Biz kadınlar”ın ötesinde her birimiz özne idik. Kendimizi, kadınlık durumumuzu yeni keşfediyorduk. Öfkemizi büyütüyorduk.
“Giysim sarkıntılığa davetiye değildir!”, “Geceler ve sokaklar kadınların da hakkı!”,”Sarkıntılık gözle, elle, sözle tecavüzdür”, “Birimize yapılan sarkıntılık hepimize yapılmıştır”, ”Sarkıntılığı örtbas etme, teşhir et!”, “Utanma haykır, susma iğneyi batır!” sloganları deneyimlerimiz üzerinde yükselen kolektif aklın ürünü olarak ortaya çıktı.
Soyut erkeklerden değil, tek tek erkeklerden söz ediyorduk. Cahil, sapık, kültürsüz değil; kendilerini kadın bedeni üzerinde hak sahibi olarak gören, otobüste yanımızda oturan, işyerinde birlikte çalıştığımız, seviştiğimiz, alışveriş yaptığımız, birlikte politika yaptığımız erkeklerden.
Kampanyanın kısa vadeli hedefi; Kadınları cinsel tacizin utancını taşımamaya, sarkıntılık yapan erkekleri teşhir etmeye çağırmaktı. Kadınları sokağa çıkmaya, erkeklerin egemenliğini sarsmaya ve bedenimize sahip çıkmaya çağırıyor, sokakta evde ve işyerinde erkeklerin tacizine vurgu yapıyorduk. Kampanyaya katılan, iğne alıp yakasına takan, gözünü bize çeviren kadınlar evli, bekar; yaşlı genç; zengin, fakir; Türk, Kürt, Rum çeşitli yaşlardan, sınıflardan, her kesimden kadınlardı.
2008 yılında, en azından kaba saba anlamıyla cinsel taciz terimi herkes tarafından biliniyor. TCK 105.md cinsel tacizi suç olarak tanımlıyor ve bu suçu işleyen erkekler için ciddi bir ceza uygulanmasını emrediyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen cinsel taciz hala güçlenerek sürüyor. Şikayete bağlı yargılama konusu olan cinsel taciz suçu, kadınların şikayetten çekinmesi ve şikayet edilse bile yasanın uygulanmayışı dolayısıyla istisnalar dışında yaptırımsız sonuçlanıyor.
“Yeniden Mor iğne!” pozitif yasalara ve kadınların toplumsal ezilmişliğine ilişkin sözlerin görünürlüğüne rağmen, kadınlara karşı erkek şiddetinin, erkek tacizinin suç sayılmamasına ve toplumsal olarak meşru görülmesine karşı feminist direnişin parçası. Son yıllarda Türkiye’de her kesimce dillendirilen, yüzlerce projeye konu olan kadına yönelik şiddete/tacize karşı mücadele bu şiddetin kaynakları ve dayandığı patriarkal sisteme pek değmeden yürümekte.
Yine bu bağlamda patriarkal şiddetin/tacizin esas yuvası ailenin kutsallığına dokunulmayıp, şiddet uygulayıcı erkek öznesi silikleştirilmekte. Şiddetin nedenleri üzerine onlarca madde sayılıp patriarkal sorgulama geriye itilmekte. Şiddet ve tacizin bir eğitimsizlik sorunu olduğu fikri giderek benimsenmekte/benimsetilmekte.
“Yeniden Mor İğne!”eylemlerinde; Taksim’deki cinsel saldırının; başta Türkiye’deki en büyük aile içi şiddete karşı kampanyanın mimari ve yürütücüsü olan Hürriyet gazetesi olmak üzere birçok kesim tarafından bir avuç magandanın, sarhoş serserinin işi olarak gösterilmesine karşı çıkıyoruz. Bu olayın Türkiye’nin bir utancı gibi sunulmasına karşı da sesimizi yükseltiyoruz. Bu yaşananlar erkeklerin utancıdır. Her Cuma Taksim’de iğne satarken; gece sokağa çıkmanın, üstümüzdeki giysinin, yüksek sesle gülmemizin ve aslında kadın olmanın; erkek tacizi için yeter şart olduğunu Taksim’deki saldırının tesadüf olmadığını söylemeye çalışıyoruz.
Feminist mücadele ve direnişimizi erkeklere, erkek egemen düzene karşı; bu düzeni pekiştiren sınıfsal/ulusal/etnik güç ilişkilerini de hesaba katarak sokakta veriyoruz. Eğer özel alanla kamusal alanın bağlantısını da kurarak patriarkaya karşı bütünlüklü bir mücadeleyi güçlendirebilirsek; Türkiye’deki kadın mücadelesinin kazanımları olan Türk Ceza Kanunu maddeleri bugünlerde olduğu gibi çoğunlukla kağıt üzerinde kalmaz. Kadına yönelik suçların meşruiyeti giderek azalır. Çeşitli kesimlerce yürütülen kadın-erkek eşitliğine ilişkin projeler daha anlamlı hale gelebilir. .
Kadınların türlü çeşitli davranışlarının cinsel taciz, cinsel saldırı, azar, şiddet, sindirme ve öldürülmeye maruz kalmak için tahrik sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yargı, bu erkekleri tahrik etme halini adeta kutsuyor. Dini muhafazakar AKP hükümetinden de güç alan yargı sistemi, aile ve toplum içindeki erkek egemenliğini koruyor.
Kadınların kurtuluşu için erkeklerden, sermayeden ve devletten bağımsız feminist örgütlenmemizi güçlendirelim. Bedenlerimizin ve emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkmanın erkeklerdeki karşılığının tahrik olmasına karşı feminist sözümüzü ve mücadelemizi büyütelim. Bu mücadelenin bir parçası olarak yasal kazanımlarımıza sahip çıkalım. Takipçisi olalım.
Yeniden mor iğneyle, yeniden sokaklarda!!!!
‘Bağır! Herkes Duysun’ kitabı çıktı -1988
Kadınlar, Dayağa Karşı Dayanışmaya!/Stella Ovadia/Ekim1987
Stella Ovadia
Feminist Dergisi (3.sayı-Ekim 1987)
Başlattığımız kampanyanın başlığı kendi başına bir program. Kadınları, dayağa karşı dayanışmaya çağıran … Tabii ki kadınların hemcinsleriyle dayanışması, toplumun her alanında (hapishane, okul, ordu) yaygın olan dayak belasıyla karşılaştıkları “özel” alanda yalnız ve çaresiz bırakılmamaları için dayanışma ağları ve giderek sığnaklar kurulması son derece anlamlı ve gerekli. Ama dayağın ve dayağa karşı kadın dayanışmasının feminist açıdan anlamı nedir, değinmek istiyorum.
Çünkü fiziksel şiddet biçimi olarak dayak acı veren bir uygulama olduğundan her türlü hayırseverin doğal olarak karşısına aldığı bir yöntem. Ben de demokrat ve hayırsever bir insan olarak tutukluların, askerlerin, okul çocuklarının dövülerek hizaya getirilmesine karşıyım. Ve bu kadar geniş bir dayağa karşı kampanya açılsa eminim katılmayacak az insan bulunur. “İnsanperverlik” yeter çünkü dayağa karşı çıkmaya. Ama “insan” türünden soyutlamalarla uğrasmadığımı anlatmıştım geçen sayıda. Kaldı ki bu kadar geniş anlamda alınan dayağa da sadece insanların -ve hayvanların neden olmasın?- canını yaktığı için değil egemenlik ilişkilerini sürdürme aracı oldugu için karşıyım. Hapıshaneye, orduya, bugünkü biçimiyle okula karşı oldugum gibi.
Dayak, cinsiyetlere bölünmüş toplumun, ezilen cins olan kadına karşı uyguladığı gündelik şiddetin parçası, en yaygın olanı ve cinayetten sonra en kabası. Babası ya da kocası tarafından öldürülme ki bir yabancı tarafından öldürülmeden çok daha yaygın- o bir kerede biten bir işkence, dayak ise günlük bir uygulama, üstelik bugünkü yasalarımıza göre ancak büyük maddi zarar verdiği zaman -11 günlük doktor raporu- kamu davası konusu.
Dayak genel olarak bir eğitme -şartlandırma-, sindirme ve ceza yöntemi. Ev içinde ve okulda çocuklar, sirklerde hayvanlar, canları acıtılarak şartlandırılırlar. Büyüklerin, öğretmenlerın dayak atma hakkı vardır ama çocuklar el kaldıramaz, saygıda kusur olur!
Aynı şey orduda aynı fiziksel güçte ama hiyerarşik ilişkide yeri farklı iki erkek arasında da sözkonusu. Er dövülür ama erin subaya cevap vermesi bile ceza konusudur. Karakolda ve hapishanede dayak hem sindirme, eğitrne, hem cezalandırma, hem de işkence aracıdır. Şiddetin bu kurumlardaki yeri bu kurumların toplumdaki işlevlerinin icabıdır. Toplumlararası şiddet de savaş biçimini alır. Bu insan türünün sınıflı ve milliyetli topluluklardan ileri bir örgütlenmeye geçememiş olmasının belirtisi ve sonucudur. Bizim kadınlara yönelen dayakla uğraşmamızın nedeni, genelde sınıflı ya da milliyetli topluma karşı olmamız ya da uygulama olarak dayağı fazla can acıtıcı bulmamızla sınırlı değil. Bunu vurgulamakta yarar var.
Dayak, toplumun cinslere bölünmüş yapısının bir belirtisi. Ve bir belirti gibi ele alınmalı. Dayak toplumun başka kurumları için ne anlatıyorsa aile için de onu anlatıyor: Aile hiyerarşik bir yapılanmadır. Kadınlar üstünde hak ve söz sahibi olan babalar ve kocalar (kayınpeder. Kayınvalde, ağabey, nişanlı, sevgili gibi aynı konumdaki kimseler dahil) kadınları dayakla eğitiyor, dayakla cezalandırıyor. Aile egemenlik ilişkisi içeren bir kurum ve bu kurumda ezilen yerde olanlar kadınlar ve çocuklar. Şu anlamlı ayrıntıyı da unutmayalım; kadınlar yetişkin yaşta çocukken yediklerinden daha çok dayak yiyebiliyor!
Her erkeğin karısını dövmediğini kadınların kırsal ya da gecekondu bölgelerinde daha çok dövüldüğünü de aynı şekilde okumak mümkün: Her erkek karısını dövmüyorsa karısından istediğini başka yollarla alabildiği içindir. Nasıl ki eskiden karaderilileri çalıştırmak için dövmek gerekirken bugün mülksüz bırakmak yetiyorsa! Aynı şekilde, erkeklerin kadınları dövmekten vazgeçmeleri için onları eğitmek yettiğini ileri sürmek ezilenlerin (karaderili olsun, mülksüz olsun) mücadele etmeden hak elde edebileceklerini düşlemeye benzer.
Dayak kadınlar üstündeki egemenliği sürdürme yollarından sadece biri. Kadınlara karşı gündelik şiddet dayak ve toplumumuzdaki atasözleri gibi dolaysız biçimlerden, aşağılama, hiciv (Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin Kadın Şenligi haberini verme biçimini hatırlayın!) laf atma, ahlaksal değer yargıları (kadınlara yakışmayan davranışlar: gece sokağa çıkma, açık saçık giyinme, konuşma vb .. ) gibi dolaylı biçimlere ya da doğrudan ekonomik yollara (ev işine ve analığa yazgı, erkeklerle aynı mesleki eğitim ve ücreti alarnama vb .. ) uzanan bir yelpaze oluşturuyor. Bu biçimler toplumdan topluma tarih içinde ve ekonomik yaptırımların yaygınlığına göre bölgeden bölgeye, katmandan katmana çeşitlenebiliyor. Ancak ne Türkiye’nin, ne de dünyanın hiçbir yerinde cinsiyetsiz toplum kurulmadığından yaygınlığını ve güncelligini koruyor.
Kadınlara karşı şiddetin işlevi nedir? Kadınlara karşı tehdit ve şiddet kadınları belirli davranışlara zorlamayı ve bazı alanlardan dışlamayı ya da etkinlik alanlarını sınırlandırmayı amaçlıyor. Ve kadınların kamusal alandaki etkinliklerini sınırlama, kadınları ev içine ve ev işine sürerken, kadınların ev işini boğaz tokluğuna yapmaları da kadınların mesleksiz olmalarını ve düşük ücretli işlere razı olmak zorunda kalmalarını beraberinde getiriyor. Kadınların “özel” alana sıkıştırılmaları erkeklerin kamusal alanı (sokak, ücretli üretim. sendika. siyaset vb.) ellerinde tutmalarını kolaylastırıyor. Erkekler bu alanları kendi çıkarları doğrultusunda belirlemek gücüne sahipler. Bu gücü yukarıda saydığım çeşitli baskı ve şiddet yollarıyla ellerinde tutuyorlar. Cinsiyetçi toplumda kadınların erkek alanlarından dışlanmasının meşruluğu kendi başına ceza tehditini içeriyor: Sınırları zorlayan kadınlara laf atılır, parmak atılır, dayak atılır! Söz konusu sınırların darlığından sözetmek bile gereksiz: kampanyaya gelen mektuplar örnek dolu. “Kadınlık” alanlarını kabul etmemekten (ev işlerini ya da çocuk bakımını aksatmak) “erkek” alanlarına adım atmaya (sigara içmek, sokağa çıkmak, ücretli işe girmek isternek. “erkek” gibi tartışmaya çalışmak, soru sormak, başka erkeğe bakmak ya da baktırmak vb .. ) her varolma cüreti ceza nedeni olabiliyor. Kısacası, kadınlara karşı gündelik şiddet, kadınları kadın yerinde tutmaya, yani cinsiyet egemenligini sürdürmeye yarıyor. Bu yüzden de hangi erkeklerin hangi durumlarda hangi kadınları dövdüklerini araştırmak, ancak, cinsiyetçi yapının örgütlenme çeşitlemelerini anlamaya yarar.
Bu bağlamda hangi erkeğin dayak atmadığı ya da hangi kadının kendini dövdürmediğiyle uğraşırken, aynı erkek ve kadının cinsiyetçi toplumun dışında kalabilme olasılıklarına da bakmak gerekir. Böyle bir olasılık olmadığından, olsa olsa belirli bir erkeğin dayak atmadan cinsiyetçi toplumun yararlarından nasıl istifade ettiğine bakmamız gerekir. Örnek olarak karısını sevgiye, çiçeğe ve hediyeye boğan bir erkeğin katıldığı topluluklarda (otobüs, sokak, kahve, meyhane, fabrika ya da sendika, parti ya da işletme yönetim kurulları) kaç kadın olduğunu ve kadınlara nasıl davranıldığını verebiliriz. Kendisini dövdürmeyen kadının verdiği sayısız taviz ile “erkek dünyasında yer kapmış” erkek-kadınların kendileriyle ilgili geliştirdikleri yanlış bilinci de cinsiyetçi toplumun kar hanesine yazmak gerekir. Aile içinde dövülen kadınların yaşadıkları karabasana rağmen neden evliliklerini sürdürdüklerinin sırrı ise evlilik kurumunun doğru tahlilinde gizli. Erkek egemen toplumun kurucu birimi olan aile ile ailenin yasal düzenlemesi olan evlilik kurumunun kendi başlarına, kadınların alanı olan “özel”i oluşturdukları, kadınlara bunun dışında hayat hakkı tanınmadığı hatırlanırsa, bunca evliliğin dayağa rağmen nasıl sürdüğü anlaşılır gibime geliyor. Zaten, bana kalırsa, bedeli sadece ev işi olan evliliklerin de nasıl ve neden sürdüğü araştırılmalı ve unutulmamalı ki dayak birimizin başındaysa, şiddet hepimizin başında! Kadınların aile ve evlilik dışında?! da güvenlik içinde varolabilmeleri için de ekonomik ve siyasal bağımsızlığımız için mücadeleyi gerekli buluyorum.
Bu yüzden de “Kadınlar, dayağa karşı dayanışmaya!” cağrısı, cinsiyetsiz toplum için mücadele çağrısının ilk adımı sadece. Mücadelenin kadınlar tarafından yürütüleceğini, hedefin kadınlar üstündeki tüm baskı ve yaptırımları kaldırmak oldugunu hatırlatan bir çağrı.
Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışmaya/feminist dergisi-1987 Kasım
Kadınların dayağa karşı dayanışma kampanyası, boşanma davası açan bir kadının aleyhine verdiği gerekçeli kararda “kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik olmamalı” diyen hakim Mustafa Durmuş’a açtığımız hakaret davası ile başladı, dayağın meşrulaştırılmasına karşı yürüyüşle devam etti, kadın şenliğiyle sürüyor.
Feminizm Radikal ve Devrimci Bir Harekettir
Geçtiğimiz haftasonu Londra’da Feminizm (Feminism in London) başlığı altında yaklaşık yediyüz elli kadının katıldığı bir etkinlik vardı. Akşamında yaklaşık binbeşyüz kadının katıldığı bir yürüyüş ile kadına yönelik erkek şiddeti protesto edildi.
Kapanış konuşmasını yapan Finn MacKay sadece kadınlara açık olan ve feminist politikanın tartışıldığı alanların önemine değindi. Hareketin her geçen gün daha fazla ilgi gördüğünden bahsetti. Feminist hareketin artık gündemlere ilişkin yorum yapmaktan çok kendi gündemini dayattığının altını çizdi. Buna karşılık, feministleri, feminist hareketin gücünü, ve kadınların bağımsızlığını saldırgan bulanlar olduğunu belirtti. Bu kişilerin, sosyal medya ve diğer medya kanalları üzerinden kadınları susturmak isteyenler olduğuna değindi ve ‘Bu kişiler bizim görüşlerimizle hem fikir olmayanlar değil, bizim kendi görüşlerimiz olmasından rahatsızlık duyan kişilerdir’ dedi.
Kadınların gittikçe güçlenmesinden rahatsız olan erkeklerin bu durumu kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak görmesi sonucu kadına yönelik erkek şiddetinin arrtığını da sözlerine ilave etti. ‘Kadınlar da insandır ve sonsuza dek esir edemezsiniz’ diyen Finn, hiç böyle bir niyetleri olmadığını söyleyen erkeklerin de erkek egemenliğinden fayda sağladıklarını, cinsiyetçilikleri, soğuk şakaları, resmi tehditleri ile kadınları tehdit ettiklerini söyledi. ‘Biz kimin bilmeden, kimin bilerek; kimin isteyerek, kimin istemeden cinsiyetçi olduğunu bilemeyiz. Biz cinsiyetçiliğe karşı mücadelemize devam edeceğiz’ dedi.
‘Feminizm radikal ve devrimci bir harekettir’ diyen Finn, kadınların kurtuluşu mücadelesinin küresel politik bir hareket olduğunu ve tüm kadınların kurtuluşunu ve herkes için eşitliği hedeflediğini anlattı. Erkek egemenliğini sorgulamanın ve tehdit etmenin kendisinin devrimci olduğunu söyledi ve sözlerine söyle devam etti: ‘Farkı bir dünya tahayyül etmeyen bir sosyal hareketin ne anlamı olabilir ki? Hayal ettiği dünyayı gerçek kılmak için tüm gücünü kullanmayan bir sosyal hareketin anlamı nedir ki?’ Ayrıca ‘Eşit olmayan erkekler ile eşit olma mücadelesi veren, onların ayrımcılık, eşitsizlik ve baskıya dayalı dünyasında eşit olmaya çalışan hiçbir feminist tanımıyorum ben’ diyerek Fraser’in son makalesine de isim vermeden yanıt verdi.
Finn’in son sözleri şöyle oldu:
‘Feminizm erkek egemenliğinden fayda sağlayan herkes için büyük bir tehdittir. Bunların dışında kalan bizim gibilerin kaybedecek hiçbirşeyimiz yok ama kazanacak çok şeyimiz var. Tamamlayacak bir devrimimiz ve geri alacağımız koskoca bir dünya var. Asla pes etmeyecağiz!’
Finn MacKay’in Londra Feminizm Bulusmasi etkinliginde yaptigi kapanis konusmasini Selin, Ayse ve Elif Türkce’ye cevirdi. Suradan erisebilirsiniz:
Konuşmanın tamamını (İngilizce) şu adresten dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=BLLoRjhVeCw#t=265
Londra’da Feminizm etkinliğinin web sayfası: http://www.feminisminlondon.co.uk
Beyler Birbirini Ağırlar: Sol Basında Gezi Değerlendirmeleri
Yoğurtçu Parkı Kadın forumlarının ilkinde, Gezi direnişi üzerine bir değerlendirme yapmış ve demiştik ki “Kadınlar olarak heryerdeydik, ama söz, yetki karar erkeklerdeydi”. Şimdilerde direniş, Gezi Parkı odağından uzaklaşmış olsa da farklı biçimlerde devam ediyor, edecek. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” dedik ve kadınlar olarak parklarda, mahalle komitelerinde yerimizi aldık. Peki mücadele devam ederken, kadınların konumunda bir dönüşüm gerçekleşiyor mu? Söz, yetki, karar noktasında artık kadınların daha etkin olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya yanıt vermek için kapsamlı bir değerlendirme yapmak gerek. Ancak, sol/sosyalist basında Gezi direnişi üzerine yazan ‘fikir önderleri’ arasındaki kadın- erkek eşitsizliğini incelemek kısıtlı da olsa bu anlamda bize yardımcı oldu.
Feminizmin Politik Öznesinde Kimler Var?
Gülnur Acar Savran
Son birkaç yıldır, kullandığımız feminist dilde “politik özne” kavramı giderek daha çok yer kaplamaya başladı. Foucault’nun ve onun izinde Butler’ın özneleşme ve tabilik arasında kurdukları sıkı bağlantı ve ‘özne’ye bu temelde yönelttikleri eleştiriye karşın kavramın böyle direnmesinin bir nedeni olmalı. Bunun, politik bir hareket olarak feminizmin, ya da Aksu Bora’nın çok sevdiğim ifadesiyle, bir “yatak odası siyaseti”[1] olarak “sağduyu”dan nasibini almamış olan feminizmin sesini bir nebze daha güçlü çıkarmaya başlamasıyla bir ilgisi olabilir mi? Bu kavrama en çok neyi anlatmak için ihtiyaç duyuyoruz; onu en çok hangi durumlarda kullanıyoruz?
Feminizm
Gülnur Acar Savran
Kadınların erkek egemenliğine karşı kolektif mücadeleleri ve bu mücadelenin dayandığı ideoloji. Feminizmin hareket noktasında, kadınların ezilmesinin diğer baskı ve tahakküm biçimleri karşısındaki özgüllüğünün ve sistematik niteliğinin kabulü vardır. Bu hareket noktasının günümüz feminizminde yaygın olarak benimsenen uzantısı ise şudur: Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi, sınıf çelişkisinin ve ulusal/etnik ya da ırka dayalı egemenlik biçimlerinin yanı sıra toplumları biçimlendiren temel hâkimiyet biçimlerinden biridir. Patriarkanın ve kapitalizmin dinamikleri birbirine indirgenemeyecek ama birbirini besleyen dinamiklerdir. Bu feminist tahlile göre erkek egemenliği, kadınların ezilen, erkeklerin ezen taraf olduğu, başka bir ifadeyle biri hâkim diğeri tâbi iki toplumsal grubun karşı karşıya geldiği bir toplumsal ilişkidir.
Kadınları Sevmek…
Stella Ovadia
Kadın olmak aya gidilen zamanda okuma yazma bilmemektir. Gece sokağa çıkmaktan çekinmek, laf atıldığında utanıp tersleyememek, dayak yediğinde “yine ne yaptım?” deyip kendini koruyamamaktır. Boğaz tokluğuna dünyayı doyurmak, silip süpürmek ve yeniden doyurmak, her gün ne pişireceğini düşünüp başka şey düşünemez hale gelmektir. Kadın olmak günde 24 saat hizmet verip “çalışıyor musunuz?” sorusuna cevap aramaktır. Canını dişine takıp meslek edindiğinde yine bütün ev işlerinden sorumlu tutulmak, ev kadınlığından sıyrılamamak, ne patrona ne kocaya yaranmaktır. Doğurduğu çocuğa adını verememek, erkek doğurana kadar doğurmaya mecbur olmak, doğuramadığında horlanmaktır. Kadın olmak erkeklerden az beslenmek, az sevilmek, yaşlandığında bunları sağlığıyla ödemektir. Kadın olmak insandan sayılmamak, erkeklerden 150 yıl sonra oy verebildiğinde oyunu kendi için kullanamamaktır. istediği kadar çocuk doğurmaya kalktığında “cadı” denip meydanlarda yakılmak, kovuşturulmayı göze almaktır. Bedeninden utanmak, onu tanımamak, sevmemek, yük gibi taşımaktır. Erkeklere haz ve çocuk vermek için yaratıldığına inandırılmaktır. Kadın olmak kocasının bakıcılığını, sekreterliğini, menajerliğini boğaz tokluğuna yapmayı doğal bulmaktır. Dünyayı taşıyıp seyretmek zorunda kalmaktır. Siyasal örgütlerde çalışmaya yeltense başkalarını kurtarmak için bildiri basıp çay pişirmeye razı olmaktır. Yaşamının vermek olduğunu sanıp, hayatta kalmak için türlü cambazlıklar icad etmek, bunun için ayrıca horlanmaktır. Kadın olmak her türlü gaspın prototipi olmak, adı küfürle eş tutulmaktır. Devamını Oku…
Ataerkinin Günahı Kadınların Boynuna!
Erkek egemen sistemin feminist hareketi yok saymak adına bu mücadeleyi hedef alan bazı bombaları vardır. Her ne kadar alanımıza düşmeden ellerinde patlatıyor olsak da ardı arkası kesilmiyor ürettikleri bombaların, karalamaların ve yok saymaların. Örneğin feminist hareketi hedef alan bu bombalardan biri “Eee, evet öyle diyorsunuz ama” sözleriyle başlayıp “Erkeği de yetiştiren kadın değil mi?” sorusuyla bitmekte. Üstelik ellerinde patladığını fark etmeden, yaptıkları karalamanın kendilerine zafer kazandırdığını düşünme yanılgısını yaşayarak. Yetiştirmek ve bakıcılığı aynı kefeye koyan zihniyetin kadına “yanlış yetiştirme” suçlamasını yaparken asıl amacı, feminizme düşürdükleri gölge altında serinlemektir.
Kadının Beyanı Esastır, Tersini İspat Yükümlülüğü Erkeğe Aittir…
Kadınlara yönelik tacizin, cinsel saldırının, tecavüzün, şiddetin ve hatta kadın cinayetlerinin adeta sıradanlaştığı bir toplumda yaşıyoruz. Bunların sürekli gündemde olmasına rağmen, ne devletin önleyici önlemler almaya niyeti var ne de yargının erkekleri cezalandırmaya. Üstüne bir de ceza almadan salıverilen erkeklerin, patriyarkal bir dayanışma içinde diğer erkekler tarafından kadına haddini bildirmiş, şiddetinin haklılığı anlaşılmış, zafer kazanmış kahramanlar olarak el üstünde karşılanması var.
Bakanlık Suçtan Zarar Gören mi?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kadına Yönelik Şiddet Suçlarında “Suçtan Zarar Gören” midir Hakikaten?
8 Mart Günü AKP’nin popülarist salvosuyla apar topar meclis gündemine taşınan yeni şiddet yasamız, iyice tırpanlanıp feminizmden “temizlendikten” sonra, 20 Mart 2012 günü yürürlüğe girdi.
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, AKP’nin şiddet meselesini aile içinde çözme anlayışının bir ürünü olarak oluştu.
“Buzzz Gibi Ofsayt: Cinsiyetçiliğin Sportif Halleri” Buluşmamızın Düşündürdükleri…
Nacide Berber
Popüler kültür-feminizm tartışmalarına kafa yormaya başlamamız çok yeni değil tabii. Ama Şubat ayı itibariyle başlattığımız Feminist Cumartesi Buluşmaları’nı gerçekleştirmemizde itici kuvvet olduğu kesin.
Popüler kültür tartışmaları küçümsemeyle yüceltme arasında gidip gelse de, biliyoruz ki hegemonik kültür olarak herkesin olduğu kadar kadınların ve dahi feministlerin de hayatını etkilemekte ve bu konu gündelik hayatımızda önemli bir yer teşkil etmektedir. Her popüler kültür ürünü kötüdür diye bir şey düşünmesek de, pek çoğunun cinsiyetçi olduğu ve haklı bir feminist müdahaleyi hak ettiği kesin diye düşünüyoruz! Devamını Oku…
Mektupsuz Kalan Zarflar
Dilek
hiç bir ziyareti kaçırmıyoruz, ziyaret yasağı olduğu zaman bile mutlaka gidiyoruz, kantine sipariş veriyoruz, asker içeriye iletiyor, kapıda olduğumuzu belli ediyoruz. mutlaka haftada bir gün düzenli mektup yazıyorum, görüş süresi yetmiyor dışarıyı anlatmaya.
Feminizm Düşmanlığı
Yasemin Özgün Çakar
Feminizm düşmanlığı günümüz Türkiye’sinde türlü çeşit biçimde, kılık ve kılıfta karşımıza çıkan bir olgu. Kendisiyle yaşamın her anında, her alanında karşılaşabilme olasılığımız olmasına karşın en çok biz kadınların mücadele için sokağa çıktığımız, görünür olduğumuz, sözlerimizi, sorunlarımızı, meramlarımızı anlatmaya yeltendiğimiz her türlü platformda, mecliste, sokakta karşımıza çıkıyor.
Cezaevlerindeki Şiddete Karşı “Siyah Eylem”/1989
Feminist kadınların cezaevlerindeki şiddeti protesto etmek için kadınlara siyah giyme çağrısı, Türkiye’deki feministler açısından bir eşikti. Siyah eylemle Türkiye’de 80 sonrasında oluşmaya başlayan feminist hareket, ilk kez özgül gündemi dışındaki bir olaya tepki vermiş oldu. Bu da kimi tartışmaları beraberinde getirdi.
Güncelliğini koruyan bu tartışmanın arkasında şu sorular yatıyor; Feminist Hareket kadınların kurtuluşu ile doğrudan bağlantılı olmayan gündemlere ilişkin söz söylemeli miydi? Bağlantı kurularak mı söylenmeliydi, yoksa destek-dayanışma bağlamında mı sözünü kurmalıydı? Feminizmin bir politik özne olmasının anlamı neydi?
Siyah eylem cezaevlerinde şiddet gündeminin yakıcılığı dolayısıyla bütün bu sorulara yanıtlarını yürürken vermeye çalıştı. Hala da bu sorulara yanıt verme arayışımız sürüyor.
Sene 1989. 12 Eylül Hukuku cezaevlerindeki şiddetini sürdürüyor. 1 Ağustos 1989 tarihinde Türkiye Adalet Bakanlığı ünlü 1 Ağustos genelgesini yayınladı. Bununla birlikte cezaevlerindeki siyasi tutuklulara yönelik bir devlet terörü uygulamaya konuldu. Bütün cezaevlerinde bu nedenle direnişler, açlık grevleri gelişti. Bu süreçte Eskişehir Özel Tip Cezaevi, bakanlığın kararı ile kapatıldı ve oradaki bütün tutuklular sürgün edildi. Eskişehir’den Aydın’a sürgün sevk sırasında adeta bir ölüm tabutuna dönüştürülmüş cezaevi nakil aracının içine sıkıştırılmış tutuklulardan ikisi kapılar açılmadığı için havasızlıktan yaşamlarını yitirmişti.
Yaşanan vahşet hepimizi dehşete düşürmüştü. 20-21 mayıs 1989’da İstanbul’da toplanan 1.Kadın Kurultayı’nın tartışmalarının kitaplaştırılması gündemiyle Kadın Kültür Evi’nin Tünel’deki yerinde toplanmışken bu konuyu da konuşmaya başladık. ‘bir şey yapmalıydık” Nur’dan “sevk zinciri ile birbirimize bağlanalım”önerisi geldi. Yelda 1 Agustos Genelgesi ile “yasallaşan” tek tipe gönderme yaparak tek renk giyinmemizi önerdi. Protesto rengi olarak siyahta karar kıldık
Meğer aynı gün Handan da ,”birşeyler yapmak istiyorum. Kiminle? Deli kadınlarla” diye düşünüyormuş. Handan’ın “daha ne kadar ölü isteniyor? bizi böyle görmek istiyorsunuz deyip ölü gibi yerlere yatalım’ önerisini büyük bir coşkuyla karşıladık. Nermin’ in “basın siyah sütun atsın” önerisini de destekledik.
Önce bu önerilerimizi kadınlarla değil insan hakları savunucularıyla gerçekleştirmenin yolunu aradık. Yani ilk anda bir kadın eylemi planlamamıştık. Kimi girişimlerde bulunduk.
Bir sonraki toplantıda ise bu çağrıyı kadınlara yapalım ve biz yapalım dedik. Sonra da farklı görüşlerden kadınlar, aramızda oluşturduğumuz birlikle Ağustos Genelgesi’ne karşı çıkmaya ve hapishanelerdeki direnişleri desteklemeye karar verdik.
9 Ağustos Çarşamba günü, siyahlar giyen kadınlar Cağaloğlu Meydanı’nda yere yatarak yolu bir süre trafiğe kapattı ve basın bildirisi okudu.
Basın açıklaması şöyleydi:
“Hapishanelerde, ölümlere varan bir devlet şiddeti yaşanıyor. Ölen ölsün anlayışıyla “ne yapalım yani” sorumsuzluğu içindeki Adalet Bakanlığı ve hükümet bunun sorumlularıdır.
Yüzyıllardır şiddetle yüz yüze kalmış bir cins olarak biz kadınlar, 1 Ağustos Genelgesi•ne dayanılarak devletin uyguladığı şiddete kayıtsız kalamayız. Hapishanelerde direnenlerin yanındayız.
Bütün herkesi; bu cinayetlere karşı çıkmaya, 1 Ağustos Genelgesi•nin kaldırılmasını istemeye, bu durumu protesto etmek için siyahlar giymeye ve gazeteleri siyah sütun atmaya çağırıyoruz. Açlık grevleri bitse de bu ölümlerin sorumlularının cezalandırılmasını istiyoruz.”
Eylemi yaptığımız akşam yeniden biraraya geldik ve hemen ertesi gün yeni bir eylem yapmaya karar vermiştik. Direnişi destek ve
cezaevindeki şiddeti protesto üzerine de konuştuk bu toplantıda.
Biz kadınlar olarak eylem yapacağız ama bu noktada söylemimiz ne olacaktı? İşte tam bu tartışılırken Sedef’in ‘biz kadınlar şiddeti çok yakından tanıyoruz, cezaevlerinde devletin uyguladığı şiddete karşıyız” açıklaması geldi. Ayşe de ‘Bugün isyanımız siyahla’ sloganını önerdi.
Tutuklama
10 Ağustos Perşembe günü, siyahlı kadınlar Tünel’den Galatasaray’a kadar sessizce yürüdükten sonra ellerindeki küçük siyah kartonları havaya fırlattılar ve alkışlarla dağıldılar.
Yürüyüş sonrası, Emel Armutçu, Nuran Ağan, Şenay Gelişli , GülnurAcar Savran, Süheyla Kalyoncu, Ayşe Düzkan, FilizKarakuş, Saynur Çetiner, Eftal, Zübeyde Atay ve Nazmiye Ülker gözaltına alındılar. Aslında polisin gözaltına aldığı kişi sayısı 4-5 kişiydi. Ancak birbirini bırakmayan kadınlar karakola giderken 11 kişi oldular. 2 gün Beyoğlu Karakolu’nda kaldıktan ve şubede ifadeleri alındıktan sonra DGM’ye sevk edildiler. 12 Ağustos Cumartesi günü tutuklandılar.
11 Ağustos Cuma günü gözaltının ertesinde ise, Cumhuriyet gazetesinde kadınların bir ilanı yayınlandı:
“Bugün isyanımız siyahla”
Devlet 1 Ağustos Genelgesi•ne dayanarak cezaevlerinde şiddet uyguluyor. Şiddetin her türünü çok iyi bilen biz kadınlar herkesi protesto etmeye, 12 Ağustos cumartesi günü bütün kadınları siyah giymeye, herkesi protestosunu ifade etmek için üzerinde siyah bulundurrmaya çağırıyoruz.”
12 Ağustos Cumartesi günü ise, Beşiktaş’ta toplanan siyahlı kadınlar, beyaz bir panonun siyaha boyanmasından sonra, ellerindeki siyah kurdeleleri yere atarak dağıldılar. Aynı gün, sosyalistlerin Kuruçeşme’de yaptıkları Birlik İçin Girişim toplantısına gelen bir grup siyahlı kadın burada bir mesaj okuyarak “siyah eylem”in yaygınlaştırılması için çağrıda bulundu.
Cezaevlerindeki siyahlı feminist kadınlar
O sırada cezaevlerinde açlık grevleri devam ediyordu. 11 siyahlı kadın da destek için bir hafta açlık grevi yaptılar. Siyahlı kadınlar cezaevindeki açlık grevine dahil olmak yerine süresini kendilerinin belirlediği bir destek grevi yapmaya karar vermişlerdi.
Cezaevinde feminist kadınlar cezaevindeki diğer siyasi tutuklularla-sosyalist örgütlerden- bir tartışma yürüttüler. Kendilerini ‘kadın kurtuluş hareketi’nden olarak tanımlayan 11 siyahlı kadın, sayılarına bakılmaksızın cezaevindeki tüm farklı siyasi grupların temsilcilerinin doğal üyesi olduğu cezaevi konseyinde ‘kadın kurtuluş hareketi’ tarafıyla bir temsilcilerinin olması gerektiğini savundular. Ancak bu talep cezaevindeki bir kaç siyasi grup (kurtuluş, pkk,…) dışında Konsey üyelerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmedi. Bu konuda Cezaevi Konseyi- Konsey Yürütme temsilcileriyle (Görüşmeciler arasında sonradan polisler tarafından katledilen Bedri Yağan da vardı.) uzun saatler süren toplantılar yapıldı. Bu toplantılar ve öncesi iç tartışma süreçleri feministlerin bir politik özne ve kadın kurtuluş hareketinin siyasi bir hareket olması konusunda bizi politik olarak güçlendirdi. Cezaevinde kendimizi ‘kadın kurtuluş hareketi’ olarak tanımlamamız feministler arasında da bir tartışma konusu oldu.
Sonuçta feministlerin bir siyasi grup olarak cezaevlerindeki deneyimleri oldukça önemliydi. 10’dan fazla irili ufaklı sosyalist grubun temsilcilerinden oluşan cezaevi konseyine bizden bir temsilcinin girmesine engel olunmuştu. Ama biz bu süreçten çok şey deneyimlemiştik.
Siyahlı kadınlar bir aylık tutukluluktan sonra, 7 Eylül 1989’daki ilk duruşmalarında kefaletle serbest bırakıldılar. Cezaevlerindeki açlık
grevleri ise kimi kazanımlarla Ağustos sonunda bitirilmişti. Foto mahkeme
Siyahlı eylem katılan/katılmayan tüm feminist kadınların savunduğu bir eylem oldu. Ancak eylemin politik içeriği konusunda farklılıklar vardı. Bu farklılıklar üzerinden anlamlı tartışmalar yürüdü.(F.K.)
Bağlantılı yazılar
Kaktüs 8.sayı-1989 Eylül
Cezaevlerindeki şiddete karşı “Siyah Eylem”
“Bugün İsyanımız Siyahla”
Siyah Protesto
Önemli olan siyahtı, kadın olmaktı…
Derleyen: Filiz Karakuş