Posts Tagged ‘dilan özdemir’

Ego Eril midir? Bir Çiçek-Böcek Tartışması

ego-natureEgo eril midir? Bir çiçek-böcek tartışması

Dilan Özdemir

“Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı… Oysa tek dolaşmıyor onlar – güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım – Rast-la-san-da, rast-la-ma-san-da av-va gi-di-yo-ruz.”
Sevgi Soysal

Ego eril midir? Bu soruyu düşünüyorum uzun zamandır. Kadın veya erkek her insanın, neye hizmet ettiği fark etmeksizin her topluluğun aslında bir ego ile hareket ettiğini düşünüyorum mesela.

Sokakta, iş yerinde, okulda, cafede, barda ve hatta gelişen teknoloji sayesinde artık evde bile egomuzla mı hareket ediyoruz? Ve aslında neye hizmet ediyoruz?

Sorular her zaman yanıt bulmaz yazılan yazılarda. Sorular sorarız hayatla ilgili, düzenle ilgili ve bunun üzerine kitaplar, makaleler okuruz kimi zaman. Bazen bir yanıt bulmak yerine kafamız daha çok karışır. Bu yazı yukarıdaki sorulara yanıt verecek mi bilemem ama ben kendi yaşantımdan yola çıkarak, biz kadınların her gün karşılaştığı ve mücadele etmek zorunda olduğu eril bir egodan bahseceğim. Okulda sınıf hâkimiyetini sağlamak adına, gücünü kendi lehine kullanan öğretmenler, eğitimcilerde; sokakta gördüğü her kadınla ilgili görüşünü sesli ifade edebilecek cüreti kendinde bulabilen erkeklerde; toplumun en küçük birimi olarak tariflenen aile kurumu içerisinde çoğunlukla baskın baba, ağabey ve eş figürlerinde; ve özellikle AKP ile birlikte toplumda daha çok yaygınlaşan kadın düşmanı politikalarda vücut bulmuş bu eril ego, hayatımızın her alanında kendini gösteren bir baskı unsurudur.

Üniversiteyi ilk kazandığım zaman İngilizce hazırlık sınıfı için bir seviye tespit sınavı yapılmıştı. O sınavda okutman kendinden emin bir edayla, “Bu sınav sizin bu okulda girdiğiniz en kolay sınav olacak” demişti. O küçümsenmişlik hissini hatırlıyorum. Sonra bölüm derslerimde aslında ne kadar da “boş” olduğumuzu ve bu üniversitenin bizi birer “dolu” bireyler haline getireceğini hissettiren çokça akademisyen tanıdım. Çok benzerdi hissettiklerim ilk sınavımda hissetiklerimle. Her dersin hocasına göre kendi dersi en önemlisiydi mesela. Hayata, edebiyata, bilime dair her şeyi sadece üniversitede öğrenebilirdik ve öğrenmemizin en önemli kısmı o dersti. O ders, ayrı ayrı bütün derslerdi. Eğitim ve öğretimin “yüksek bir kurum” tarafından çizilen bir çerçevede ve bu çerçevenin dışına çıkamayan eğitim kadrosuyla varlığını sürdüren akademilerde öğrenmemiz, yetişmemiz ve geleceğimizi kazanmamız bekleniyordu. Yıllarca ben de bu çerçeveye uygun bir biçimde okumuş, başarılı olmuş ve o üniversiteyi kazanmıştım. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okuyabildiğim için çok şanslıydım ve o şansı üniversitenin çizgilerini aşmayacak bir biçimde değerlendirmek durumundaydım. Bana bahşedilen bu hakkı bulamayan milyonlarca genç vardı, öyle değil mi? Vardı elbet, bu yüzden ben kutsanmışlar listesindeki adımı onurlandıracak bir başarı elde etmeliydim. Değerli ve başarılı mı hissetmeliydim kendimi, bilmiyordum. Ama öyle hissetmek yerine böcek gibi hissettiğim zamanlar oldu. Her şey hazır, okunacak kitaplar, üzerinde yazılacak yazılar, nasıl ve ne sıklıkta çalışırsak başarılı olacağımız, her şeyin tarifi açık. Herhangi bir konuya eleştirel bir bakış açısı getirmeye kalksam, sanki üstüme basıp öldürmeye çalışıyorlar ama ben ölmedikçe daha da güçlü oluyordum. Eril bir bakış açısıyla oluşturulan bir eğitim sistemi içerisinde başarılı olmaya çalışıyordum herkes gibi: Kadınların ve erkeklerin yapabileceği ayrı meslek dallarından başlayan ve eğitimin her ayrıntısında kendini var eden bir eril ego ürünü aslında okumak bu ülkede.

Toplu taşımada da böyle hissettiğim zamanlar oldu. Otobüste ısrar kıyamet yer vermeye çalışan o bey amca mesela. Ayakta durmakta bana kıyasla daha fazla zorlanıyordu ama bana yer vermesi gerekiyordu. Çünkü ben otobüste ayakta gitmekte zorlanacak, korunması ve kollanması gereken küçük bir böcektim. Çiçek demiyorum, yanlış anlaşılmasın, böcek diyorum. Steril ortamlarda yaşamını sürdürebilen, ne çok sıcağa dayanabilen, ne de çok soğuğa ama ısırdığında ağzının ortasında vurulması gereken bir böcek. Uğur böceği gibi belki de, zararsız ama zarar verme ihtimalinde hamam böceği muamelesi gören bir böcektim. Yeri kabul etmedim, arkada başka bir bey amcamız ayakta yolculuk etmemi kabul edememiş olsa gerek ki ayakta durmakta zorlanmam için elinden geleni yaptı yol boyunca. Muhtaç değilsem eğer birine, öyleyse tüm zorluklara göğüs germeliydim öyle değil mi? Bana çarpıp geçebilirdi bu yüzden, omuz atabilirdi veya birinin elindeki çantasını benim omuzuma yük bindirmesinde hiçbir sakınca yoktu. Birkaç kez fren yaptı otobüs düşecek gibi oldum, “Ben sana demiştim” ifadesi ile yüzüme bakan insanlar gördüm. Küçücük bir böcektim işte o anda da.

Aile zaten eril hâkimiyetin en büyük araçlarından birisi. Her ailede bir baba figürü, bir ağabey figürü, eğer kan bağının kuvvetli yaşandığı ailelerdeysek dayısı, amcası, dedesi ve hatta eniştesi insana kendini böcek gibi hissettirebilir. Benim bir ağabeyim yok, bağları kuvvetli bir aile değiliz ve dolayısıyla bir babam var hâlihazırda. Kendisi de çok fazla hayatıma yön vermeye çalışan, karar verme süreçlerimde beni yönlendirmeye çalışan bir baba olmadı. Ama ilk defa bir yerde yazım yayınlandığında “Aferin” dedi mesela. Der çünkü ben onun kızıyım, ben onun böceğiyim. Minik tatliş bir böcek, güzel bir şey yapmışsam kesin onunla ilgilidir. Bir kadın olarak çocukluğumuzdan itibaren nasıl giyinmemiz, nasıl davranmamız, nasıl yaşamamız, arkadaşlık biçimlerimiz, hangi mesleği yapmamız gerektiği, nasıl bir eş seçip nasıl bir aile kuracağımız öğütler dizisi olarak her gün karşımıza çıkar. Kurallar bellidir. Kim tarafından belirlenmiştir? Ailemizin er kişileri tarafından, onların sahip oldukları deneyimler tarafından. Mevzu, en yakınımız, babamız bile olsa tamamlanamayan bir X kromozomundan fazlası değil yani.

Hayatımdaki erkekler sonra, en çok da onlar hissettirdi benim bir böcek olduğumu. Uğur böceği olarak başlayan ve hamam böceğine kadar giden süreçler dizisi işte erkeklerle ilişkilerim de. Başta uğur böceği gibi eline alıp, oynayıp okşamak için elinden geleni yapanlar, bunun için işi ağaçlara tırmanmaya vardıranlar da olmuştur. Elinin üstünde daima hazırda seveceği bir uğur böceği olmam nasıl da mutlu ederdi onları. Ama olmadı, uçmak istedim kimi zamanlar. Beyinlerinin tam ortasına konup birkaç hücrede kalıtımsal değişiklikler yapmak istedim bazen. Sivrisinek muamelesi gördüğüm zamanlardı, iyi hatırlamam o anları. Metaforu bir yana bırakırsak, er kişi bir kadın için, bir kadının hayatına girebilmek için bin bir yolu denermiş, girdikten sonra her şey değişirmiş. Yani Ferhat’ın dağları deldiği zamanların üstünden çok geçse de er kişilerin bu konuda çabaları pek değişmedi. Kendini önemli hissettiği anda ego patlaması yaşayıp tüm her şeyin patlamasına sebep olan er kişilerimiz, bizim çağın hikâyeleri yani. Sen ona bir kelime et diye, aylarca tepinen er kişilerimizden bahsediyorum. Hayatına aldığında kendini senin hayatının en merkezinde tarifleyip sanki onsuz bir hiçmişsin gibi davranan er kişilerimiz. Hayatını gasp edip, onsuz yaşayamazsın hissi veren, gitse ölecekmişsin sanan, tek başına asla hiçbir şeyi başaramayacağını düşünen ve bunu her daim hissettirmekte hiçbir beis görmeyen, onu hayatından çıkaramayacağını zanneden er kişilerimiz. Ferhat ile Şirin hikâyesi fazla romantikti belki. Ya da bilmiyoruz, Şirin başkaldırsaydı eğer, Ferhat o deldiği dağları başına yıkmaya kalkar mıydı Şirin’in? Mecnun çölde bulduğu bir kaşık suda boğmaya kalkar mıydı Leyla’yı?

Ve tabiî ki 13 yıllık AKP iktidarı… Kendinizi bir böcek gibi hissettirmek dışında bir işe yaramazlar. Zaten onun dışındaki icraatları da kutu kutu paralarla gündem olmak ve durmaksızın katliamlar yapmak. Örneğin, 15 yaşındaki bir çocuğun ölümünün emrini “ben verdim” diye meydanlarda bağırır, sonra sen “katilsin” demek için sokağa çıktığında toması karşılar seni. Böcekmişsin gibi üstüne gaz atar, su sıkarlar. Kendileri saraylarında zevki sefa eylerken asgari ücret tartışmalarında kendini böcek gibi hissedersin mesela. Milyonları sokağa dökmüş güzel gözlü Özgecan’ın katillerinin müebbet alması seni mutluluktan dört köşe eder, lütuftur bu artık olması gereken değil. Düzen böyle yani, zaten bizim olması gereken şeyleri bize verdiklerinde mutlu oluruz. Peki, neden bir böcek gibi hissetmemizi isterler? Öncelikle iktidarlarına kafa tuttuğumuz için, bir arada olduğumuzda, el eleyken daha güçlü olduğumuzu bildikleri için. Sonra, kadın olduğumuz için elbette. “Bir kadın olarak sus” diyen bir zihniyete karşı ve ona rağmen bir kadın olarak sokakta dimdik durup hesap soracak gücü kendimizde bulabildiğimiz için. Devletin tüm kurumlarında ilmek ilmek örülmüş bu eril düzene karşı her kımıldamaya kalktığımızda böcekmişiz gibi ezmeye kalkmaları, korkularındandır belki de. Olur da bir gün oynatırsak düzenlerini yerinden korkusuyla sahip oldukları eril egolarının can çekişmesidir.

Bizi bir çiçekten bir böceğe dönüştüren bu yaşamda bütün zorluklar eril bir egonun hâkimiyetinden doğar diyebilir miyiz? Kadınları bir “çiçek” benzetmesi ile kutsayanla aynı ego değil midir her yerde böcek gibi ezmeye kalkan? Kadınlar bir çiçek kadar narindir, güzeldir ama başkaldırana kadar. Ters yaptığı an ezmek gerekir. Buradan yola çıkarak ailemizdeki baba-ağabey figürünün hayatımızdaki baskısının zemini de eril bir egoya dayandırılabilir. Kız çocukları babalarının gözdeleridir ama ya laf dinlemezlerse? Annelerimizi de birer baskı aracına çeviren o eril egonun arkasına saklanmaktır esasen. “Babana söylerim” diye tehdit edilerek büyütülen bir nesiliz hiç şüphesiz. İlkokulda aile bireyleri tarafından öğretmenine şikâyet edilen, aile ziyaretlerinde usturuplu oturması ve konuşması gereken, yolda yürürken “düzgün” yürümesi gerektiğini düşünen, lisede etek boyu ile daima ilgilenilen bir nesiliz. Aynı ego tarafından durmadan bir böcek gibi ezilmeye mahkûm edilen bir neslin kadınlarıyız.

Tarihten bugüne yaşanan binlerce savaşın sorumlusu da benzer bir eril egodan kaynaklanıyor olamaz mı? Yönetmek ve ele geçirmek isteği bir eril ego ürünü değil midir? Devletler bunu birbirine yapar ve ne tesadüftür ki, devletleri çoğunlukla erkekler yönetir. Bir yansıma olarak sosyal yaşamda da benzer bir içgüdü ile hareket edilir. Evlilikler, ilişkiler, öğretmen–öğrenci ilişkisi aynı yönetme ve yönetilme isteğiyle dolup taşar. Ve doğumu itibariyle o zihniyet tarafından durmadan kendini sakınması öğütlenen biz kadınlar; eşsiz ve iyimser bir çiçek benzetmesiyle karşı karşıya kalırız günün birinde böcek gibi ezilerek.

Tam da bu yüzden barış talebi en çok kadınlara yakışıyor belki de. Sebebi de ölen küçücük çocuklara anne içgüdüsüyle yaklaşmalarından, narin olmalarından değil zannedildiği gibi. Aksine, bebekliğinden itibaren önce pembe renk dayatmasıyla, sonra hayat boyu eril bir zihniyetle savaşmak zorunda olan, çoğunlukla yenilen, yenilmesi için kurulan bu düzende alternatifleri için mücadele etmeye devam eden, tarihin bir noktasında elbet dünyayı ters yüz edecek kadınlar bilir en çok barışın kıymetini. Eril egodan sıyrılmış bir beklentidir çünkü “barış”. O kadınlar, el ele yürüyeceklerdir karanlıktan çıkarken… Erkeklerin, devletlerin egolarına inat.