feminist gazete-2008 Mart
Ece Kocabıçak
22 Temmuz seçimlerinde genelev eski çalışanı, “vesikalı” milletvekili adayları Ayşe Tükrükçü ve Saliha Ermez’i destekledik. Ayşe ve Saliha “en diptekilerin adayıyız” diyorlardı. Her yerde karşılarına çıkarılan vesikalarının kaldırılmasını istiyor ve milletvekili olurlarsa genelevdeki kadınların sorunlarıyla ilgileneceklerini anlatıyorlardı. Feministler olarak bizler de Ayşe ve Saliha’ya destek olduk. 1 Temmuz’da ilk toplantımızı yaptık ve yaklaşık 45 gün sürecek yoğun bir kampanya temposunun içine daldık. Seçim günü geldi geçti, bizim hızımız kesilmedi.
Biz feministler açısından seçimlerde eski genelev kadınlarının yanında yer almak önemliydi. Herşeyden önce “fahişelik” mesleği, kadınların iffetli- iffetsiz olarak ayrılmasının en uçtaki örneği idi. Bizim vesikamız olmasa da, “iffetsiz olma” tehdidinin kadınlar üzerindeki patriyarkal baskının doğrudan bir aracı olması, bizlerin Ayşe ve Saliha’nın yanında feminist politika yapması için yeterli bir gerekçe idi. “Orospu” yaftası yememek için eteğimizin boyuna, dekoltemizin derinliğine, geceleri geç saatte eve dönmemeye, yüksek sesle kahkaha atarak gülmemeye dikkat etmek zorunda kaldığımızı, içkide ölçüyü kaçırmadan içtiğimizi, cinselliğimizi özgürce yaşayamadığımızı, istemediğimiz adamlarla evlenip, boşanamadığımızı, evin tüm işini tek başımıza yüklendiğimizi, gündüz “evinin kadını”, gece “afet” olmak zorunda kaldığımızı, ya “çocuğunun anası” ya da “yatılacak kadın” olmak arasında tercihe zorlandığımızı haykırdık hep birlikte. Evlilik cüzdanı ile vesikanın, kadınları erkeklerin boyunduruğu altında tutmak için bize dayatılan rollere dair iki farklı kimlik belgesi olduğunu anlattık. Emeğimizi ve bedenimizi sadece bir erkeğin hizmetine sunan evlilik belgesini de, yüksek talep karşısında bedenimizi bir meta gibi pazara arz etme izni veren vesikayı da reddettik.
Bu işte erkeklerin lehine işleyen bir başka eşitsizlik de vardı. Böylesi bir malı ve hizmeti talep eden erkeklere hiçbir yaptırım uygulanmazken; kocalar, babalar, ağabeyler rahatça kerhaneye gidip, sonra da sıcak yuvalarına dönerken, tüm faturanın burada çalışan kadınlara kesilmesindeki iki yüzlülüğü, pazar yerlerinde, kalabalık meydanlarda megafon elimizde bağıra çağıra anlattık.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin genelevlerde çalışan vergi mükellefi kadın vatandaşları için en basit bir sağlık hizmetini dahi karşılamaması, emeklilik imkanı vermemesi, çocuklarına hiçbir şekilde sahip çıkmamasındaki adaletsizliğe değinmememiz mümkün değildi. Kadınların sırtından kazanılan rantın kimlerin cebine girdiğini, dünya ekonomisinde ne derece önemli bir yer tuttuğunu öğrenmek bizleri bile şaşırttı.
Kampanyamız haliyle biraz rahatsız etti “namuslu” vatandaşları. Herkes bu kadınların zaten “o işe meyilli” olduğuna inanmak isterken ya da onları “kader kurbanı” olarak görmeyi tercih edip, bir yandan da kağıt mendil gibi kullanıp atarken, biz başka şeyler diyorduk. Kadınlara fahişelikten başka seçenek bırakmayan erkek egemen-sınıflı toplum yapısını eleştiriyorduk. Aldığımız olumsuz tepkilerin hemen hepsi erkeklerden geldi. “Feministleri hiç sevmem”, “Hepiniz orospusunuz” bize yönelik sarfedilen tacizkar cümlelerden birkaçı. Bununla yetinmeyip Beşiktaş pazarındaki birkaç esnaf saldırganlıklarının dozunu yükseltmekten de çekinmedi. Eh bizim de biraz gözümüz döndü tabii.
Kadınların bildirilerimizi yere atmaması, ellerinde taşıdıkları ikişer üçer pazar torbasından gocunmadan, iki parmağı arasına bildirimizi sıkıştırıp evine götürmesi, iktidara da muhalefete de hiçbir inanç duymayanların Ayşe ve Saliha için oy vereceklerini vaadetmeleri bizleri hep güçlü ve dirençli tuttu. Saliha için “önce başörtüsünü çıkartsın ondan sonra” diye önkoşul koyan kadınlar da vardı. Dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık dinin ve başörtüsünün Saliha için ne anlama geldiğini.
Detaylar çok keyifli. Yürüyüşümüz öncesinde hazırlanırken “Acaba 30 kişi gelir mi, herkes tatilde” diye endişeniyorken, birden meydana çıktığımızda bizi bekleyen ikiyüz dostumuzu görünce nasıl sevindiğimizi, Ayşe ve Saliha’nın göz yaşlarını tutamaması üzerine pek çoğumuzun nasıl ağladığını unutmak mümkün değil -şimdi hatırlarken bile gözlerim doluyor.- Zürafa sokağa yaptığımız ilk yürüyüşten sonra kapıdan geri çevrilmiş, içeri alınmamıştık. Ancak ikinci defa daha kalabalık dayandık kapılarına. İçeride yarı tutsak halde tutulan kadınlara kapıdan sesimizi duyurduk. Beşiktaş meydanında açtığımız çadır ve o sıcakta fenalaşana kadar bağırıp çağırıp, kafadan şarkılar uydurmamız. Gelip geçen kadınların ilgisi, imzaları, destekleri; erkeklerin hızlı adımlarla -belki de en son ne zaman bir geneleve gittiğini hatırlamaktan- kaçması. Rötarlı da olsa tekne gezimiz ve diğer herşey çok çok keyifliydi.
Kampanya süresince başkalarına birşeyler anlatmaya çalışırken birbirimizi de değiştirdik. Başlangıçta öfkelerini içine akıtan, daha çok kader kurbanı görüntüsü çizen Ayşe ve Saliha’nın hüzünlü, acıklı ve gözü yaşlı hikayeleri, bizlerle birlikte kısa zaman içinde başkaldırıya dönüştü. Yıllardır biriktirdikleri öfkeleri bizimki ile buluştu ve hep birlikte haksızlığa karşı mazlumlar değil, özneler olduğumuzu, yalnız olmadığımızı hissettik. Yüksek yoğunlukta oy hesaplarının yapıldığı, sağdan sola, yukarıdan aşağıya değişik tipte ittifak formüllerinin test edildiği bir atmosferde, bir parlemento sevdası sarmışken etrafımızı, bizim kampanyamız patriyarkaya karşı başkaldırının yegane sesi oldu.
Ece