Çare“siz” Değilsiniz, Çare “Biz” Olmakta

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Şiddet Gören Kadınlara Mektup;  

Çaresizlik, kadınların erkek şiddeti karşısında verdikleri tepkiler arasında sık sözü edilen bir durum. Yazı için klişe bir başlık seçilmesi tesadüf değil. 

Çünkü siyasetçiler, toplum ve medya aracılığıyla zihinlerimize kazınan, gündelik dilin içine sokulan her klişe, içinde barındırdığı söylem ile bizim algılama ve düşünüş biçimimizi etkiliyor.

Ve dil aracılığıyla oluşturduğumuz zihinsel temsillerimiz, bizim dünyayla kuracağımız ilişkiyi belirliyor.

 Dolayısıyla dil çoğu zaman ideolojik bir araç. Çare “siz”siniz klişesi de, ideolojiden bağımsız masum bir öneri değil.

Çaresizlik, medikalize edilen, bireyselleştirilen, bağlamından koparılarak psikiyatrik hastalık olarak işaret edilen pek çok deneyim gibi, kökü bireyde bir semptom, öznel bir algı olarak görülüyor çoğu zaman. Böyle bir tarifle, “çare sizsiniz” ve benzeri klişelerle, çözümün kişisel olanda, zihinde aranması gerektiği söyleniyor. Sistemin bizi çok çalıştırmak, rekabeti ve bireysel kurtuluşu amaç edinmemiz için zihnimize kazıdığı “çok çalışan başarır” miti gibi, çaresizlik duygumuzla bireysel bir mücadele vermemiz gerektiğini ima ediyor. Psikolojik bir semptom ise çaresizlik, antidepresan ilaçlarla geçirilebilir veya psikoterapi odalarında çözülebilir mi?

Çaresizlik en temel anlamıyla kontrolümüz olmadığı, bir şeyleri değiştiremeyeceğimiz duygusu. Peki nasıl oluyor da biz kontrolümüz olmadığı duygusuna kapılıyoruz? Bu bir algı mı, yoksa kontrolümüz olmadığı gerçeğinin farkındalığı mı? Gerçekten kontrolümüz var mı?

Şiddet ve militarizmin hüküm sürdüğü, baskı ve tehdidin özgürlükleri tahakküm altına aldığı, hukukun adalete değil iktidarlara hizmet ettiği bir ülkede kendimizi güvende hissetmek gerçekçi mi? Yoksulluk ve işsizlik dizboyuyken, özellikle çoğu zaman güvencesiz ve esnek işlere mahkum edilen kadınların iş yaşamında daha da dezavantajlı olduğunu bilirken, ekonomik endişeleri bir kenara koyup ilişki ile ilgili özgürce karar alabilmek mümkün mü? Karakola defalarca başvuran kadınların öldürüldüğü, şiddetin tanığı olan komşuların sessiz kaldığı ve suça göz yumduğu bir ülkede can güvenliğimiz var mı? Toplum dört koldan bizi eve kapatmaya, annelik ve ev kadınlığına hapsetmeye çalışırken, hekimler ve ruh sağlığı “uzmanları”, çocuk sağlığını koruma ve geliştirme işlevini sadece anneye havale ederken, dışarıya korkmadan ve suçluluk hissetmeden çıkabilmek kolay mı? Kontrol bizde mi?

Çaresizlik, birçok temel duyguyu içinde barındıran bir içsel deneyim. Veya daha doğru bir ifadeyle, tüm bu duyguların bir sonucu kendimizi içinde bulduğumuz bir durum. İçinde o güne kadar verdiğimiz kayıpların özlemi, üzüntüsü, utancı, suçluluğu ve öfkesi var. O güne kadar verdiğimiz kayıplar öyle çok ki. Bazen bizim yaşamımızın biraz ötesindeki o tanışmadığımız, sadece gazetelerde televizyonlarda suretlerini gördüğümüz o kadınların, bazen bizim yaşamımızın hemen yanı başındaki kadınların, komşularımızın, kuzenlerimizin, bazen yaşamımızın tam ortasındaki kadınların, annelerimizin ablalarımızın, bazen de bizzat kendi yaşamlarımızın yasını tutuyoruz. Yasını tuttuğumuz şey sadece ölüm değil. Gazetelerin sayfalarında canlı, cansız bedenlerimizin fütursuzca sergilenerek değersizleştirilmesinin, elimizden alınan mahremiyetimizin yası. Şiddetle, tehditle, baskıyla eve ve aileye hapsedilen bedenlerimizin alamadığı hazların, ruhlarımızın tadamadığı duyguların yası. Elimizden alınan öğrenme, gelişme, üretme, yaratma haklarımızın yası…Kadınların şiddet görmesine, öldürülmesine tanıklık etmenin utancı ve suçluluğunu hissediyoruz. “İnsan” diye tanımladığımız varlığın vahşi eylemlerine inanamıyoruz, “yok canım öyle değildir, insan bunu yapmaz, münferittir, hastadır” deyip inkar ediyoruz. Şok oluyoruz hakimlerin “haksız tahrik” kararlarını duyduğumuzda, kulaklarımıza inanamıyoruz polis şiddet gösteren kocaların kibarca kulağını çekip salıverdiğinde. Korkuyoruz, can güvenliğimizi kime emanet edeceğimizi bilemiyoruz. Öfkeleniyoruz, bazen o kadar öfkeleniyoruz ki, öfke duygusuyla ne yapacağımızı bilemeyecek kadar öfkeleniyoruz. Sorumlular o kadar çok ki, öfkemizi kime, hangi birine yönlendireceğimizin kararını verememekten bakakalıyoruz. İşte bu acı, suçluluk, öfke, korku birikiyor, “çaresizlik” oluyor, mıhlıyor bizi yerimize. Bu duygular öyle yoruyor ki bizi, kıpırdayacak halimiz kalmıyor bazen. Geçmişin yasını tutmaktan geleceğe yürüyemez oluyoruz. Korku birikiyor, adım atmaya cesaret edemiyoruz. Topluma ve o toplumun kurumlarına güvenmiyor, bir şeylerin değişebileceğine inanamıyor, değiştirecek güce sahip olmadığımızı düşünüyor, var olan duruma katlanmaya çalışıyoruz.

Çalışıyoruz ama katlanmak mümkün mü gerçekten? Katlandığımızı zannediyoruz sadece, aslında katlanabiliyor, tolere edebiliyor falan değiliz, çıkıyor bir yerden o acılar, yer değiştiriyor öfkeler. Ya kendimize yöneltiyoruz öfkeyi, ya çocuğumuza, veya bedenimizde bir hastalığa dönüşüyor, gösteriyor yine kendini. Ya da yasımız gün geçtikçe, sustukça katlanarak daha da büyüyor, biz aslında katlanamadığımızın farkına varana dek bir gün.

Deneyim içsel, yani çaresizlik bedenimize, zihnimize, ruhumuza içkin. Bizi bu deneyime götüren süreçler ise dışsal, bizim dışımızda. Ve bizi bu ketleyici deneyimden çıkararak derdimize derman olabilecek süreçlerin büyük bir kısmı da bizim dışımızda. BİZ olmakta…Evet yalnızken gücümüz çok sınırlı, hatta bazen gücümüz yok. Kocaman bir dünyada küçücük hissediyoruz. Ulaşmaya çalışacağımız yer yüksek bir tepe gibi görünüyor bize. Bulunduğumuz yerden daha da yüksek görünüyor. Durduğumuz o yerden zirveye bakıyor, o kadar yolu nasıl çıkacağımızı düşünerek, “enerjim yok”, veya “zaten ulaşamam” veya “yolda ayağım takılır düşerim” diyerek vazgeçiyoruz. Yere eğiyoruz gözlerimizi. Aslında zirve falan yok, bir sürü farklı yolculuk var bizi bekleyen, bizi büyütecek, her seferinde yere daha sağlam basacağımız yeni yeni yolculuklar. Üstelik yalnız olmayacağız ki. Bize eşlik edecek bir sürü kadın var yolda. Yola çıkmış başka kadınlarla buluşacağız hemen yanı başımızda. Kadın örgütleri, sığınaklar, avukatlar, psikoterapistler, kızkardeşler, dostlar hep yanımızda olacak. Karşılaşılacak engellerle de yalnız değil, birlikte mücadele edeceğiz, dayanışmayla.

Bize yüksek bir zirve gibi görünen o yere bakmayı bırakın, gözlerinizi yerden kaldırın, yanıbaşınızdaki o kadınları fark edin, küçük bir adım atın. Sonra bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha…

Evet çok emek vereceğiz, yorulacağız, bazen bir adım ileri iki adım geri düşeceğiz. Öyle hemencecik de olmayacak. Zaman gerekecek, bir zanaatkar gibi ince ince işleyeceğiz. Deneye yanıla, düşe kalka yürüyeceğiz. Ama nihayetinde bir zanaatkarın ürünü gibi, biricik, çok değerli, baktığımızda bizi gülümseten, mücadele etmeye değer bir yaşam olacak ulaştığımız o yer.

Pınar Önen

Yorumlara kapalıdır.